Avrupa’da oryantalizmin yeni yüzü olarak İslamcılık algısı

Selman Dilek / Marburg Üniversitesi
29.11.2014

Batı’da İslamcılık farklı çehreleriyle tartışma konusu olabilseydi bu, hem Müslüman toplum açısından hem de Batılı toplumlar için önemli imkânlar sunabilecekti. Fakat bir taraftan Müslüman toplumun içerisinde bulunduğu varoluş mücadelesi, diğer taraftan Batı kamuoyunun İslamcılığı Selefi/Vahhabi akımlarla eşdeğer tutması, bu ihtimali mümkün kılmıyor.


Avrupa’da oryantalizmin yeni yüzü olarak İslamcılık algısı

Avrupa’da İslam tartışmalarında, aslında her biri farklı bir anlam ve topluluğa işaret eden kavramlar, akademik oryantalizmin yerini alan, daha hızlı bilgi üretimi ve böylece daha hızlı karar ve hüküm süreçleriyle ortaya çıkan bir politik ve medyatik oryantalizm ile sınırları belirsiz ve birbirleri yerine kullanılan tanımlara dönüştürüldüler. Çokkültürlülük ve farklı kimliklerin etkileşimi üzerine gelecek tasavvurunu geliştiren Avrupa’nın, Müslümanları anlamlandırmada modernite öncesi teolojik ve tarihi okuma temelli bir yaklaşımı devam ettirmesi, Müslüman, İslamcı ve Selefi gibi tanımlamalarda herhangi bir ilmi kıstas gözetememesine neden oluyor. Bu durum Renan’dan günümüze Avrupa’da İslam algısında, gayeler ve eleştiriler bağlamında benzeri bir muhtevaya sahipken, yöntem ve sonuçlar açısından yeni bir süreç yaşandığını gösteriyor. Daha çok çatışma bölgeleri üzerine araştırmacı gazeteciliğiyle öne çıkan ve bir süre önce vefat eden Peter Scholl-Latour dönemi Müslüman toplumları içerden okumaya gayret eden üslup, İslam ve Doğu Araştırmalarının akademiyle siyaset ve medya arasında sahip olduğu ilişkinin bir tezahürüydü. Fakat 2000’ler sonrası tebellür eden ve İslam eleştirisini merkeze alan aydın ve gazeteci modeli ile Batı kamuoyuna yönelik İslam sunumunda bir algı ve yöntem değişimine geçildiği görülüyor. Bu durum, 11 Eylül sonrası daha açık görülen İslam’a karşı değişen siyasi yaklaşımla açıklanabileceği gibi, aslında oryantalizmin akademiden araştırma kuruluşlarına evrilen ekseniyle de yorumlanabilir. Günümüz Batı siyasetinin Müslüman toplumlara yönelik yaklaşım ve bilgi ihtiyacını teminde üniversitelerden düşünce kuruluşlarına doğru bir geçiş olduğu genel olarak söylenebilir. Bu düşünce kuruluşlarını da medya, sermaye ve siyasi kurumlardan bağımsız değerlendirmemek gerekiyor. Avrupa’da Müslümanlarla ilgili yaklaşımda ülkeler arası farklılıklar olmakla birlikte, Avrupa genelinde kurumlar arası ortak bir politika geliştirildiğini görmek de mümkün. Bu politika, İslam’ı şer’i bağından ‘azade kılacak’ yeni teolojik yorumlara zemin hazırlayan akademik girişimleri destekleme; Müslüman toplumu ‘İslamcı’ olarak vasıflandırılan düşünce ve hareketlerden uzaklaştırma; yerel toplumlar nezdinde İslam’a yönelişi sınırlama ve İslam algısını olumsuz eksende tutma şeklinde tezahür etmekte. Müslümanların Avrupa’da kalıcı olduklarını kabulüyle hem Müslüman toplumun dönüştürülmesi hem de Batılı toplumlarındaki mevcut algının yönlendirilmesini gaye edinilmiştir.

