Benim Şivan Perwer’im!

Muhsin Kızılkaya - Yazar
16.11.2013

Şivan Perwer, Kürtleri birbirinden ayıran sınırları ilk defa ortadan kaldırdı, hepsini birbiriyle tanıştırdı. Ondandır hepimizin akrabası olması...


Benim Şivan Perwer’im!

Teyp denilen aletin icadı çok öncesine rastlar kuşkusuz, şehrimize gelişi ve onunla karşılaşma tarihim ise, siyahla beyazı birbirinden ayırmaya başladığım yıllara rastlar. Akrabamız Übeydullah, (biz kendisini hep “Mela” diye çağırdık, öyle bildik) Cizre’de, bir Medrese’de okumuştu; Cizre’den Hakkari’ye yürüyerek gelmişti fakihlik eğitimini tamamlayıp “mela” mertebesine eriştikten sonra. Gelirken bir de teyp getirmişti beraberinde. Küçük bir şeydi. Dikdörtgen bir şekli vardı. İki büyük pille çalışıyordu. Bir Japon markasıydı. Gecenin bir saati yolu düşmüştü şehirdeki evimize, uykudan uyandırmış, ısrarla benden bir türkü söylememi istemişti. Hevesliydim; sesimi köyde yaşayan ablalarıma götürecekti. Uyku mahmurluğu içinde, detone bir sesle türkü söylediğimi hatırlıyorum, (Nasıl yar diyeyim ben böyle yara -Ali Ekber Çiçek-). Tuhaf bir şey olmuş, teyp söylediğim türküyü kaydetmiş, hepimizi hayretler içinde bırakmıştı. Übeydullah’ın teybinin bana tek sürprizi bu değildi, bir de, yaşadığım sürece hep yanımda gezdirdiğim, hep hafızamın bir yerinde muhafaza ettiğim, en olmadık zamanlarda imdadıma yetişip bana türküler söyleyen bir ses, Şivan Perwer’in sesiydi. 

Ortaokula başladığım yıl, koltuğumun altında “Felsefenin Temel İlkeleri”, kitapta okuduğum doğa olayları ile toplumsal olayların koşutluğundan hareketle yeni bir dünyanın nasıl kurulacağına kafa yorarken, “Dayê tu ne girî” (Ağlama anne) türküsü düştü dillere. “Ey felek” nidası Sümbül Dağı’nda yankılandığında ise, artık bir efsaneydi ve her efsane gibi, nasıl efsaneleştiğine dair birçok hikayesi vardı. (“Ey Felek” Cegerxwîn’in, “Dayê tu ne girî” M. Emin Bozarslan’ın şiirinden bestelenmişti.) 

Tartaklandıkça büyüdü!

Bilirsiniz, önüne çıkan setleri yıkıp biri meşhur olduğunda, vaktiyle o kişinin elinden tuttuğunu iddia eden arkadaşları biter birçok yerde. Şivan’ınki böyle olmadı, sonradan onu meşhur ettiğini iddia eden hiçbir arkadaşı çıkmadı. Şivan’ı bir halk meşhur etti. Elinden tutan “abisi” halkıydı onun. Hiçbir hamisi çıkmadı ortaya. Türkü söyledi ve söylediği türküler o kadar kısa zamanda hedefi on ikiden vurdu ki, o saatten sonra kim kalkar da Şivan için bir şey yaptım derse, hiç kimseyi inandıramazdı. Bir de onun meşhurluğunun arkasında bir kişinin durması mümkün değildi. Çünkü meşhurluğu, aynı zamanda ateşten gömlekti... Meşhur olmasını sağlayan yegane arkadaşı; sesi ve o sese katık ettiği mücadeleye dair şiirlerdi, Cegerxwîn’in kelamıydı. 

