Adalet paradoksu

Doç. Dr. İBRAHİM KALIN / Siyaset Bilimci /[email protected]
20.10.2012

Güç hiyerarşisine göre şekillenen modern adalet kavramı, pratikte güçlünün adalet mekanizmalarını kontrol ettiği, hakkın ve hukukun izafileştirildiği, adil paylaşımın engellendiği bir sistem üretiyor.


Adalet paradoksu

Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü ve SETA Vakfı’nın düzenlediği İstanbul Küresel Forumu, “Adalet” başlığı altında dünyaya merhaba dedi. Açılış konuşmasını Başbakan Erdoğan yaptı ve adalet ve hakkaniyete dayalı küresel bir düzenin kurulması için önemli mesajlar verdi. Dünyanın dört bir yanından gelen yüzün üzerinde katılımcı iki gün boyunca siyasetten ekonomiye, tarihten sanata kadar pek çok konuyu adalet zaviyesinden ele aldı.

Küreselleşen, küçülen ve giderek karmaşık hale gelen dünyamızda aklın, iradenin ve vicdanın sesini yükseltmek için, temel sorularımızı ve önceliklerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Varoluşumuzu anlamlıkılan ilkelerin ve değerlerin yıprandığı vegiderek yok sayıldığı bir dünyada, “anlamlı ve önemli olan nedir?” sorusunun yeniden sorulması, bu alanda atılacak ilk adımlardan biridir. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için gündelik kaygıların ve çıkar hesaplarının üzerine çıkmamız, hakikatle hemhal olmamız gerekiyor. Zira insanın varlığı da, kemali de, özgürlüğü de ancak hakikatle kurduğu irtibat sayesinde mümkün. Nitekim Kindi’ye göre adaletin esası, hakikati bilmek ve ondan hiçbir zaman sapmamaktır. “Adalet nedir?” sorusu, insanoğlunun yeryüzündeki serüveninin başlangıcından, günümüzün hız ve ileri teknoloji toplumlarına kadar tarih boyunca büyük düşünürlerin, filozofların, bilgelerin, bilim insanlarının, siyasi liderlerin, devlet adamlarının, tarihçilerin, sanatçıların, sıradan insanların hayatına yön veren bir niteliğe sahip olageldi. Yaşlı dünyamızın geçirdiği badireler, bu sorunun tazeliğinden ve güncelliğinden bir şey eksiltmedi. Tersine, insanlık tarihinin her büyük kırılma noktasında bu soru tekrar soruldu; verilen cevaplar insanlığın istikametini, dünyamızın geleceğini belirledi.

Adalet Nedir?

Bir merkez kavram olarak adalet, insandan çevreye, tabiattan evrene, bireyden topluma, vatandaştan devlete ve nihayet insandan Yaratıcıya uzanan büyük varlık dairesinin temel unsurlarını bir bütün olarak kuşatır. Arapçadaki kök anlamı itibariyle adalet, “her şeyin yerli yerinde olması, her şeyin hakkının teslim edilmesi” manasını taşır. Bu geniş anlamda adalet, bütün varlıklar arasında var olan hakkaniyet, ahenk, ölçü, insaf ve uyumluluk halini ifade eder. Adaletli olmak, insana, evrene ve Yaratıcıya ait olan hakkı teslim etmektir. “Adl” ve adalet ile aynı kökten gelen “ta’dil” ve çoğulu “ta’dilat”, bir şeyin eksik ve fazlalarını almak, olması gereken ölçüye kavuşturmak anlamına gelir.

Bu manada adalet bir yerindelik ve haklılık ilkesini ifade eder. John Rawls’ın tabiriyle adalet, “hakkaniyet” (fairness) durumunu tarif eder. Fakat Rawls’un tersine, hakkaniyet olarak adaletin ontolojik temeli sadece toplumsal uzlaşma yahut “praxis” ve işlevsel fayda değildir. Bir hak, uyum ve yerindelik ilkesi olarak adalet, insanoğlunu da kuşatacak şekilde varlığın kuruluş ilkelerinde hayatiyet bulan bir ilkedir. Nitekim ilahi isimlerden bir olan “el-Adl”, Yaratıcının varlık alemindeki her şeyi belli bir “kader” ve “mikdar”a yani ölçüye göre yaratması, belli ilkeler sayesinde yaradılış alemini sevk ve idare etmesi anlamına gelmektedir. Bu düzenin hikmetini ve illetini kavrayan insan, evrene karşı hakkaniyetli davranır. Kendine musahhar kılınan alemi hoyratça kullanmaktan ve suiistimal etmekten uzak durur. Tersine onu bir emanet olarak görür ve emanetin hakkını vermek için çabalar.

