Bireyi esas alan ‘anayasal millet’ tanımı

Murat Ciwan - Yazar
16.03.2013

Hukukta suç ve cezanın bireyselliği esasında olduğu gibi, anayasa da Türklerle, Arapların, Çerkezlerin, Lazların ya da Kürtlerin; Sünnilerle Alevilerin, Müslümanlarla gayrimüslimlerin ‘grup’ olarak değil, grupların bireyleri olarak yaptıkları bir sözleşmedir.


 Bireyi esas alan ‘anayasal millet’ tanımı

Demokratik anayasalar, yurttaşların özgür iradeleriyle yaptıkları ‘toplumsal sözleşmeler” olduklarından içerdikleri kavram ve hükümlerin taraflarca aynı algılanması önem taşır.

Sürdürülen tartışmalarda tarafların birbirini anlayamayıp bir uzlaşmaya varamamalarının nedenlerinden biri de tartışılan kavramların herkes tarafından farklı algılanmasıdır. Pek çok kavram gibi ‘ulus/milet’ tanımında da ortak bir algı yok. ‘Ulus/millet’ derken herkes farklı şeyleri kastediyor.

Kemalistler, sağ ve sol ulusalcılar, Marksistler, ‘Türk ulusu’ kavramını etnik temeller üzerinden tarihsel bir geçmişe dayandırarak ‘kültürel şovenist’ bir bakışla Türk etnisitesini temel alır, farklı etnik grupları bu etnisite içinde eriyip kayboldukları ölçüde benimseme esasına itibar ederler. Resmi ideoloji, millet tanımında “Hanefi-Sünni Türk” standardını esas almakla birlikte, Orta Asya, Kafkasya ve Azerbaycan Türklüğünü aynı kavram içinde gören ırkçılığı da dışlamıyor. Ülkenin yöneticileri bile ‘tek millet iki devlet’ şiarını zaman zaman öne çıkarabilmektedirler. Öte yandan Sünni dindar çevreler genellikle ‘millet’ tanımı için ‘İslam’ ortak paydasını gerekli ve yeterli görürler.

Bu iki millet algısı da sorunludur. Etnik temeldeki tanım nedeniyle Kürtler kendilerini hep dışlanmış gördüler, asmile olmayı da redettikleri için baskılara uğradılar. İslam ortak paydalı millet tanımı, gayrimüslim, ateist ve seküler vatandaşlar için dışlayıcı olduğu gibi farklı mezhep ve tarikatlerden Müslüman vatandaşlar için bile sorunludur. ‘İslam’ kavramı aslında kendilerini İslam gören topluluklar arasında bir türlü ortak bir payda olamamıştır. Sünniler, Aleviler, Şiiler ve farklı mezhep mensupları ‘İslam’ derken aynı şeyi kastetmiyorlar. Bunların İslam’ı aynı sınırlarda üst üste örtüşmüyor, hatta içerik bakımından bile büyük farklılıklar gösteriyor.

Birleşmiş Milletler’in ‘millet’i

Bu, anayasa yapılmadan önce farklı algıları ortadan kaldıracak bir tanım üzerinde anlaşmak; bütün vatandaşların ortak algısı haline gelecek bir ‘ulus/millet’ tanımında birleşmek gerektiğini gösteriyor. Etnik temelli ya da İslam ortak paydalı tanımlardan biri benimsenirse, çağdaş vatandaşlık tanımı gereği, ülkede farklı milletlerin varlığı adlarıyla kabul edilerek, asli unsur sayılmak, maddi ve manevi değerlerinin özgürce gelişmesi güvence altına alınmak zorunda. Türkiye’yi yakından tanıyanlar farklı ulusları adlarıyla kabul edecek bir anayasanın henüz yapılamayacağını bilirler. Gerçekçi çözüm etnik ya da İslami ortak paydayı esas alan tanımlar yerine Birleşmiş Milletler’in millet (nation) tanımının benimsenmesidir. Birleşmiş Milletler (United Nations) bilindiği gibi, bizim ‘ülke’ ya da ‘devlet’ dediklerimize ‘millet’ anlamı yüklüyor; birlikte bir devlet kurup yaşatma iradesini göstermiş vatandaşların hukuksal-siyasal birliğine ‘millet (nation)’ diyor. BM’nin tanımında etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal, dilsel, kültürel, cinsel vs. kavramlar yer almıyor; bu kimlikleri ne olursa olsun kamu alanı denen yasalar, kurumlar ve değerler sistemini birlikte oluşturan yurttaşlar topluluğuna ‘millet’ diyor. BM üyesi her ülke/devlet böyle bir ulustur.

