1 Mayıs’ın üzerinde ‘tarihi şiddet’in gölgesi var

Prof. Dr. Naci Bostancı/Milletvekili
26.04.2014

‘Bir ölür bin diriliriz’ retoriği ile siyasal şablona gerçek insanları feda eden her tür gelenek muhakkak kaybedecektir. Kapitalizmle girdiği ilişkide insanlığa çok zengin ve çeşitli katkılar sağlayan sol geleneğin de gerçek insandan kurbanlar üzerine yükselen şiddetle flörtünü bitirmesi önemlidir.


1 Mayıs’ın üzerinde ‘tarihi şiddet’in gölgesi var
Mayıs emek ve dayanışma bayramı nerede kutlanacak? Bayramı kendi geleneklerinin mirası olarak gören sol siyasetin çeşitli kesimleri bu soruya Taksim diye cevap veriyorlar. Yine emek ve dayanışma günüyle ilişkili ancak bu gelenekte yer almayan örgütler ise Taksim ısrarına itiraz ediyorlar. Onların cevapları, bayram, anlamına uygun şekilde kutlanabilir ve bunun önünde bir engel yok. Mevcut yasal mevzuat ve teamüller ise bayramın Taksim’de kutlanmasına imkan vermiyor. İstanbul’da bu tür kutlamalar için uygun yerler var ve buralar müsait. Başka şehirlerde ise kutlamanın yerine ilişkin anlaşmazlık yok. Anlaşmazlığın olmadığı bu meydanlarda gerilim ve çatışma ortaya çıkar mı, göreceğiz. Geçmişte böyle durumlarda dahi çeşitli olaylar çıkmıştı. Hatta bazen kutlama için aynı meydanda toplanan gruplar arasındaki ideolojik farklar buna sebep olabilmişti.
 
Bir meydan okuma
 
Solda yer alan örgütlerin Taksim ısrarını sadece yasal mevzuat bağlamında anlamaya çalışmak yeterli olmaz. 1 Mayıs’tan günler öncesi, geçmiş yıllarda da olduğu gibi tansiyon yükseltici, meydan okuyucu açıklamaların gerçekte tarihi ve ideolojik bir arka planı var. Bunu anlamaksızın ne olup bittiğini çözümlemek mümkün olmaz.
 
Solun içinde yer alan kesimlerin belli ölçülerde sahip çıktığı ve paylaştığı egemen geleneğin tarihi mirası “hakim sınıflara ve onların ideolojik aygıtı durumundaki devlete meydan okuma, uzlaşma anlamına gelebilecek her tür “olumlu” yaklaşımı reddetme, kesin bir biçimde devrimci şiddet ile onu geriletme ve nihayet “proleter sınıfın egemenliğinde yeni bir toplumsal ve siyasal düzeni kurma” anlatısı üzerine kuruludur.
 
Proletaryanın zincirleri
 
Bu tavizsiz çatışma ve şiddeti yükseltme stratejisinin aynı zamanda kesin başarıyı garanti eden bir çözümlemesi vardır. Marks’ın 1848 tarihli manifestosuna kadar uzanan bu çözümlemede, bir tarafta gittikçe çoğalan ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proleterya, diğer tarafta ise aralarındaki rekabet dolayısıyla üretim araçları üzerindeki mülkiyeti gittikçe artan ancak sayıca azalan burjuvazi vardır. Tarihi akış “tükrükleriyle bile” bu burjuvaziyi boğarak kendi iktidarını kuracak olan proleterya lehinedir. Bu değerlendirme 19. Yüzyılın sonlarına doğru kapitalist ilişkilerin dönüşmesiyle birlikte değerini yitirince bu defa “tarihin tekerini hızlandırma” adı altında şiddetin devreye daha etkin bir şekilde sokularak egemen sınıfların iktidarına son verme hikayesiyle onarılmaya çalışılmıştır. Çünkü artık proleter sınıfı bağlayan zincirler “zenginleşmenin ve ev, araba sahibi olmanın, yani mülkiyetin” zincirlerine dönüşmeye başlamıştır. Sendikal mücadele ile kapitalizmden ücretlere, çalışma saatlerine, örgütlenmeye ilişkin tavizler kopartan proleterya böylelikle “tehlikeli bir” uzlaşmacı niteliğe evrilmektedir.
 
Ölülerin üzerinden
 
Bu tür görüşler için ilginç bir örnek olarak Marks’ın damadı Lafargue’nin en çok satılan kitaplar arasındaki küçük risalesi Tembellik Hakkı’na bakılabilir. İşte şiddetin etkin ve temel bir unsur olarak ideolojiye yedeklendiği toplumsal şartlar buradadır. Bu yöndeki “militanca ateşleyici, kışkırtıcı” anlatılara rağmen, başarının sağlandığı iki yer Sovyetler Birliği ve Küba’dır. Niçin, sorusunun cevabında ise devrimci solun teorik anlatısını haklılaştırmayan çok örnek mevcuttur. Hemen belirtelim, Che’nin hala romantik bir figür olarak kült mertebesine yükseltilmesi, aynı zamanda örneğin nadirliğindendir. Teorik okumanın doğruluğu dolayısı ile ortalık Che’lerden geçilmese, böyle bir kült kesinlikle doğmazdı. Şiddetle başarı arasında kurulan “derin ilişki”nin Bakuni’nin 250 kişiyle gerçekleştirdiği Polonya seferi gibi romantik, dramatik, asla başarı ihtimali olmayan örnekleri de vardır. Bizde de 12 Mart öncesi “kır gerillası”nın sahne almasıyla birlikte “egemen sınıfların baskısı altında inim inim inleyen köylülerin kurtuluş için gerillaya katılacağı ve devrimin gerçekleşeceği” düşüyle yola çıkanların daha ilk durakta köylüler tarafından yetkili makamlara nasıl bildirildikleri örneği öğreticidir.
 
