Batının İslam dünyasındaki kaos senaryoları, IŞİD ve Türkiye

Birol Akgün -Yıldırım Beyazıt Ünv. Öğr. Üy.
4.10.2014

Orta Doğu bölgesi ve aslında tüm İslam dünyası yeniden sıcak ve yakıcı bir savaşla karşı karşıya kalıyor.


Batının İslam dünyasındaki kaos    senaryoları, IŞİD ve Türkiye

Suriye ve Irak’ta bir anda ortaya çıkan ve ilginç şekilde önüne gelen her askeri gücü yenerek bir anda Müslüman dünyanın geleneksel Sünni merkezleri sayılan Irak ve Suriye’de 25 milyon nüfuslu bir alanı kontrol edebilecek fiili güce dönüşen IŞİD gerçeği, bir kez daha ABD’yi bölgeye getirdi. Üstelik tüm siyasi kariyerini ve varsa eğer karizmasını savaş karşıtlığı ve barışseverlik üzerine yapmış bir Amerikan başkanı yeniden Irak’ta savaş başlattı.

Baba Bush döneminin I. Irak (Körfez) Savaşı (1991); Oğul Bush’un II. Irak Savaşı (2003) ve şimdi de Demokrat bir başkan olan Obama’nın III. Irak Savaşı (2014). Bütün bunları kendi hayatımızda ve bu bölgede yakından izleyen bizler ise resmen de javu oluyoruz. O zaman nedir bu tekerrürün nedeni? Batının mission civilatrice (medenileştirici misyon) rolü mü, bölgenin jeopolitik çekiciliği mi, yoksa teopolitik hesaplar mı Orta Doğuyu yüz yıldır sürekli bir çatışma alanına dönüştürüyor? Türkiye bu süreçte nasıl bir oynuyor?

Oryantalist zihniyet

Birincisinden başlayalım. Batı dünyası yaşadığı krizlere ve ekonomi-politik olarak kaybettiği eski gücüne rağmen, hala dünyada modern bilim, teknolojik yenilik, kritik sektörlerdeki üretim kapasitesi ve kurumsallaşmış dünya siyasetinin kurumlarını denetleme anlamındaki üstünlüğünü koruyor. Yükselen güçler olan Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler yukarıda sayılan alanlarda henüz batıyla boy ölçüşebilecek durumda değil.

Rusya gibi hem eski statüko gücü hem de yükselen güç sayılan bir ülke ise zenginliğini daha çok doğal gaz ve petrole borçlu. Uzay teknoloji ve nükleer silahları hariç, Rusya’nın dünya ile rekabet edebileceği ileri teknolojiye dayalı bir sanayi sektörü yok. Bu nedenlerle Batılı ülkeler hala kendi medeniyetlerini üstün görüyorlar ve bilimsel anlamda ve siyasette “hakikatin tek temsilcisi” olma iddialarından vazgeçmiş değiller. Başka deyişle, batı kendisini tek ve üstün bir medeniyet; dünyanın geri kalanını ise medenileş(tiril)mesi ve modernleş(tiril)mesi gereken toplumlar şeklinde tanımlayan oryantalist paradigmayı hala sürdürüyor.

Özellikle ABD aşırı sağı (neo-con cephe) açısından dünyaya bakıldığında, onlar Soğuk Savaşı kazanmanın sarhoşluğunu üzerlerinden atabilmiş değiller. 11 Eylül onlar açısından bir fırsat olarak görüldü. Eğer Irak ve Afganistan’da başarısız olunduysa bunun nedeni eldeki askeri, teknolojik ve siyasi güçlerin yeterince ve kararlı biçimde kullanmamasından kaynaklandığına inanıyorlar. Örneğin Irak’ın ve Suriye’nin bugün IŞİD’in elinde oyuncak olmasını ve hatta bizatihi IŞİD’in güçlenmesini Demokrat Başkan Obama’nın Irak’taki askerlerini gereksiz şekilde erken çekmesinden kaynaklandığını iddia ediyorlar. Dolayısıyla güç kaybeden bir imparatorluğun temsilciliğini gönüllüce kabul etmek yerine, kendilerinin kurguladığı küresel  hegemonyaya başkaldıran güçlere ve ideolojilere karşı yeni stratejiler geliştirilerek acımasızca mücadele edilmesini savunuyorlar.