Bu yüzden adil olmak için, “bilmek” gerekir. Fakat bu bilme sadece enformatik malumat sahibi olmak değildir. Tersine bu bilgi, bizi hakikate, hakka ve adalete götürmesi gereken bir idrak, irfan ve hikmet halidir. Zira bir şeyi adil olarak tanımlamak onu kabul etmek, adaletsizlik olarak tanımlamak ise ona karşı çıkmak ve düzeltmek için çaba göstermek anlamına gelir. “Praxis” boyutu olmayan ve eyleme dönüşmeyen bir adalet kavramının özünde de araçlarında da sorun var demektir.

Zulüm, Karanlık, Fesad

Adaletin zıddı olan zulüm, yerli yerinde olması gereken her şeyin alt üst olması,hakkın gasp edilmesi ve neticede varlık düzeninin bozulması demektir. Zulüm aynı zamanda karanlık, kargaşa, haksızlık, ölçüsüzlük demektir. İnsanın başkasına zulmetmesi, her şeyden önce onların haklarını gaspetmesi halini ifade eder ve hem ahlaki hem de hukuki bir suçtur. İnsanın tabiat alemine zulmetmesi, ondan hakkı olmadığı şeyleri talep etmesi demektir. Tıpkı çevre krizi ve küresel ısınma sorunlarında olduğu gibi, tabiatı verebileceğinden daha fazlasına zorlamak evrende kaos ve fesada sebep olur. Aynı şekilde insanın kendine zulmetmesi, insanın şeref ve izzetine aykırı bir şekilde kendini karanlığa ve kaosa mahkum etmesidir.

Dolayısıyla ontolojik ve ahlaki bir değer olarak adalet, insanın kendisiyle, evrenle ve Yaratıcıyla barışık ve uyum içerisinde olması halini ifade eder. Bu yüzden adalet, sosyal ve siyasi alandan önce insanın kendi nefsinde, kendi özünde başlar. Nitekim Aristo’ya göre “insanın adalete doğal bir meyli vardır”. Adaletin olmadığı bir siyasi-sosyal düzende insanın izzet ve keremini korunması, insan onuruna yakışır bir hayat düzeninin inşa edilmesi mümkün değildir. Siyasetin, devlet idaresinin, ekonominin, hukukun amacı, şüphesiz adaletin tecelli etmesini sağlamaktır.

Adalet Paradoksu

Bu ilkeler ve tanımlar “bedihi”, yani açık-seçik olmasına rağmen, dünyada neden bu kadar çok haksızlık ve adaletsizlik var?Adalet paradoksu olarak ifade edebileceğimiz bu durum, tanımların yetersizliğinden mi yoksa uygulanmasındaki zorluktan mı kaynaklanıyor?

Adalet, sosyal-siyasi bağlamlara bağlı olarak farklılık arz edebilir ama adaletin temel bir ilke olduğu konusunda evrensel bir ittifakın olduğu ortada. Hak, hukuk, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerinden taviz veren bir düzenin adalet üretmesi mümkün değildir.

Tarihi tecrübe şunu gösteriyor: Bir ideal olarak adalet ile bir pratik olarak adalet arasındaki mesafe bütünüyle kapanmayabilir. Fakat yaşayan bir ilke olarak adaletin hayata geçirilmesi, bütün siyasi, ekonomik ve hukuki düzenlerin birincil hedefi olmak durumundadır. Amartya Sen’in TheIdea of Justice kitabında da vurguladığı gibi amaç, doğru bir adalet tanımını esas alarak dünyadaki adaletsizlikleri ve haksızlıkları ortadan kaldırmaya çalışmak olmalıdır.

Çağımızın büyük paradokslarından biri, insanoğlunun geliştirdiği muazzam ekonomik ve teknolojik imkanlara rağmen, adalete dayalı bir sistem kuramamış olmasıdır. Yunan Sofistlerinden Protagoras’a ait olan ve Eflatun’un şiddetle karşı çıktığı “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözünün popüler versiyonlarında ima edilen “her şey insan için” düşüncesinin de bir karşılık bulmadığı ortada. Her şeyin “bazı insanlar” için olduğu fikri, adaletsizlik duygusunun temelinde yatan unsurların başında geliyor. Güç hiyerarşisine göre şekillenen modern adalet kavramı, pratikte güçlünün adalet mekanizmalarını kontrol ettiği, hakkın ve hukukun izafileştirildiği, adil paylaşımın engellendiği bir sistem üretiyor.