Avrupa’da İslamcılık ilmi manada efradını cami ağyarını mani bir tanıma sahip değil. Bilhassa hem Ortadoğu’daki gelişmelerden hem de Avrupa içerisindeki Müslüman topluluklardan bahisle kullanılan radikal, selefi ve cihadist gibi tanımların ilmi bir zemini bulunmamakta. Örneğin IŞİD mensupları İslamcı olarak tanıtılırken yine Avrupa’daki ilgisiz bir Selefi topluluk ve hatta sufi temelli bir dini kuruluş da İslamcı olarak tanımlanabilmekte. Genel anlamda bakıldığında ne Arap ülkeleri ne de Türkiye kökenli dini kuruluşların, İslamcı bir tezi temel alarak, bulundukları toplumlarda var olmaya çalıştıkları söylenemez. Bu her şeyden önce, köken itibariyle İslamcı olan toplulukların sahip oldukları ideolojik duruşun ilmi kifayetsizliği, konjonktürel değişimlere tabi olması ve yeni toplumda varoluş mücadelesinde anlamını yitirmesinden kaynaklanmaktadır. 20. Asrın başlarında ekseriyetle sömürgeciliğe karşı örgütlendiği şeklinde yorumlanan, aslında Müslümanların batı bilim ve teknolojisi karşısında bir toplum ve siyaset modeli geliştirmeye yönelik fikri arayışları ile açıklanabilecek ve bu düşünsel zeminin asrın ortalarına doğru toplumsal faaliyetlere yansımalarıyla ortaya çıkan bir olgudan söz ediyoruz. Bu bakımdan modernleşme ile etkileşimin bir neticesi olan İslami hareketleri yalnız siyasal bağlamı içerisinde değerlendirmek mevcut durumu açıklama ve geleceğe yönelik perspektif geliştirme de yanlış anlamalara sebebiyet verebilecektir. Nitekim günümüz Batı siyasetindeki hakim paradigma da, İslamcılığı bu düşünsel alternatifliğinden çok sömürgecilik sonrası doğan bir toplumsal mücadeleyle sınırlı okuma çabasındadır.

Batı’da İslamcılık tanımları

Yine bu Batılı okuma biçiminin temel problemlerinden birisi, Avrupa’ya göç eden İslamcıların yaşadıkları tecrübe ve gelecek dönüşümlerini okuyamamaktan kaynaklanmakta. Örneğin milliyetçi Arap göçmenler aynı yaşam biçimine sahip olmalarına rağmen, yerleşik durumu kabullenme ve yerel kimlikleri (ör. Müslüman Fransız, Alman gibi) sahiplenme hususlarında İslamcılardan daha fazla sorun yaşamaktadırlar. Bu anlamda uluslaşma üzerinden modernleşen Arap toplumlarında İslamcılık yeni bir üst kimlik iddiasıyla, uluslaşmaya alternatif bir fert ve millet kimliği sunduğundan, İslamcılar postmodern batıda varlık göstermede daha esnek ve rahat bir süreç yaşamışlardır. Elbette bu durumda, İslam dünyasında maruz kaldıkları zulümden Avrupa’nın imkân tanıdığı hürriyete geçişi de hesaba katmak gerekiyor. Bunun yanında İslamcılığı batı toplumlarının ittifak ettikleri seküler değerlerden ayıran meseleler ise, daha çok Batı-İslamcılık/İslam gerilimi bağlamında değil, batı-din ilişkileri içerisinde okunması gereken hususlardır. Bu anlamda batı medyasının İslam eleştirisinin aslında bir din eleştirisi olduğu unutulmamalı. Günümüzde İslamcı düşünce ve kuruluştan gelen topluluklar Avrupa’da kendilerini o ülkenin Müslümanları olarak tanımlama yönünde eğilime sahiptirler. Kimlik ve varlık arayışı aşamasında olan toplumların sisteme yönelik bir dönüşümü öngören bir mücadele içerisinde bulunmaları beklenemez. Bu sebepten bir sistem alternatifi olarak gelişen İslamcılık tezleri eski İslamcıların gündeminde bulunmuyor. Mamafih Müslümanlar, toplumda varoluş alanını temin edecek, dini inanç ve pratikleriyle yerel toplumla karşılıklı bir kabul aşamasında bulunmaktalar. Belki bu süreçler aşıldıktan sonra Müslümanların siyaseten ve iktisaden kendi tezlerini ileri sürme aşamasına geçebilecekleri söylenebilir. 90’larda daha çok köken ülkelerine yönelik çalışmalar yürüten birinci nesil göçmenlerin oluşturduğu kuruluşları, 2000’lerdeki nesil dönüşümüyle İslamcılık altında tanımlamak, Avrupa’da bulunan Müslümanların konumunu yanlış okumaktan başka bir şey değil. Bu nesil dönüşümüyle yaşanan anlam ve gayelerdeki farklılığınbilincinde olan batılı kurumlar da, İslamcılığı artık daha çok selefilik ve cihat ekseninde bir anlamda kullanmaktalar.