IŞİD jeopolitik bir konu

Deyim yerindeyse ABD’de bugün, Osmanlı’nın son dönemindeki gibi çöküş ve ric’at sürecini iyi yönetmeye ilişkin stratejiler ile “devlet-i ebed müddet” kılma stratejileri yarışıyor. Kabaca Obama birincisini, Cumhuriyetçiler ve neo-con’lar ise ikincisini temsil ediyorlar.  Obama’nın savaş açma ve güç kullanmaya karşı bu kadar isteksiz olmasının temel nedeni de budur. Ama aynı zamanda isteksiz de olsa IŞİD’e karşı gönüllüler koalisyonu kurarak hava bombardımanına liderlik yapması da yine Amerikan sağ muhalefetinin Obama’yı Amerikan gücünü ve çıkarlarını yeterince koruyamadığı eleştirileni bertaraf etmeye yöneliktir. Her zaman risk almak yerine, riskten kaçınan bir liderlik tavrı sergileyen Obama, bu kez de Ukrayna üzerinden Rusya gibi büyük bir güçle yüzleşmekten kaçınarak, IŞİD gibi dünyadaki tüm önemli ülkelerin (ve bu arada Rusya, İran ve Suriye rejimi) rahatsız olduğu bir örgütle savaşı tercih etmiş gözüküyor. Açıklanan motivasyon yine aynı: ortak medeniyetimizi barbarlara karşı korumak. Eskiden doğuya seferler için Kudüsü’ü kurtarma motifi geçerliydi, ama asıl amaç doğunun zenginliklerini kontrol etmekti. Şimdi de farklı değil. Görünen amaç barbarik terörle mücadele etmek, asıl amaç kendi jeopolitik çıkarlarını korumak.  

IŞİD, ta başından beri jeopolitik bir konudur ve örgütün davranışlarının kime hizmet ettiği maalesef pek tartışılmıyor. Kimse şu soruların cevabını merak etmiyor: Orta Doğuda ortaya çıkan her ciddi örgütün mutlaka temel ajandasının başında İsrail ve Filistin konuları yer alırken, bu yeni yapılanma neden Gazze savaşında dahi tavır alamadı?

Musul’un işgali sonrasında örgütün güneye yönelip Bağdat’a gitmesi gerekirken, neden aniden Kuzeye yönelip Kürt bölgesine saldırmıştır? IŞİD Suriye’de neden Esed rejimine karşı değil de, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Kuzeydeki PYD kontrolündeki alanlara saldırmaktadır? Amaç yalnızca petrol kaynaklarının kontrolü müdür, yoksa bölgedeki tüm aktörleri ABD yardımına muhtaç etmek midir? Diktatör Esed’in bazen kimyasal silahlar, bazen varil bombaları ve bazen de açlık yöntemlerini kullanarak yaptığı vahşi katliamlar yeterince barbarca değil miydi acaba? O zaman tüm bu gelişmelerin sebebini derinlemesine sorgulamamamız gerekiyor.

Batının oyununu bozduk

Türkiye akıllı bir strateji izliyor. Batının oyunlarını hem deşifre ederek dünyaya anlatıyor, hem de karşı hamlelerle onların stratejilerini boşa çıkarıyor. 1990’lı yılların jeopolitik söylemi Medeniyetler çatışmasıydı. Türkiye buna karşın Medeniyetler ittifakı projesini devreye soktu. Ak Parti gerek söylem düzeyinde ve gerekse dış politikasında AB üyeliği öncelikli politikalarla Avrupanın tüm varsayımlarını boşa çıkardı.

Avrupa ülkelerini, “AB’nin Batı medeniyetinin geliştirdiği evrensel ilkeler üzerine inşa edilmiş ortak bir hukuk birliği projesi olduğu” iddialarını ispata etmeye zorlayarak köşeye sıkıştırdı. Aynı hamleyi Arap Baharı sürecinde, hem Suriye krizinde gösterdiği insani duruşu ile hem de Mısır darbesi konusunda tüm dünyaya demokratik ilklere bağlılığını göstererek sözde medeni ve demokratik dünyanın çelişkili ve tutarsız pozisyonunu açığa çıkardı.