Milletin içindekiler dışındakiler

Topluluklardaki kimlik heterojenliğinin derecesi BM tanımını ilgilendirmiyor; İsviçre gibi kantonlardan, Amerika gibi eyaletlerden ya da Almanya gibi federal sistemlerden oluşmuş olabilirler, Fransa ve Türkiye gibi üniter devlet de olabilirler. Almanya’daki gibi tek, ya da İsviçre’deki gibi dört resmi dilli, hatta Norveç’teki gibi bir dilin iki lehçesinin remi oldukları bir sistemi benimsemiş olabilirler.

BM, kimlik ve idari sistemleri, devleti kuran vatandaşların iradelerine bırakıyor; hatta onların tarihi geçmişleriyle bile ilgilenmiyor. Bin yıl öncesinden beri birarada yaşamış olabilecekleri gibi, daha dün yanyana gelmiş olabilirler. Nasıl olurlarsa olsunlar, egemen devletlerini/kamu alanlarını oluşturma iradesini gösterdiklerine göre bir millet olmuşlardır.

BM tanımından hareketle, Türkiye’de Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum, Gürcü, Roman; Müslüman, Hıristiyan, Yezidi, Sünni, Alevi bütün toplulukları devletin eşit haklara sahip vatandaşları kabul eden bir ‘Anadolu milleti’ ya da bir uzlaşma sonucu ‘Türkiye milleti’ tanımı anayasanın dibacesine alınırsa, millet tanımında farklı algıları ortadan kaldıran ve herkesi bireysel ve kolektif kimlikleriyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayan bir anayasa yapılabilir.

BM tanımını benimseyen anayasa, herhangi bir ad vermeden ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının farklı etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, dilsel ve cinsel farklılıkları olan topluluklardan oluştuğu, devletin bu farklılıkları tanıyıp zenginlik olarak gördüğü, aynı devlet sınırları içinde, bütünlük temelinde farklı kimliklerin eşit hak ve özgürlüklere sahip olmaları ve çağın ihtiyaçlarına uygun gelişme göstermeleri için devletin bütün önlemleri aldığı, her türlü yasal, idari, kurumsal, maddi ve manevi imkanı sağladığı’ taahhüdünün altına gerebilir.

Yeni anayasa demokratik olacaksa, onun, etnik, aşiretsel, (Türklük de dahil) ulusal, dinsel, mezhepsel, tarikatsal topluluk, cemaat ve gruplar arasında değil, eşit hak ve sorumluluklara sahip özgür bireyler arasında yapılan bir sözleşme olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hukukta suç ve cezanın bireyselliği esasında olduğu gibi, anayasa da Türklerle, Arapların, Çerkezlerin, Lazların ya da Kürtlerin; Sünnilerle Alevilerin, Müslümanlarla gayrimüslimlerin ‘grup’ olarak değil, grupların bireyleri olarak yaptıkları bir sözleşmedir.

Anayasa bireyler arasındaki bir sözleşmedir ama bireylerin insan oldukları; sürüler halinde değil, diğer insanlarla düzenlenmiş bazı kurallar ve değerler sistemiyle oluşan sosyal bir ortamda varoldukları gözden uzak tutulamaz. Bu, bize, vatandaşların bireysel hak ve sorumluluklarının yanında kolektif hak ve sorumluluklarının da olduğunu gösterir. Demokratik bir anayasanın tek tek her vatandaşın bireysel haklarının yanında kolektif haklarını da tanıması, kamusal alanın bu hakların varlık ve gelişmeleri için her türlü maddi ve manevi tedbirleri alması gerekir.

Anayasa vatandaşların kolektif haklarını tanırken belli bir ulusu (Türk ulusu), topluluğu (Kemalist), grup ya da cemaati (Sünni-Hanefi) ortak payda olarak zorlayamaz. Salt ortak paydayla sınırlanmış, ya da o yanı öne çıkarılmış bir devlet demokratik olamaz. Kim kendisini ne kadar, ne görüyorsa o öyle kabul edilerek bireysel ve kolektif haklar tanınmalıdır. Yani kolektif haklar tanınırken topluluğun değil, özgür bireyin konum ve perspektifinden hareket edilmelidir.

