Bir kopuşun eşiğinde Alevi kimliği

Zeynel Yılmaz - Yazar
15.11.2014

Hükümet, Alevi meselesine siyasi akılla değil devlet aklıyla yaklaşmalı ve Alevi toplumunun bütün kesimlerinin uzlaştığı cemevi, din kültürü dersleri ve vergilerin din hizmetlerinde adil kullanılması ihtiyacı gibi temel sorunları bir an önce çözmelidir.


Bir kopuşun eşiğinde Alevi kimliği
Alevilik meselesini anlamaya çalışan herkesin hatırda tutması gereken ilk husus şudur: Alevi kimliği son kırk yılda hızlı ve derin bir dönüşüm süreci içine girmiştir. Doç. Dr. Rıza Yıldırım bu süreci “Geleneksel Alevilik”ten “Modern Alevilik”e geçiş olarak tanımlamaktadır. Ona göre Alevi kimliğindeki dönüşümü tetikleyen ve şekillendiren ana dinamik kentleşme sürecidir. Köy muhitinde ortaya çıkıp olgunlaşan geleneksel Alevilik, gerek inanış formları gerekse kurumsal yapılanmaları bakımından şehir ortamında ister istemez dönüşüme zorlanmakta, yeni inanış ve toplumsal örgütlenme formları geliştirmektedir. Dolayısıyla Alevilik meselesinin özünü, modern Alevi kimliğinin yapı taşlarını oluşturacak dinsel, siyasal, toplumsal ve kültürel unsurların neler olacağı sorusu teşkil etmektedir. 
Kent Aleviliğini biçimlendiren dinamikleri anlayabilmek için kentleşme sürecini iyi analiz etmek gerekmektedir. 1960’larda başlayıp 1980’lerde hız kazanan kentleşme süreci Anadolu Aleviliğinin tarihinde bir ilktir. Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde kent hayatı tamamen Sünni kültür kodları üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla kente ilk gelen Aleviler orada Alevi kimliğine ait unsurları yaşatacak bir atmosfer bulamamışlardır. 
 
Kentte Alevi olmak
 
Henüz kitlesel boyuta ulaşmamış bu ilk göçenler, kentlerde karşılaştığı hazır kimlik kategorilerinden birini benimseyerek kent hayatına uyum sağlamışlardır. İçlerinde başarılı olup bürokraside iş bulabilenler Kemalist kimliğe bürünürken, sisteme adapte olamayan geçler sol hareketlere katılmışlardır. Bu ilk dönem kent Alevileri kolektif varlıklarını Kemalizm veya solculuk içinde inşa ettiklerinden Alevilik temelli bir talepleri olmamıştır. Hatta içinden çıkıp geldikleri Alevi kimliğinin birtakım yapıtaşlarına karşı tavır aldıkları bile söylenebilir. 
 
Ancak 1980’lerden itibaren bir yandan kentleşmenin kitlesel boyutlara ulaşması, diğer yandan Türkiye’yi etkisi altına alan dindarlaşma cereyanı Alevilerin toplumsal varoluş bilincinde yeni bir uyanış sürecini tetiklemiştir. Bu dönemde Alevi toplumunun ilk defa olarak Alevilik merkezli toplumsal taleplere yöneldiği gözlenmektedir. 
 
Ancak Alevilik temelli toplumsal taleplerin karşılanması iki bakımdan kolay olmamaktadır. Birincisi, tarih boyunca kent hayatı Sünni kültür üzerine inşa edildiğinden, Alevi inanç ve kültür kategorilerine yer açma gayreti güçlü bir Sünni refleksle karşılaşmaktadır. Kentte Alevi kimliği ile karşılaşan Sünni aklın ilk tepkisi, Aleviliğin özgün unsurlarını görmezden gelip onu kendisine benzetmeye yönelmek olmuştur. Sünni aklın bu tutumu, Alevi kolektif bilinci tarafından kendi öz varlığına yönelik bir tehdit olarak algılanmış ve bu algı “modern kent Aleviliğinin” inşasını şekillendiren en etkili reaksiyoner saik olmuştur.
 
