Anayasayı neden yapmak zorundayız?

Ali Osman Sezer/Hukukçu
13.04.2013

Yeni yüzyıla girerken ideolojiler çağını belirleyen partnerlerden biri olan reel sosyalizmin oyundan çekilmesi bu sistemi sürdürülemez duruma düşürmüştü. Şu an gerçekleşen büyük değişimler de ideolojik dünyanın fay hatlarında yaşanmakta. Bu hareketliliğin sonucunda yeni ve köklü değişimlerin gerçekleşmesi kaçınılmazdır.


Anayasayı neden yapmak zorundayız?

Dünya yeni bir çağın eşiğine gelmiş bulunuyor.  Bu kadar kısa bir zaman diliminde, dünyanın onlarca ülkesinin neredeyse aynı anda köklü değişimler içine girmesini nasıl anlamalıyız? Buna, teamül haline gelmiş ve nasıl düşünmemiz gerektiğinin programlandığı komplo teorileri yaklaşımı ile bakabileceğimiz gibi, birkaç yüzyılın ideolojik tortuları ile kirlenmiş teori gözlüklerini çıkartarak bakmayı da denemeliyiz. Çünkü komplo teorilerinin en işlevsel özelliği, gerçek problemlerin çözüm süreçlerine dönüşmüş oluşumların yönünü saptırmak ve bu oluşumların meyvelerini doğal mecrası dışına düşürebilmektir. Bu nedenle her olayı komplo teorilerine bağlı okumak, başlangıçta bununla ilgisi olmayan gerçek gelişmeleri de bu teorilerin kurbanı haline getirebilir. Başlı başına komplo söylemi bile bu anlamda bir olayın gerçek mecrasını başka mecraya eğen komplonun kendisi olabilir. Bilimsellik vurgusu ile desteklenmiş ideolojik kalıplarla edinilmiş algılar, olayları görme biçimini bu doğrultuda okumayı sürdürmektedir. Ne yazık ki bu okuma da her şeyin aynı kalıplar içinde algılanması ve kalması dışındaki değişimlere geçit vermek istemiyor.  

18. ve 19. yüzyıl Aydınlanma Çağı olarak dev filozofların yüzyılıydı. 20. yüzyıl bu devlerin devletler üzerinden somutlaştığı ideolojiler çağı olarak gerçekleşti.

Rönesans’la başlayan, ardından coğrafi keşiflerle güçlenip, sanayi devrimine evrilen süreç, kendinden önceki her şeyi yerinden ederek kendine yepyeni bir dünya kurdu. Bu kurulan yenidünyanın kaosu içinde, olan bitenin anlamına dair üretilen düşünceler ideolojilerin temellerini atmış ve yönlerini belirlemiş oldu. 

İdeolojiler çağı

İdeolojiler çağı, seçili öngörülere dayalı teorilerin normlaştığı ve bu normların normalleştirilmesi çabasında, buna direnen herkesin anormal kabul edildiği bir çağ oldu. Bu hastalığın ateşi şimdilerde düşse de, yol açtığı travmalar kolay kolay iyileşeceğe benzemiyor. Öyle ki her ideoloji önce tarih felsefesi projektörü ile insanlık tarihini kendi tanrılarının hakikatleri ile aydınlatıp bugün ‘neden böyle olmalıyız’a bilimsel izahlar getirdi. Böylece kendisini bu bilimsellikle açıklayamayan tanrılar bir bir kovularak dünya, ideoloji tanrılarının savaş alanına hazırlanmış oldu.

Bugün hala bu tanrılardan aldıkları gizli hakikatlerin misyonerliği inancıyla, kendilerinden farklı olan herkese, günahkar muamelesi yaparak haykıranların, ideolojiler çağının krizlerini atlatamadığını kaygı ile izliyoruz.

İdeoloji çağının en belirgin özelliği (bilimsel!) teorilere yaslanmasıdır. Bu teoriler, sanki tanrılarından aldıkları mutlak hakikatler olarak uygulandı. Toplumlar bu teorilerin hakikatini ispatlamakla görevlendirilmiş olarak, bunların ne kadar doğru, ne kadar gerekli, ne kadar mutluluk verici olduğunu göstermek ve biz bugüne kadar bunlarsız ne yapmışız, meğer ne kadar ezilmişizi oynamak zorundaydı. Aksi takdirde diğer kabilenin(ideolojinin) ajanı veya hayranı olmadığınızı, lütfedilen ideolojiyi ne kadar sevdiğinizi ispatlamak hususunda epeyce yardıma ve sabra muhtaç olunurdu. Bu anlamda ideolojiler çağının hangi ideolojiyi sevip sevmediğiniz üzerinden yer edinilen, sevgi çağı olarak gerçekleştiği de söylenebilir.

