Ahlakın gerekmediği yer var mı?

Prof. Dr. İskender Öksüz - Yazar
23.11.2013

“Bilimsel Sosyalizm”in, yani Komünizmin SSCB desteğinde Türkiye’yi kasıp kavurduğu günlerdi. Hani en yüksek makamlardan birindeki bir zâtın, “Solcu olmak adam olmaktır” vecizesini ettiği günler. Sol partimizin ve solcu belediye başkanımızın şehrimizde iktidar olduğu günler. “Zabıta!” çığlıkları arasında işportacılar dağılırken, onbeş-onaltı yaşlarında simitçi bir genç istifini bozmamış, sessiz ve sâkin kaldırımda yürüyüşüne devam etmişti. Zabıta memuru ona yaklaştı, durdu, bir şeyler konuştular ve memur onu bırakıp zabıtalığına devam etti. Arkadaşımla çocuğun yanına gittik ve ne olduğunu sorduk. “Ağabey” dedi çocuk, “bizim haracımızı falanca alır. Zabıta gelince onun ismini söyleriz, bize dokunmazlar.”


Ahlakın  gerekmediği  yer var mı?

Sonra arkadaşımla bunun felsefesini yaptık. “Sosyalist” geçinen bir belediyenin sosyalist geçinen bir meclis üyesi nasıl oluyor da on beş yaşındaki çocuktan, çocuk işçiden haraç alabiliyordu! Bu yaptığını ideolojisiyle, değerleriyle nasıl bağdaştırıyordu?

Ben sağcıydım ya. Bir zamanlar bütün ahlâklıların sağda, bütün ahlâksızların da solda bulunduğuna inanırdım. Günler geçip saçlarım ağardıkça şunu öğrendim: Ahlâklı-ahlâksız, namuslu-namussuz, yalancı-doğrucu dağılımıyla sağ-sol, milliyetçi-kozmopolit, dindar-pek-de-dindar-değil çizgilerinin pek bir bağlantısı yoktur. Her fikirde, her ideolojide ve inançta gayet eşit miktarda ahlâksız, namussuz, yalancı bulunmaktadır. Gayetle eşit ve gayetle laik bir dağılım vardır. 

Bu buluş benim hayretimi gidermedi. Nasıl olurdu da muhafazakâr veya sosyalist veya milliyetçi veya dindar bir adam aynı zamanda hırsız, yalancı, ahlâksız olabilirdi? Bunu havsalam almıyordu. İtiraf edeyim ki hâlâ almıyor. Belli ki insanların kafasında kompartımanlar var. Hayatlarının şu şu şu bölümlerinde savundukları, inandıklarını ifade ettikleri değerle göre davranıyorlar. Fakat şu şu ve öteki bölümlerinde ise yalan, dolan ve hırsızlığın mubah olduğunu düşünüyorlar. 

Ahlâkın gerekmediği alanlar şunlar: Ticaret ve siyaset. O kadar ki, insanlar hacca gittikten sonra ticaret yapmanın uygun olmayacağı kanaatindedirler. Hazır hac yapıp günahlardan temizlenmişken yeniden kirlenmek istemezler. Çoğunluk artık çalışmayacağı, çalışamayacağı yaşa kadar bekler. Ecel daha önce gelmezse hacca gider. Hacda yaş ortalaması en yüksek grup Türklerdir. (Öğrendiğime göre son yıllarda Türk Hacılarda bir gençleşme eğilimi başlamış. Hayırlı haber!)

Hacca kadar her şey serbest, nasıl olsa orada temizleniriz anlayışı bana bir tanış Ermeni hikâyesini hatırlattı. Köydeki Ermenilerden biri son nefesini vermek üzereyken imam talep eder; Müslüman olarak ölmek istediğini söyler. İmam gelir... Durumu anlatırlar. Tam Ermeni, “Eşhedü...” diye başlarken bizim İmam atılıp ağzını kapatır. “Biz elli sene günde beş vakit abdest alalım, namaz kılalım, Ramazan’da oruç tutalım... Sen son saniyede eşhedü diyeceksin ha!” diye söylenir. Bizim “ölmeğe, ölmeğe, ölmeğe geldik” hacıları da biraz son nefesinde kelime-i şahadet getiren Ermeni’ye benziyor. Ama biliyorsunuz burada imam efendi haksızdır. Hacılarımızın haclarını da Allah kabul etsin. Fakat Müslümanlığa göre hac, bir ibadettir. Namaz gibi, oruç gibi. Haccın Hıristiyan vaftizcilerin yıkanmaları veya Katoliklerin günah çıkarmaları gibi bir temizlik garantisi sağlama cennete endülüjans verme fonksiyonu yoktur. Müslümanlar hayatları boyunca işledikleri sevaplarla ve günahlarla, yerine getirdikleri ve getirmedikleri farzlarla yargılanacaklarına inanırlar. Hayatı boyunca kul hakkıyla beslenmiş, kibirden yanına yaklaşılmayan adam hacca gitmekle pir-ü-pak olmaz. Dinimizde, açıkgözlerin hizmetine sunulan bir “reset” düğmesi mevcut değildir. 