Asimilasyon korkusu olarak ifade edebileceğimiz bu endişe, Sünnilik karşıtı bir refleks olarak modern Aleviliğin yapıtaşları arasında yerini almıştır. 
 
Dahası Sünni aklın, Alevi kimliğinin özgün bileşenlerine karşı sergilediği bu kibirli, nobran ve reddiyeci tutum, kent Aleviliğinin kendi geleneksel kökleriyle kurduğu ilişkiyi de zayıflatmaktadır. Şöyle ki, geleneksel Alevilik kendi özgün kalıpları içinde yoğun bir tasavvufi İslam özüne sahiptir. Gerek inanç esasları gerekse dini kurumları tamamen Ehl-i Beyt referansı üzerine kuruludur. Ancak Ehl-i Beyt merkezli bu İslam inancı, kentli Sünni kalıplardan farklı formlarda tezahür etmiştir. Sünni akıl, sosyo-kültürel ve maddi muhit farkından kaynaklanan bu farklı tezahürleri kabullenmeye yanaşmamakta, bu formları İslam dışı telakki ederek Aleviliği Sünni kalıplara girmeye davet etmektedir. Bu ise sosyolojik olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir taleptir. O yüzden bu davet, Alevilerce asimilasyon tehdidi olarak algılanmakta, Alevi kolektif şuurunda din ve inanç karşıtlığı üretmektedir. Bu düşünce ve algı kodu ayrıca kent Aleviliğinin kendi inanç kökleriyle ilişkisini de bloke etmektedir. İlaveten, modern Aleviliğin yeniden oluşma sürecinde lokomotif işlevi gören kadrolar, Aleviliğin şehirle ilk teması sırasında kolektif varlığını sol oluşumlar içinde gerçekleştiren gruplardan gelmektedir. 
 
Teolojik referanslar
 
Bir yandan Sünni dayatmacılığının beslediği asimilasyon korkusu, diğer yandan sol ideolojinin Alevi hareketine zerkettiği din ve inanç karşıtlığı, modern Alevi kimliğinin ontolojisine zımni bir İslam karşıtlığını yerleştirmektedir. Bu karşıtlık sadece Sünni etkisine karşı savunma hattı oluşturmakla kalmamakta, Aleviliğin kendi tarihsel mirası ile de bağını alabildiğine zayıflatmaktadır. Sonuç olarak, geleneksel Aleviliğin her bakımdan çekirdeğini oluşturan Ehl-i Beyt muhabbeti ve onlara referansla geliştirilen inanç sistemi, modern kent Aleviliğine intikal edememektedir. Ehl-i Beyt’ten boşalan yer, siyasi karakterli birtakım yeni değerlerle doldurulmakta, böylece kent Aleviliği gittikçe “seküler bir din” yapısına doğru evrilmektedir. 
 
Bu durumda, kent Aleviliğinin kendisini İslam içinde konumlandırabilmesi iki ön şarta bağlıdır: Birincisi, devlet aklı Alevilik meselesine ilişkin politika üretirken, teolojik referanslarla değil sosyolojik ve hukuki referanslarla çalışmalıdır. Sünni kodlara yaslanan devlet, İslam’ı dar kalıplarla tanımlayıp bu kalıpları bütün topluma dayatmaktan vazgeçmelidir. Zira sosyolojik realite toplumun bütün kesimlerinin ve özellikle Alevilerin bu kalıplara girmeyeceğini kesin olarak ortaya koymaktadır. Yapılması gereken, İslam dininin sınırlarını geniş ve esnek tutmak ve bu sınırların belirlenmesi işini daha çok sivil aktörlere bırakmaktır. Öyle olduğu takdirde, çoğulcu bir İslam yorumu mümkün olabilecek ve Alevilik de bu çoğulcu zeminde kendisini İslam içinde konumlandırabilecektir. 
 
İkinci şart, kent Aleviliğinin kendisini inşa sürecinde geleneksel Alevilikten daha fazla faydalanmasını sağlamaktır. Geleneksel Alevilik bilgisinin taşıyıcıları dedelerdir. Ancak dedeler köy kültüründen geldiklerinden kent örgütlenmelerinde etkin olamamaktadırlar. Ayrıca modern eğitim almış, rasyonel düşünen kentli Alevilere hitap etmekte zorlanmaktadırlar. Dolayısıyla toplumu yönlendirme noktasında dedeler eski otoritelerini kaybetmiş, bu mevzuda inisiyatif dernek yöneticilerine geçmiştir. 
 