Toplumlar ve tarihleri

Tarihle ilgilenmeyen bir millet olarak, yakın tarihimiz hakkında bile hafızamızın öyle güçlü olduğundan söz edilemez. Bu nedenle yazının sınırları izin vermeyeceğinden tek tek olaya dayalı hatırlatma yerine, herkesin kendi hikayesini görebileceği bir çağın üzerinden hızlıca geçip, buraya nereden geldiğimizi hatırlamak istedim.

Levinas Tevrat’a dayandırdığı şöyle bir diyaloğu nakleder. Tanrı Musa’ya sorar: -Neredesin? Musa karşılık verir: - Buradayım. Oysa Tanrı Musa’nın nerede olduğunu bilir ve O’nun bunu bildiğini Musa da bilir. Ancak buna rağmen Tanrı Musa’ya böyle bir soruyu sorar ve Musa da ona cevap verir. Aslında insan her an böyle bir diyaloğun muhatabı olarak bir yerdedir. Ancak durduğu yerin neresi olduğunu söyleyebilmek o kadar kolay görünmüyor. Çünkü böyle bir soruyu cevaplayabilmek bir dünya tasavvurunu ve bu dünyanın mahiyetinin bilinmesini gerektirir. Ancak ondan sonra kişi var olduğu mekanın neresinde nasıl durduğunu anlayıp bu soruya cevap verebilir. Verilebilecek böyle bir cevap, kişinin içinde yaşadığı dünyanın nerede ve nasılına, kendisinin bulunduğu yere neden ve nereden geldiğine, sonra nereye yöneleceğine, kendinin kim-liğiyle, bu kim-likle neden oradalığına vereceği bir cevap olacaktır. Levinas’ın sorumluluk etiği ve özne olma ilişkisini dayandırdığı bu diyalogda bilinç ve sorumluluğun ilişkisini bu kadar basit bir düzlemde görmek mümkün olabilmiştir.

Belki kendimizi bu sorunun muhatabı olarak görüp, biz de O’na cevap vermeyi denemeliyiz. Öyle zannediyorum ki, bir kişinin/toplumun bu soruya verebileceği bilince ve sorumluluğa dayalı buradayım cevabı, onların kim-liklerini ve dünyalarını bu anlamda şekillendirecektir. Çünkü böyle bir bilinç ve sorumluluktan yoksun bir cevabın bilinçsizliği ve sorumsuzluğu insanı, herhangi biri ve herhangi bir yerde olmanın anlamsızlığına mahkum edecektir.

Yazıya, dünyanın yeni bir çağın eşiğinde olduğunu ileri sürerek başladık. Nasıl ki ideolojiler çağı olarak adlandırdığımız 20. yüzyıl, önceki yüzyılların başlattığı köklü değişimlerin evirip ortaya çıkardığı dünyanın yeni anlam arayışları içinde gerçekleşmişse; 21. yüzyıla da bu ideolojilerle yeni bir kaosa düşmüş dünyanın, artık baş edilemeyen ve istenmeyen problemlerine karşı yeni bir arayış olarak girildi. Zaten yeni yüzyıla girerken ideolojiler çağını belirleyen partnerlerden biri olan reel sosyalizmin, oyundan çekilerek bu sistemi sürdürülemez duruma düşürdüğü, şu an gerçekleşen büyük değişimlerin de ideolojik dünyanın fay hatlarında başlayarak gerçekleştiği, bu hareketliliğin sonucunda yeni ve köklü değişimlerin kaçınılmaz olduğu da malum.

Yeni sürecin özneleri, neyin nereden geldiğini ve nereye gittiğini görüp, bu süreçte özellikle kendilerinin nasıl ve nerede olmaları gerektiğini kendileri belirleyebilenler olacak.  Hep olduğu gibi, değişim dalgasının kendilerini etkilemeyeceğini zannedip uygun planlar yapamayanlar, bu sürecin nesneleri olarak, dalga onları nereye atarsa orada olacaklar. Halkın kendi iradesi ile aldığı bunca yolu yine kendi iradesi ile yapacağı anayasa ile pekiştirmeden bu dalganın atlatılması mümkün olamaz. Tarih de geçmiş nesillerin dedikodusunu yapmakla değil, işte bu dalgayla savrulmuş yada geçmeyi başarmış toplumların durumunu inceleyerek bunu ortaya koyar.

Böyle bir dönemde nerede olunacağı sorusunun en uygun cevabına, bunu olduracak olanın şu an nerede olunduğunun bilincine varmakla ulaşılabilir. Öyleyse olduracak olan kim?

Anasayasa çatışma alanı mı?