İnanç sistemleri ve anayasalar

Bunun anlamı nedir? Yakın geçmişte yaşanan bir durumla bu açıklanabilir. Hükümet bilindiği gibi bir ‘Alevi Açılımı’ da başlattı. Pek çok Alevi dedesi, sivil toplum kuruluşu, akademisyen ve kanaat önderliyle toplantılar yapıldı. Alevilerden kendi aralarında belli bir Alevi yaklaşımı üzerinde anlaşmaları istendi; Alevilik İslam içi bir mezhep mi, yoksa İslam dışı bir inanç sistemi midir, cemevleri ibadethane midir, değil midir diye... Daha vahimi, Aleviler İslam içi bir inanca sahip olduklarını ve cemevlerini değil de camileri ibadet yeri olarak gördüklerini kabullenmeye zorlandı.

Bu yaklaşım tarzı, demokratik laik bir anayasal sistemle bağdaşmaz. Devlet hiç kimseden inancını şu ya da bu biçimde tanımlama isteğinde bulunamaz, insanlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa, kültür ve inançlarına hangi sembol değerleri yüklüyorlarsa, onları öyle kabul etmek zorundadır. Onlardan tek bir şey istenebilir; başka inanç sistemlerinin özgürlüklerini kısıtlamamaları, onları küçük düşürmemeleri...

Alevilerden “kendi aranızda anlaşın, hepiniz tek bir inanç sistemine sahip olun” denemez; kendisini İslam içi olarak görenler olabileceği gibi, İslam dışı görenler de çıkabilir. Hatta henüz var olmayan bir Alevi inanç biçimi bazı yurttaşlar içinde gelecekte çıkabilir. Çünkü inançlar statik değil, tarihsel değişimlere bağlı olarak değişebilir ya da yeni inanç sistemleri doğabilir. Nihayet tarih boyunca inanç farklılıkları böyle oluşmuştur.

Türkiye’de 20 milyon Alevi varsa, anayasa aynı sayıda Alevilik versiyonunun olabileceğini teorik olarak da olsa hesaba katmak zorundadır.

Müslüman kimdir?

Alevilik için söylediklerimiz, vatandaşların diğer kolektif hakları için de geçerlidir. Türkiye’de Gregoryen, Katolik, Protestan Ermenilerin yanısıra Sünni ya da Alevi Müslüman Ermeniler de var. Onlara “sen Ermeni’ysen Müslüman olamazsın”, ya da “Müslüman’san Ermeni olamazsın” denemez.

Demokratik devlet türban takan, günde beş vakit namaz kılıp zikir eden Müslüman’la; içki içen, namaz kılmayan, oruç tutmayan ama kendini Müslüman olarak güren bireye aynı mesafede durmak, onları Müslüman kabul etmek ve o halleriyle özgürce yaşamaları için her türlü güvenceyi sağlamakla yükümlüdür.

 Anayasa jakoben modernizmden kaynaklanan Kemalist totaliter laiklik yerine, her din, mezhep ve tarikate ve özellikle tek tek her vatandaşın dini inancına saygı gösteren, kim neye, nasıl inanıyorsa onu olduğu gibi kabullenen demokratik laikliği benimsemek zorundadır. Diğer kolektif haklar için de aynı durum söz konusudur.  Zazaların içinde kendini Kürt olarak görenlerin yanı sıra, Kürt olarak görmeyenler var. Kimse ne “Kürt olan Zaza”, ne de “Kürt olmayan Zaza” olmaya zorlanamaz.

Anayasa vatandaşlar için alt ve üst kimlik tanımlaması da yapamaz. Sosyolojik olarak alt üst kimlik tartışmaları olabilir ama hukuksal ve anayasal olarak kimlikler derecelendirilerek mesafeler belirlenemez. Devlet her kimliğe, her bireysel ve kolektif hakka eşit davranmak zorundadır.

Anayasanın bireyi temel alması, vatandaşların etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel, sınıfsal ya da başka kimliklerinin inkar ya da gözardı edildiği anlamına gelmez. Aksine bireyin kolektif hakları hangi kimliklerle hangi ölçüde örtüşmüşse ve bireyleri hangi ölçü ve kombinezonlarla toplumsallaştırmışsa öyle tanınmaları, diğer kimliklerle eşit hak ve olanaklara sahip olmalarını sağlayan statüleri verilmelidir. Çünkü anayasalar hak ve özgürlükleri koruyup geliştirecek mekanizmaların oluşmasında aynı zamanda emredici hükümleri olan hukuksal gücün de ifadesidirler. Yoksa eşit hak ve özgürlükler sadece lafta kalır.

[email protected]