Zengin Dünyanın Fakirlik Sorunu

Dolayısıyla sorun izlenen politikalardan ziyade, o politikaların arkasında yatan felsefeden kaynaklanıyor. Bugün 7 milyarlık dünya nüfusunun yaklaşık 1 milyarı, açlık sorunuyla karşı karşıya. 1.4 milyar insan fakirlik sınırı olan günde 1.25 doların altında gelirle yaşıyor. 1.1 milyar insan temiz içme suyundan yoksun. Yani dünya genelinde yedi insandan biri aç, biri fakir, biri de temiz sudan mahrum. Pek çok yüzü ve çeşidi olan fakirlik, sadece Afrika yahut Asya’nın yoksul ülkelerinin sorunu değil. Zengin ileri sanayi toplumlarında da fakirlik kronik bir sorun. “Kendi kaderine terkedildiği” söylenen yoksul toplumlar aslında küresel sistemin ürettiği adaletsizliğin sebep olduğu gayr-ı insani bir durumla karşı karşıyalar.

Burada bir başka paradoks çıkıyor karşımıza: Dünyamız fakir değil ama fakirlik küresel bir sorun. Neden? Çünkü dünyadaki mevcut zenginlik, adil bir şekilde paylaşılmıyor. İleri tüketim toplumlarının “ben kazanırım, ben harcarım” tavrı, küresel kapitalizmin ben-merkezci adalet ve paylaşım tasavvurunu yansıtıyor. Fakat dünyanın yüzde 10’unun zengin, yüzde 90’ının fakir olması sorunları çözmüyor ve zengin toplumlar için de hesabakatılmamış sorunlar üretiyor.

Thomas Friedman’ın aşırı iyimser yorumuna rağmen dünya sanıldığı gibi “düz” değil. Zengin ile fakir, güçlü ile güçsüz, hak sahibiyle zorba arasındaki mesafe, 21’inci yüzyıl dünyasını düzlük ve adil değil engebeli, inişli-çıkışlı, dengesiz, ahenksiz, hakkaniyetsiz bir yer haline getirmiş durumda. Fukuyama’nın “Batı kazandığı için artık tarihin sonunu ilan edebiliriz” mealindeki kehanetinin ne insanlığın küresel vicdanında ne de tarihin akış mecrasında bir karşılık bulması mümkün değil.

Lakin adalet, ekonomiyle sınırlı bir konu değil. Siyasi adalet de eşitliğin, hakkaniyetin ve barışın temelidir. Temsilde adaletin olmadığı bir düzende insanların itminan duygusuyla hareket etmelerini ve değer üretmelerini beklemek haksızlık olur. Bu yüzden adil olmayan bir barış, aslında barış değildir zira kalıcı olamaz ve çözüm üretemez. Filistin barışını ekonomik tedbirlerle – yani sorunu satın alarak—çözebileceğini sananlar bu yüzden yanılıyorlar. Filistin meselesinin ekonomik bir boyutu var. Ama Filistin sorununun temelinde adaletsizlik, haksızlık, işgal, kimliksizleştirme ve kollektif hafızayı ortadan kaldırma çabası var.

Adaletin Gücü, Gücün Adaleti

Ahlaki ve hukuki bir ilke olarak adaletin hayata geçirilmesinin önündeki engellerin başında, güç ile olan asimetrik ilişkisi geliyor. Gücü olmayan adalet, hakkaniyeti tesis edebilir mi? Aynı şekilde adil olmayan bir güç, hakkaniyet ve eşitliğe hizmet edebilir mi?

Hakkaniyete dayalı adil bir küresel sistem için adaletin güçlü, gücün de adil olması gerekir. Temel sorun, hak sahiplerini hukuk düzeni içinde güçlü kılmak ve güç sahiplerinin hukuk önünde adil davranmalarını sağlamaktır. Ahlaki olanla hukuki olanın tevhid edilmesi ve buna dayalı bir siyasetin hakim kılınması, bireysel ve sosyal adaletin temelidir. Ahlaki değerlerin izafileştirildiği, hukukun güçsüzleştirildiği, siyasetin işlevsizleştirildiği bir ortamda, adaletin tecellisini beklemek naiflik olur.

Farabi’ye göre adalet, insanın ulaşabileceği en yüksek erdemdir ve kamu düzenininde temelidir. İnsan onuruna yaraşır bir ahlak ve özgürlük düzenini ifade eden “erdemli toplum”un omurgasını da adalet oluşturur. Muazzam imkanlara ve kaynaklara sahip dünyamızın daha adil, daha insancıl ve hakkaniyetli olması için, erdemli bir bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Aksi halde güçsüz adaletin ve adaletsiz gücün yol açtığı yıkım, bütün insanlık için büyük bedeller üretmeye devam edecek.