Siyaset hakkında sarfedilen sözlere bakınız: “Siyaset yapıyor!” (Samimî değil, inanmadığını söylüyor manasına.) “Biz siyasete bulaşmayız!” (Siyaset çamurdur ya!) Demek ki ülke yönetimi pis bir iştir. Demek ki bu cümleleri kuranlar dürüst insanlardır, fakat pis işle uğraşan insanlar tarafından yönetilmektedirler ve bunu kabullenmektedirler! Osmanlı zamanında “siyaset” askerî sınıfa mensup bir memurun idam fermanı demekti. Bizim zamanımızda ise bu kelimede yalan, “mış gibi davranma”, arkadan vurma ve hırsızlık çağrışımları var.

Ticaret ve siyaset aslında insanın cemiyetle ilişkisinin yüzde doksanıdır. Bunlarda ahlâksız olacaksanız nerede ahlâklı olacaksınız ki? İşte bu hastalıklı düşünceler bizim cemiyetimizde “ahlâk” kavramını belden aşağıya, “kızlı-erkekli”ye hapsetmiştir. 

Bu utanılacak anlayış, yakın tarihimizdeki şartlar içinde daha da beter hale geldi. 1968-1980 arasında Türkiye SSCB’nin fikir saldırısı altındaki ön cephesiydi. “Bilimsel sosyalist” devrimciler “kahrolsun kapitalizm” diyorlardı. Eh onların karşısındakilerin de “yaşasın kapitalizm” diyecek halleri yoktu ya... Onlar da kapitalizmi kahrederek yetiştiler. Sonra mezun oldular. İş-güç sahibi oldular ve ne görsünler, kahrede ede yaşlandıklar şeyden olmamışlar mı: Kapitalist! Kendileri kapitalist olamayanlar da bir kapitalistin yanında çalışıyorlardı. Muhafazakâr bir ailede büyüdükten sonra kötü yola düşmüş bir kadın gibi hissettiler. Madem çirkefin içindeydiler... Bırakıverdiler kendilerini. Her türlü çirkefliği yapabilirlerdi. Hatta iş hayatında çirkeflik yapmayana, yalan söylemeyene, ahlâklı olmaya çalışana hayat yoktu. İş hayatına atılmadan önce bunları öğrenmişler, bunları sloganlaştırmışlar, bunları bağırmışlardı. 

Ticaret-siyaset ilişkisi

“Kahrolsun kapitalizm” yılları sona erdi. Fakat bu algılarla, bu anlayışlarla onları takip eden 1980 ve 1990’lı yıllar, galiba, Türkiye’de iş hayatında ahlâkın dibe vurduğu dönemdir. Para kazanmak için siyasete girenler o sahayı da çirkefe çevirdiler.  Bütün bu ahlâksızlıklar yapılırken kendilerini şöyle temize çıkarıyorlardı: “Hamama giren terler. Ticaret başka türlü yapılmaz ki. Siyaset başka türlü yapılmaz ki. Herkes böyle yapıyor.”

Sonra ticaretle siyaset bir biriyle paslaşmaya başladı. Sonunda birbirleriyle sarmaş dolaş uçurumdan aşağı uçtular. İş hayatını dolandırıcılığa, siyaseti mafya düzenine döndürdüler.

Halbuki ne iş hayatı namussuzlukla yapılır ne de siyaset ilelebet mafya taktikleri ile yürütülebilir.

İş hayatında her adımınız noter kanalıyla atsanız bile, bütün bu tedbirlere ilaveten güven unsuru yoksa iş yapamazsınız.

Fukuyama, sırf bu güven üzerine bir kitap yazdı ve adını da “Güven” (Trust) koydu. Güvensizlik, toplumdan tahsil edilen, fakat topluma geri dönmeyen bir vergi etkisi yapıyor, ülke ekonomisini olumsuz etkiliyordu. Kitaptaki tezler ciddiye alınmış olmalı ki bir “Güven İndeksi” (Trust Index) tesis edildi ve ülkeler bununla değerlendirildi. Güven ölçmek için yapılan ankette tek ve basit bir soru soruluyor: “Genel olarak insanların çoğunluğuna güvenilir mi; yoksa insan ilişkilerlinde çok dikkatli olmak mı gerekir?” “İnsanların çoğunluğuna güvenilir” cevabını verenlerin yüzdesi, güven indeksidir. 