Bu açıdan Batıda İslamcılık tecrübesi, Müslümanların hem süreçleri anlamlandırma hem de yönlendirme açısından daha edilgen oldukları bir vaziyet gösteriyor. Örneğin son dönemde medyada çokça karşılaştığımız selefilik problemi üzerinden gidersek, İslam tarihindeki mevcut “selefi” tanımının belirli bir yöne çekildiğini görmekteyiz. Burada hem kendilerini selefi olarak tanımlayan hareketlerden kaynaklanan bir anlam sapması, hem de batılı kurumlar tarafından cihat, islamizm vb. açısından gerçekleşen bilinçli bir tanım dayatma yaşanmakta. Burada asıl acziyet kendi tanımlarını geliştiremeyen Müslüman topluluklardadır. Bir taraftan sömürgeciliğe başkaldırdığını iddia ederek diğer taraftan sömürgecilerin ürettiği tanımlar içerisine hapsolan zihinlerin, hakikatte sömürgeciliğe karşı hiçbir alternatif geliştiremeyecekleri ortada. Batı’da yükseldiği iddia edilen Selefiliğin (bu tanımın ne kadar doğru olduğu tartışılmalı) içeriği ve hedefleri de oldukça belirsiz. Yaptıkları eylemleri sonuçları doğrultusunda okursak, Müslümanların aleyhine işleyen bir süreçte vasıta oldukları açıkça görülmekte. Yalnızca İslam algısına yaptıkları olumsuz etkiler değil, Müslüman toplum arasında sebep oldukları ihtilaf ve İslam düşünce ve geleneğine verdikleri zarar da oldukça yüksek. Daha önemli bir diğer husus da modernleşmeye tepki olarakveyegâne toplum ve siyaset modeli gayesiyle gelişen bir fikri mücadelenin (İslamcılığın), belirli örgütler üzerinden basitleştirilerek hem batı toplumu hem de Müslümanlar nezdinde ötekileştirilmesidir.

Selefilik: Anlam daralması

Selefilik ile ilgili değerlendirmelerin genelde mühtedileri konu edinerek yapılması ve farklı coğrafyalardaki mücahit toplulukların yine bu okuma içerisinde yer alması aslında bilinçli bir yönlendirmenin mevcut olduğunu açıkça gösteriyor. Aynı Selefi guruplarla Ortadoğu’ya savaşa giden topluluklar arasında kurulan ilişkiyi de unutmamak gerekiyor. Müslümanlar açısından her iki durumdaki bulanıklık, geliştirilen İslamcı tanımının Avrupa çapında yerel ve küresel bir soruna dönüştürüldüğüne işaret ediyor. Selefi akımlar geleneksel İslami algı ve hayatla sorunlu olan Batılı siyasetin bilhassa 11 Eylül sonrası Müslüman kuruluşlara yönelik baskılarının neden olduğu bir boşluktan doğuyor olabilir. Yahut Müslüman algısını yıpratma ve Müslümanları sıkıştırma anlamında bilinçli bir süreç yaşandığı da iddia edilebilir. Radikal akımlara yönelik medyanın oluşturduğu algı, Selefiliği Müslümanların geneliyle ve batı karşıtlığı ile ilişkilendirmesi, gençler üzerinde bir yönlendirmeye neden olduğu söylenebilir.