1975 yılı falan olmalı... Ankara’da bir gece düzenlenmişti, “Hakkari Gecesi” adında. (O sıralar, büyük şehirlerde değişik yöre adlarıyla devrimci geceler düzenlemek gelenekti.) Yanlış hatırlamıyorum inşallah, gecenin assolisti Rahmi Saltuk’tu, böyle anlattılar bana gecenin tertip komitesindeki arkadaşlarım. Geceye çıkan bütün sanatçılar para almıştı, Şivan Perwer hariç... (Şivan, üniversitede okumak üzere, 1973 yılında gelmişti bu şehre.) Üstelik hiç önemsenmemiş, alelade bir saatte çıkarılmıştı sahneye. Sahneye çıkar çıkmaz, küçük curasını almış kucağına, “Xezal, Xezal” uzun havasına başlamış, (o tarihlerde Ankara’da bir sahnede Kürtçe türkü söylemek, her babayiğidin harcı değildi) salondakiler bir anda şahlanmış, bütün o coşku içinde Şivan ayağa kalkmış, sazını kırarak, kendisi için uygun görülen yeri protesto etmiş, geceyi terk etmişti. (Babasının okuyup alim olacaksın telkinlerine başkaldırıp, bulabildiği her şeyden bir cura yapıp hüner sahibi olmaya karar verdiği gün kalkıştığı ilk isyandan sonra, devrimci bir gecede, geceyi düzenleyenleri protesto edecek kadar yüreğini eline alıp kalkıştığı şey ikinci isyanıydı. Büyük isyana hazırlık diyebiliriz. Kurulu olan her düzene karşı...) Sahnenin arkasında, kuliste onu bekleyenler vardı; galiba ilk defa burada tartakladılar Kürtler onu... Bu tartaklama daha sonraki yıllarda neredeyse geleneksel bir hal alacaktı. Çıktığı her gecede, onun tavrını beğenmeyen, siyasal görüşlerinin yanında neden yer almıyor diye her defasında tartaklamaya kalkıştılar onu. Tartakladıkça büyüdü Şivan, onu karşı beslenen kızgınlık ve nefret, efsanesini daha da ulaşılmaz kıldı.

Her yerde ve hiçbir yerde

“Hakkari Gecesi”nin tertip komitesinden yer alanlar daha sonra şehrimize gelip Sümbül dağında, Cilo’da, Reşko doruğunda, Golan tepelerinde, Berçelan yaylasında sesinin yankılandığını gördüklerinde anlattılar hikayeyi; şimdi taptıkları adam, gecede tartakladıkları adamdı. Çok çabuk pişman oldular, yaptıkları densizliğin farkına varmak için, “Hûn rabin vê govenê / destê hev bigrin tevde / ximximê daxin erdê...” (Kalkın halaya, el ele tutuşun...) türküsünün ritmi eşliğinde oynayan bir halkı görmeleri gerekiyordu meğerse.

Şivan, artık koyaklara mağaralara, dağlara, taşlara, köylere, şehirlere, artık hiçbir yere sığmayan bir efsaneydi! Ve her efsane kahramanı gibi hem her yerdeydi, hem de hiçbir yerde değildi.

Kendisini aramıyorduk, ulaşılmaz bir yerde olduğunu biliyorduk, aradığımız sesiydi. Sesi her yerdeydi. Irak’ta kıyasıya bir savaş sürüyordu. Saddam uçaklarıyla, askerleriyle, korucu ordularıyla Kürt köylerine saldırıyordu. Bütün cephelerde çarpışan pêşmergelerin elinde tüfekleri, sırtlarındaki heybelerde Şivan’ın kasetleri vardı. En amansız saldırılar, Şivan’ın sesi eşliğinde püskürtülüyor, en umarsız hücumlarda onun sesinden cesaret alınıyordu. Narkozsuz, uyutmasız yapılan canlı canlı ameliyatlarda, narkoz niyetine veriliyordu Şivan’ın sesi hasta pêşmergeye... Şivan’ın sesi ameliyat edilen pêşmerge için narkoz yerine geçiyordu. “Wa hatin pêmergên me...” (Geliyor pêşmergelerimiz...) “Lêxin lêxin lêxin / panya solan’l erdê xin...” Koy bu parçaların çalındığı kaseti teybe, al eline neşteri doktor, hiçbir ilaca gerek yok, bıçağın değdiği ten uyuşmuştur artık.

Düşlerimiz parçalandı

Sonra darbe oldu. Düşlerimiz parçalandı. Arkadaşlarımız öldürüldü. İnsanlar kaçtı. Sürgün, anayurt oldu. Yüreğini yaşadığı yere bırakıp, canını alıp yanına sınırı ihlal edenler, başka bir gurbete, uzak bir diyara, Şivan’ın yaşadığı ülkelere gitti. Bir daha onları görmem için aradan 15 yıl geçmesi gerekti, ama Şivan yanımdan hiç ayrılmadı. Darbeciler yasakladılar, çiğnediler hayatı, her şeyi yok ettiler sanki, bir tek Şivan’ın sesi canlı kaldı. Kim yapıyordu, nasıl yapıyordu bir muammadır, Şivan yılda iki albüm yapıyordu Almanya’da, aradan çok geçmeden kasetleri pat diye yaşadığımız şehre düşüyordu. Ne sınır tanıyordu, ne yasak dinliyordu, bunu nasıl yapıyordu bilinmez, o en karanlık, o en umarsız yıllarda aldığımız zehrin panzehiri oldu. Hayatı sevdirdi, umudu korumayı öğretti, ayakta kalmaya vesile oldu.