İdeolojik çağ olarak nitelediğimiz 20. yüzyılda bunlar, halk adına her şeye karar verip, seçtikleri ideoloji kuramlarıyla devletlere ve toplumlara şekil vermeye çalışanlar oldu. Çoğu bu doğrultuda şekillenen parlamenter rejimlerin fonksiyonları milli irade ile alakaları üzerinden uzun zamandır eleştiri konusu oldu. Öyle ki her biri kendi ideolojik görüşü üzerinden gerçekleştirdiği yapılanması ile parlamentoda yer alan siyasi partilerin, birlikte karar alıcılığı ile gerçekleşecek icraatlar, çoğu zaman halkın mutabakatı olduğu konularda bile, bu partilerin içinden çıkılması imkansız gibi görünen ideolojik çelişkileri karşısında gerçekleştirilemiyor. Bu durum yapılacak icraatların halkın taleplerine ve ihtiyaçlarına uygun olup olmadığından çok, her bir partinin ideolojik yapısına uygunluğu üzerinden ele alınıyor. Anayasa yapım sürecinin her partiden eşit sayıda üyenin mutabakatına bağlandığı çalışmalar bu durumun en açık göstergesi olarak devam ediyor. Oysa yasalardan farklı olarak onları da belirleyen ve değiştirilmesi çok güç olarak, devletin ve halkın meşruiyet zeminini belirleyecek anayasaların, olabildiğince halkın iradesi ile örtüşecek bir zeminde yapılması gerekir. Yoksa her biri iktidar olma amacıyla hareket eden siyasi partilerin ideolojik yapıları üzerinden halkın anayasasını oluşturmaya çalışmak, bu ideolojik yapıya uygun halk oluşturmaktan farksız olur. Şu anki durum siyasi partilerin, halkın zemini oldukları izlenimi veriyor. Oysa halk, siyasi partilerin zeminidir. Bu yüzden anayasanın halkın bulunduğu zeminde yapılmasının koşulları bulunmak zorundadır. Söz konusu olan halkın kendi anayasasını yapmaksa, kolay ve daha masrafsız bir yolu, olması gerekenin zorluklarını ileri sürerek tercih etme ve geciktirme lüksümüz yoktur. 

Hangi sistem mükemmel?

Bu günlerde başkanlık sistemi üzerinden parlamenter sistemin tartışılmasının, halkı bu sistemin yada alternatiflerinin, nasıl olmalı sorusuyla sürece yaklaştıracağını ve bunu olduran kılacağını umuyorum.  

Ne kadar mükemmel olduğu ileri sürülse de, halkın karar alıcı bir özne olarak tasavvur edip, kendisinin canlandırarak deneyimlemediği bir sistemle alaka kurabilmesi ve bunu kritik edip eksiklerini lehine dönüştürebilmesi söz konusu olamaz. Haliyle bu durumun eksikliği, halk ve sistem arasındaki ilişkiyi koparıp, halkın yerine karar alıcıların idealist görüşlerini sistemleştirecektir. İdealizm, halkın idealleri söz konusu olduğunda anlam ifade eder. Yoksa durum kendi idealleri ile ideal halk yaratmak isteyen, milletin devletini görünmez kılıp, onun yerine devlet gibi görünen ideoloji tanrılarının kulu olup olmama hesabını vermeye dönüşür. 

Hiçbir sistem hazır, ideal bir meşruiyet üzerinde kurulmaz. Bu yüzden meşruiyet zemini, halkın kendi karar ve deneyimlerinin öznesi olarak, kendisiyle birlikte devletini de milletin devletine dönüştürebildiği ve bunu muhafaza edebildiği süreçte elde edilebilir. Eğer ideal bir meşruiyet zemini söz konusuysa oraya böyle bir süreçle varılabilir, yasal buyruklarla değil. Yasalar toplumun meşru kabul ettiği değerleri güvence altına almak için yapılır, yapılan yasaların tazyiki ile meşruiyet elde edilemez, ancak güvenceye alınır. Çünkü bir toplumun meşruiyet algısı dayatmalarla değil, onun gönüllü olarak ürettiği değerlerle oluşur. Yoksa bunun yasayla üretilmeye çalışılması zorla inanç dayatmaktan farklı olmayacaktır. 

İçinden geçtiğimiz süreçte halk, kendi ideallerini -kim olduğu, nereden geldiği, nerede/nasıl bir dünyada bulunduğu ve nereye yönelmek istediği üzerinden- sistemleştirip,  buna sahip çıkamazsa, onun yerine, ideoloji tanrılarının ideallerine uygun bir sistemin ideal halkı olup olamamasının hesabını vermek zorunda kalacaktır.

[email protected]