Şimdiki yeni senaryo şudur. Batı, medeniyetler çatışması diyalektiğinin eninde sonunda kendi toplumlarına zarar verdiğini fark etti. Bu anlamda Batı ve özellikle ABD, 11 Eylül trajedisinden çok dersler çıkardılar ve İslam dünyasındaki jeopolitik çıkarlarını korumak adına yeni bir strateji geliştirdiler. Yeni projenin adı “medeniyet içi çatışma ve kaosa dayalı kontrol stratejisidir.”

Burada kast edilen şey, İslam medeniyetinin kendi içindeki zaaflarını tespit etmek, bu ayrılıkları kışkırtmak ve çatışmaları artırmak yoluyla Müslümanların kendi medeniyetlerine olan güvenini sarsmak ve Batının oyun kuruculuğunu kabule etmeye zorlamaktır. Son birkaç yıldır İslam dünyasında bu senaryoya ağırlık veriliyor. “Islama karşı İslam” politikası da denilen bu kaos strateji, başta tarihsel temelleri bulunan mezhebi (Şia ve Ehl-i Sünnet) tartışmaları olmak üzere, Neo-Selefilik ve gelenekçilik (tasavvufi anlayış); İslami cemaatler, meşrepler ve modern(leşmiş) dini anlayışlar arasındaki farklılıkları körükleyerek çatışmaya dönüştürmeyi hedeflemektedir. Ülkemizde son bir yılda yaşanan cemaat-hükümet tartışmalarını da bu gözle tekrar okumak gerekir. El Kaidenin farklı bir kolu olan IŞİD’in Irak ve Suriye’de önce bilerek önünün açılması ve şimdi de insanlığı kurtarmak adına anti-Işid koalisyonu oluşturulmasının temel nedeni de budur. Ne kadar çok kan akarsa, strateji o kadar başarılı olacaktır.

Burada Türkiye’nin tutumu oldukça kritiktir ve batının bu oyununu bozmayı büyük ölçüde başarmıştır. Dikkat edilirse, başından beri Türkiye bir şekilde Suriye’nin içindeki çatışmalara çekilmek isteniyor. Amaç Türkiye’yi Şii-Sünni cepheleşmesinde taraf haline getirmek ve uzun yıllar sürecek olan sonuçsuz bir çatışmanın içine çekmektir.

Türkiye giderek keskinleşen stratejik aklıyla bu senaryoları önceden görmüş ve savaş uçağının düşürülmesine, 1,5 milyon nüfuslu göçmene kucak açmak zorunda kalmasına ve batılı medyanın tüm kışkırtmalarına rağmen sabırla Suriye’ye girmeye karşı direnmiştir. Ta ki, Batı IŞİD’e karşı sıcak çatışmaya girişine kadar. Artık IŞİD ile mücadele hesaplananın aksine, İslam içi bir mücadele olmaktan çıkmış; “tüm insanlık adına” bir mücadeleye dönüşmüştür. Türkiye Batının başlattığı bu mücadeledeki yerini almıştır. Tezkerenin içeriği ve zamanlaması bu anlamda siyaseten son derece önemli, anlamlı ve isabetlidir. Türkiye’nin rolü bölgedeki krizi ve kaosu derinleştirmek olamazdı, olmadı da. Şimdi yeni oluşan koalisyonda yer alarak Türkiye, tüm dünyaya amacın yalnızca IŞİD’le sınırlı olmaması gerektiğini; asıl hedefin başta Suriye olmak üzere bölgede IŞİD gibi patolojik yapıları doğuran istikrarsızlık ortamının bitirilmesi gerektiğini ve nihai olarak da bölge insanının barış, özgürlük ve güvenlik içinde yaşamasına imkan sağlayacak bir siyasi perspektif olmadan kalıcı barışın kurulamayacağını ısrarla anlatmalıdır.

Birol Akgün - SDE Başkanı ve Yıldırım Beyazıt Ünv. Öğr. Üy. [email protected]