Tüm bu hususlar batıda göç kökenli ailelere mensup olan gençler arasında radikal akımların arttığı gerçeğini gölgeleyemez. Öncelikle bu durum Ortadoğu’da farklı selefi akımlarla çeşitlenen ve genişleyen İslami hareketlerin batıya yansıması olarak görülmeli. İkinci olarak daSelefi/Vahhabi akımların Körfez’den himaye edilmeleriyle açıklanabilir. Bu destek maddi boyutta olduğu kadar, belki daha önemlisi ilmi açıdan da devam etmektedir. Buna karşın bilhassa Türkiye göçmeni dini kuruluşların Müslüman gençlik üzerinde etkinliklerini genişletemediklerini ifade etmek gerekiyor. Bunun sebebi her şeyden önceilmi otorite eksikliğinde aranabilir. Toplum açısından dini hayat, bilgi aktarımında sıhhati ve hiyerarşiyi temel almaktadır. İlmi otorite ile kasıt dini konularda danışılabilecek, tâbi olunabilecek şahıs ve kurum boşluğu şeklinde anlaşılmalı. Daha geleneksel örgütlenmelerle bir araya gelen Müslüman gençlerin dini bilgide kaynak arayışlarında Türkiye kökenli Müslüman kuruluşlarda ciddi bir boşluk olduğu görülmektedir. Bir diğer husus ise Selefiliğin geliştirdiği yerel ve cesur dildir. Selefi akımlar gençlere ülkenin diliyle hitap etmektedirler. Bu da dini dilin yerel dille aktarımında gençler açısından cezb edici bir imkân sunmakta. Diğer taraftan içerisinde bulundukları toplumlarda ayrımcılığa maruz kalan gençlerin yerel toplum karşıtlığının, İslamcı bir batı karşıtlığına yatkınlığı ve burada radikal guruplarınyakaladıkları cesur dili hatırda tutmak lazım. Geniş kitlelere hitap eden Müslüman kuruluşların ise sağduyulu ve kalıcı dili, göçmen ailelere mensup gençlerdeki tepkiye bir karşılık sunamamakta. Burada cesur dilden ziyade Türkiye kökenli Müslüman toplumaçısından önem arz eden husus yerel dilde dini faaliyetin etki alanının genişliğidir. Bu da uzun vadeli planda insan yetiştirme, eser kaleme alma, Müslüman toplumda etkin olma ve yerel toplumun entelektüel ve ilmi hayatında var olma ile gerçekleşebilecektir.

Batı’da İslamcılık farklı çehreleriyle tartışma konusu olabilseydi hem Müslüman toplum açısından hem de Batılı toplumlar için önemli imkânlar sunabilecekti. Fakat bir taraftan Müslüman toplumun içerisinde bulunduğu yaşanılan toplumda varoluş mücadelesi; diğer taraftan da Batı kamuoyunun İslamcılığı Selefi/Vahhabi akımlarla eşdeğer tutması, bu ihtimali mümkün kılmıyor. Bu düşünsel anlamda Müslümanların toplum ve siyaset üzerine düşünüşlerini kısıtladığı gibi, Müslümanlar arasında derin ihtilaflara yol açıyor. Avrupa açısından ise akademi ve medya arasında geliştirilen okuma biçimi ile, hem İslamcılığı belli radikal topluluklar üzerinden kısırlaştırıyor hem de Müslümanları yerel toplumlar nezdinde öteki haline getiriyor.

[email protected]