Öte yandan, geleneksel Alevi inancının yaşatıldığı ortam cem ibadetleridir. Eskiden köylerde tüzel bir niteliğe bürünme ihtiyacı olmaksızın varlığını sürdüren cem, kent ortamında kamusal ve tüzel bir varlık kazanmak zorunda kalmıştır. Bu varlığın kurumsal temeli ise cemevleri olmuştur. Bu bakımdan cemevinin Alevi toplumu için anlamı ibadethanenin çok ötesindedir. Cemevi Alevi kimliğinin kentte ve kamusal alanda varlık sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla devletin ve hükümetin Alevilerin cemevine müteallik talepleri karşısında ayak sürümesi, sosyolojik bir dalga karşısında beyhude direnme çabasından öteye geçememektedir. Dahası bu taleplerin behemehal karşılanması, gerek temel insan hakları ve gerekse Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından zorunludur. 
 
Egemen devlet aklı 
 
Ülkenin stratejik çıkarları bakımından önemi şuradan kaynaklanmaktadır: Modern kent Aleviliğinin tarihsel inanç kökleriyle arasındaki bağ cemevi ve onun içinde gerçekleştirilen cemlerle kurulmakta ve geliştirilmektedir. Cemevinin yasal ve kurumsal zemininin netleştirilmesi ve dedelerin inisiyatifinin yeniden işlerlik kazanması bu bağı ziyadesiyle güçlendirecektir. Tarihsel ve geleneksel köklerinden beslenerek gelişecek kent Aleviliği, Ehl-i Beyt muhabbetini esas alan ahlak ve ilke vurgulu tasavvufi bir yorum olarak kendisini inşa edecektir.  
 
Öte yandan, cemevinin bir ibadethane olarak yasal statüye kavuşturulmaması, onun varlık sembolü olarak önemini asla azaltmayacaktır. Ancak bu sembolün içeriğinde inanç vurgusu ikinci plana düşecek, siyasal vurgu ve karakter daha ziyade ön plana çıkacaktır. Bu arada fiilen işlemekte olan cemevlerinde inancın taşıyıcısı ve temsilcisi dedeler pasifize olacak, siyasal mücadelenin liderleri etkinliğini artıracaktır. Bu ise cemevlerinde gelişecek Aleviliğin geleneksel inanç kökleriyle bağının büsbütün kopması sonucuna yol açacaktır. 
 
Bugün, Sünni-egemen devlet aklı Alevilerin “biz Müslümanız ancak ibadetimizi cemevinde yapıyoruz” demeleri karşısında, “İslam’ın ibadethanesi tektir, orası da camidir; dolayısıyla Müslüman iseniz camiye gelin” cevabını vermekte, cemevi talebinin ardında yatan derin toplumsal ıstırabı bir türlü görememektedir. Yukarıda ifade edildiği gibi, bu reddiyeci tutum Alevileri İslam’a yaklaştırmamakta, tam aksine uzaklaştırmaktadır. Bugün yukarıdaki Aristo mantığı ile Alevileri sıkıştırdığını düşünen akıl, yarın Aleviler “biz ayrı bir diniz ve ibadethanemiz de cemevidir” derse nasıl cevap verecektir?
 
Türkiye’nin ne toplumsal kodları, ne tarihsel birikimi, ne de devlet yapısı ikinci bir dini kaldıracak potansiyele sahip değildir. Böyle bir gelişme ülkenin gelecek yüz yılını bütünüyle ipotek altına alır. O yüzden hükümet, Alevi meselesine siyasi akılla değil devlet aklıyla yaklaşmalı ve Alevi toplumunun bütün kesimlerinin uzlaştığı cemevi, din kültürü dersleri ve vergilerin din hizmetlerinde adil kullanılması ihtiyacı gibi temel sorunları bir an önce halletmelidir.