İnsanların birbirlerine en çok güvendikleri ülkeler, İskandinav memleketleri. İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka çıkıyor. Bu ülkelerin ahalisi ankete yüzde 80-90 civarında, “evet insanlara güvenilir” cevabını vermişler. Dünya ve OECD ortalamaları yüzde 60 civarında. Türkiye başı çekiyor! Hangi başı? Alt başı: Dünya Değerler Araştırması’nın 2005-2009 arasında incelediği 68 ülke arasında Türkiye, Ruanda, Tobago ve Trinidadlar birlikte en altta. Türkiye’de “insanlara güvenilir” diyenler ankete katılanların yüzde 20’sinden az. Daha kötüsü, Türkiye’de güvenin yirmi yıldan kısa bir sürede yüzde 50 civarında azaldığı görülüyor. Bu da dünya rekorları arasında. İyiye gidiyoruz diyenlere bu hükümlerini bir daha gözden geçirmek düşüyor.

Ancak kendileri kadar ahlâklı siyasîlerin sırtına binerek iş adamı olanlar, o destek çekildiğinde yükselişlerinden daha büyük bir hızla düşüşe geçerler. İsim vermek istemiyorum ama bir bakın bakalım, 1980’lerde, 1990’larda hızla yükselen o “iş adamları”ndan geriye kaç kişi kaldı. 

Sermayesi güven olan...

Niçin düştüler? Çünkü ana sermayeden, itibar ve güvenden yoksundular; bu bir... İkincisi bunlar iş adamı falan değildi. Devlet imkânlarını sömürme üzerinden, sağlanan haksızlık pencerelerinden geçivermek üzerinden zenginleşmişlerdi. O pencereler kendilerine kapanıp başkalarına açılınca ortadan yok oldular. Çünkü “işin işinden” haberleri yoktu. 

İş hayatında en büyük sermaye itibardır. İnsanları bir kere kandırabilirsiniz. Hatta daha önceden dürüstlüğünüzü ispatlayan bir geçmişe sahip değilseniz bir kere bile kandıramazsınız. Avrupa- Amerika hattında Kalvinistlerin, Püritanların ve genel olarak Weber’in Protestanlarının bir özelliği de dinî inançlarına dayanarak kendi cemaatleri içinde, birbirlerinin indindeki güvenleriydi. 

Yaygın kanaat tamamıyla yanlıştır. Televizyon dizilerinde bir birlerine sürekli kazık atan iş adamlarının gerçek hayatta karşılığı yoktur. İş hayatı ahlâk gerektirir, ahlâk demektir. İtibarsız kişiden bahsedilirken, “piyasadan bir ton demir alamaz, piyasadan bir ton yağ (veya pamuk, veya buğday, v. s.) alamaz” diye itibarsızlığı anlatılır. Adı böyle çıkmış tüccardan, imalatçıdan insanlar vebadan kaçar gibi kaçar, onu tanıdıklarını bile söylemekten çekinirler.

İtibar ve güvenden başka bir de iş geleneği lâzımdır. İş adamlarının namuslu olmalarını sağlayan kaynaklardan biri mensup oldukları değerler sistemi ise, diğeri de iş hayatının, iş çevresinin geleneğidir. İş hayatındaki namusu büyük çapta bu gelenek sağlar.  Bakınız, son asrın iş adamları arasında metropollerden gelme iş adamı yok gibidir. Metropoller ahlâksız mıydı? Hayır, fakat metropollerde Müslüman iş adamı kalmamıştı. Bu halin tasvirini -daha önce bahsettiğim gibi-  Dr. Hasip Saygılı, sebeplerinin analizini de Prof. Dr. Timur Kuran vermektedir. Dolayısıyla bizim metropollerimizde ticaret ve iş geleneğinin, ticaret ve iş namusunun doğması ve gelenek hâline gelmesi de mümkün olamadı. Daha doğrusu, daha önce var olan gelenek, dumura uğradı. Bugünkü büyük ticaret ve sanayi kurumlarının temellerini atanlar taşralıdır. Koç Ankaralı, Sabancı Adanalı’dır. İstanbul kökenli birkaçı ise Mahmutpaşa gibi daha yeni gelenek merkezlerinden çıkmıştır. Bugün gâh Anadolu Kaplanı, gâh Yerli Kalvinist dediklerimiz de metropollerden ziyade Anadolu’nun iş, güven ve gelenek çevrelerinden gelmektedirler.

Siyasetin yolsuzluğa bulaşması, ülkede iş geleneğinin, iş namusunun teşekkülünü de önler. Vergisini veren iş adamı vergi kaçıranla nasıl rekabet edemezse, namuslu iş adamı da ahlâksız siyasetçiye dayanarak yükselen “iş adamları”yla rekabet edemez. Kötü iş adamı, iyi iş adamını kovar. Libertaryen klavyelerin yazıp çizmeleri gereken bir konu da budur her halde.

[email protected]