Üniversitede okurken İstanbul’da 1980’li yıllarda, artık video çağına girmiştik. O zamana kadar kaset kapaklarında gördüğüm resmi, İstanbul’da canlandı, bir video klip yoluyla gelip durdu karşımda. Filmler, insanların boy posları konusunda yanıltırlar seyirciyi, dev gibi bir adam çıkmıştı karşıma, beyaz bir ata binmiş, bir Avrupa şehrinin yeşillikle dolu bir parkında at koşturuyor ve “Dexalo”yu söylüyordu. (Kawîs Axa’nın türküsüdür, babam hastalandığında hep bu türküyü mırıldanırdı, ölürken de aynı türküyü mırıldanmış.) Kafasına bir poşi sarmış, üstünde bir tirgal vardı. Perdeleri tamamen kapalı, ışığın sızmadığı bir öğrenci evinde, Aksaray’da, bir bodrumda seyrettik klipi, dışarıya çıktığımızda hava kararmıştı, pis bir yağmur yağıyordu. Biraz önce illegal bir şey yapmış, bir yasaya aykırı davranmış, bir yasağı çiğnemiş, kendi dilimizden türkü söyleyen hüner sahibi birinin sesine kulak vermiştik.

Anadilini insan, gittiği yere götürür beraberinde. Götürmezsen bile o gelir seninle ve an gelir işte böyle suç işletir sana.

1975 yılında Hakkari’de kaset kapağında gördüğüm resmi, 1985 yılında İstanbul’da canlandı, bir video klipte. 1995 yılında da İsveç’in Uppsala şehrinde, villa tipi, bahçe içinde küçük bir evde ete kemiğe bürünüp çıktı karşıma. (Video klipte gördüğüm iri yarı adama hiç benzemiyordu, ufak tefekti, aynı boydandık. Bu kadar küçük bir adam, bu kadar büyük bir efsaneyi çok güzel taşıyordu. Bunun adı da karizmaydı işte.) Demek sesini duyduğum an ile kendisiyle karşılaştığım an arasında tam 20 yıl geçmişti. Ve 10 yıldan beri arkadaşız Şivan Perwer’le... 30 yıllık bir tanışıklık... 

Evinde çiğ köfte yaptı “Narînê” eşliğinde. Arkadaşı Koyo Berz soğan doğradı, daha geçen gün ikisini banyoda yakalamıştı Gulistan, birbirinin sakallarına, saçlarına düşen aklara boya sürürlerken... Genç gösteriyordu, sakalları alamet-i farikasıydı, sabahları güne mutlaka jimnastikle başlıyor, bulabildiği her fırsatta yüzüyor, sigara içmiyor, alkolden uzak duruyordu. Bu yüzdendi sahnede devleşmesi, bu yüzdeydi sahnede dinç ve enerjik bir delikanlının gösterdiği performansı göstermesi. Erken uyuyor, erken kalkıyordu, gittiği her yere sazını beraberinde götürüyordu, bir toplulukta olsun, bir ev sohbetinde olsun, hiç kimsenin isteğini geri çevirmiyor, bulabildiği her fırsatta türkü söylüyor; bu durumu da sesine gelecek bir zarar olarak görmüyor, tam tersine antreman sayıyordu. Sesin eksersize ihtiyacı vardı ve sürekli prova yapıyordu.

Uyanışın sembolü

“Kardeş Türküler”le yaptığı “roj û heyv” (Güneş ve Ay) albümünü beğenmemişti. Albümü hakkında konuştu diye, ağır bir yazıyla eleştirdim. Eleştirimi haklı gördü. Sonra hakkında bir kitap yazma fikri düştü aklıma, kalktım Stockholm’e gittim, bir hafta beraber dolaştık, konuştuk, ses kasetleri hala duruyor yanımda, bulabildiğim ilk fırsatta bir kitaba dönüşecek. Fakat şimdiden şu notu düşmek istiyorum.

1989 yılında Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümünde sahneye çıkması, yakınlarda dünyanın en büyük müzik ödüllerinden birini yine Fransa’da almış olması, Peter Gabriyel’le bir albüm yapmak için kendisine teklif yapılması, hemen hemen bütün Kürt önderleriyle kurduğu yakın ilişkiler, Kürtlerin yaşadığı her yerde bir ilah gibi karşılanması değildir Şivan Perwer’i Şivan Perwer yapan. Bütün bunların toplamından başka, en çok Rus Devriminin başlangıç döneminin Mayakovski’sine, Allende döneminin Şili’sindeki Victor Jara’ya, 1950’li yıllarda Amerika’da zenci uyanışının sembolü haline gelen Paul Robenson’a benzemesidir.

Şivan Perwer, Kürtleri birbirinden ayıran sınırları ilk defa ortadan kaldırdı, hepsini birbiriyle tanıştırdı.

Ondandır hepimizin akrabası olması...

[email protected]