Elbette şiddeti öne çıkartan siyasal anlatılar aynı zamanda buna manevi, mistik bir hava kazandırmak, böylelikle “ölümler üzerinden ölmezliği” taraftarlarına anlatarak onları baştan çıkartmak ihtiyacını hissederler.
 
Yoksa böyle bir ölümsüzlük, ebedi olarak “halkın hafızasına yazılmak” türünden sonsuzluk vaadi olmasa, “seküler aklın bir defa gelinen ve rüyadan uzak şekilde bakıldığında öldüğünde gerçekten ölünen” bu hayatta böylesine kolay bir şekilde ideolojik anlatılar üzerinden ölüme yazılması kolay değildir.
 
Türkiye’deki sol hareketler de belli ölçülerde bu tarihi mirasa sahip çıkmaktadırlar. Ülkenin şartlarının batılı şablon üzerinden okunması hayli yaygın ve siyasal safı, aidiyeti olmayan bir problemdir; sol hareket de bu bakımdan sui generis değildir.
 
Ancak, solun bu yöndeki okuması, “sınıflar mücadelesi, egemen kesimlerin devleti ve nihayet kaçınılmaz şiddet” konularında elbette bir bütün olarak değil bazı kesimlerinini derin bir şekilde etkilemiştir.
 
Şiddet ve protesto
 
Yetmişli yılların devrimci hareketlerinin jargonunu inceleyenler buna dair hayli örnek bulabileceklerdir. Seksenlerin sonuna doğru Sovyetlerin yıkılması, tek kutuplu dünya, artık şiddet ile tarihin tekerini hızlandırma teorilerinin iflası sol hareketleri “kitleselleşmeleri için ilham verici gördükleri çevre, küreselleşme, nükleer karşıtlığı gibi” başka türden protest hareketlerle bağlantılı hale getirmiştir.
 
Ancak altını çizerek belirtmek gerekir ki, “şiddetin doğurduğu mistik ve esinleyici kültürü heyecanlı kitleler için bir imkan olarak görme, protest hareketlere çatışma üzerinden canlılık kazandırma” eğilimi, geçmişteki kültürle de bağlantılı şekilde yeniden üretilmiştir. Temel motto şudur: Uzlaşma ve düzen öldürücüdür. Çatışmanın olmadığı yerde devrimci kitleler rakibine benzemeye başlar. Protest hareketleri kitlelere ulaştıracak ve onların desteğini sağlayacak en önemli unsurlardan birisi şiddet ve onun doğurduğu sonuçlardır.
 
Bu akıl yürütme, “düzenin ya da iktidarın” diyelim, her tür uzlaşma ve böylelikle kitlesel gösterilerin önünü açma yönündeki tutumlarını reddetme, anlaşmazlığı derinleştirme, bunu meşrulaştırmak adına gerekçelendirme ancak her halükarda eylemin protest niteliğinin neredeyse olmazsa olmaz ilkesi görülen çatışma ve gerilim ortamını sağlama” yönünde işler.
 
‘Bir ölür bin diriliriz’
 
Bugün 1 Mayıs Taksim ısrarı yönündeki açıklamalara baktığımızda, “77 deki şehitlerimiz, hukuki mevzuat, gerilim doğuracak meydan okuyucu üslup” ve bütün bunlarla bağlantılı “kazan kazan” mantığı devrededir. C. Schmitt’in egemeni tanımlarken belirttiği mühim bir husus vardır: “Egemen, istisnai olana karar verendir.” Taksim meydanı ısrarcıları “Kim ne derse desin, biz mitingi Taksim’de yaparız, bunun haklılığını da kendi geçmişimizden alırız” üslubuyla “istisnai olana karar veren” olarak kendilerini işaret etmektedirler. Çatışma çıkmasın diye iktidar izin verirse “kazanılacak”tır, izin verilmezse, çatışma ve gerilim üzerinden, sonuçları ne olursa olsun, yine kazanılacaktır. Hesap budur.
 
Sureti haktan görünme adına sergilediği her türlü kamuflaja rağmen alttaki asıl unsuru görmek, şiddetle izdivacını flörte çeviren sol geleneğin Taksim dil oyunları üzerinden bu flörtüne kazandırmak istediği “havayı” kavramak mühimdir. “Bir ölür bin diriliriz” retoriği ile siyasal şablona gerçek insanları feda eden her tür gelenek muhakkak kaybedecektir.
 
Kapitalizmle girdiği ilişkide insanlığa çok zengin ve çeşitli katkılar sağlayan sol geleneğin de gerçek insandan kurbanlar üzerine yükselen şiddetle flörtünü bitirmesi önemlidir. Doğrudan solun içinde de bulunan bu yöndeki eğilimlerin güç kazanması ve 1 Mayıs bayramının kimsenin burnunun kanamadığı gerçek bir bayram olarak kutlanması, herhalde, “devrimci sol” ile mukayese edilemeyecek ölçüde geniş kesimlerin ortak dileğidir.