Çin’in bölgesel stratejileri ve Doğu Türkistan meselesi

Kılıç Buğra Kanat - SETA Vakfı, Washington DC
6.07.2013

Çin’in Doğu Türkistan’da her muhalif sesi ortadan kaldırma ve her farklılığı asimile etmeye çalışmasının altında hiç de barışçı görünmeyen bölgesel plan ve stratejiler ve bunları hayata geçirmeye kararlı kasası dolmuş, gözü kararmış bir rejim bulunuyor.


Çin’in bölgesel stratejileri ve  Doğu Türkistan meselesi

Geçtiğimiz hafta Doğu Türkistan’ın farklı bölgelerinde patlak veren olaylar ve bu olayların Pekin yönetimi tarafından ele alınış tarzı meselenin ciddiyetini bir daha gözler önüne serdi. İnsani açıdan büyük dramların yaşandığı bölgede Çin’in taviz vermez, insafsız ve inkarcı tutumunun altında yatan en önemli sebepler arasında bölgedeki “Uygur problemini” kendi yoluyla çözerek bölgede kapsamlı bir asimilasyon projesini hayata geçirmenin yanında Doğu Türkistan’ı Orta Asya ve Güney Asya’ya güç projeksiyonunda bir zıplama tahtası olarak kullanmaya çalışmakta bulunuyor. Bu açıdan “Uygur problemi” Çin’in gelecekte ülke içindeki otoriter hakimiyetinin ve toprak bütünlüğünün haricinde dış politikada da yakın çevresine dönük stratejisini gerçekleştirmedeki önemli bir köşetaşı niteliği taşıyor. Çin’in konuyu son yirmi sene içerisinde ele alışında yaşanan dönüşüm bu durumu oldukça açık bir şekilde ortaya çıkarıyor. 

Uygur meselesi son yirmi senedir durmadan ekonomik olarak zenginleşen ve uluslararası politikada söz sahibi olma ihtirasını gittikçe daha fazla ortaya çıkan Çin Halk Cumhuriyeti için Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana en önemli sorunları arasında yer alıyor. 1990’lı yıllarda “Uygur meselesi”nin Çin tarafından algılanışındaki en önemli faktör farklı coğrafyalarda yaşanan etnik çatışmalardı. Bu yıllarda Çin’in dış politika ve savunma bürokrasisi “Balkanlaştırılma” paranoyası içinde Doğu Türkistan’da yaşanan tüm etnik ve toplumsal sorunları bir dış mihrak ürünü olarak ele almaya başlamıştı. Özellikle Kosova’ya yapılan uluslararası müdahale Çin’de adeta bir travmaya sebep olmuştu. 

D. Türkistan’ın önemi artıyor

1990’lı yılların sonlarına doğru ekonomik büyümesi iyiden iyiye artan Çin için Doğu Türkistan’ın ekonomik önem ve anlamı daha fazla gündeme gelir oldu. Öncelikle bölgedeki yeraltı kaynakları sürekli üretime odaklanan Çin sanayiisine enerji sağlayan kaynaklardan biri olması açısından özel önem kazanmıştı. Bunun yanında her ne kadar Çin ticaretinin büyük bir bölümünü ekonomik açılımın sağlandığı Güney bölgelerinde yürütmeye çalışsa da özellikle Orta Asya Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığını ilan etmesinden sonra bu bölgede ortaya çıkan yeni pazarlar ve bu ülkelerde varolan doğal gaz ve petrol yatakları enerjı konusunda 1993 yılından itibaren dışa bağımlı olmaya başlayan ve Ortadoğu’daki kaynaklara hakimiyet açısından geç kaldığını düşünen Çin için kritik hale gelmişti. 

1990’lu yıllar boyunca Doğu Türkistan’ın Çin için siyasi ve ekonomik önemi artarken Çin’in bölgeyi tamamen konrol altına alabilme ve sorun çıkmasını önlemek için giriştiği engelleyici manevralar da artış göstermişti. Bu dönemde Çin revize ettiği tehdit algılaması ile Doğu Türkistan’daki “terörizm, bölücülük ve fundamentalizme” karşı “sert darbe” operasyonları ve kampanyaları uygulamaya başlamıştı. Hedef Çin’in siyasi ve ekonomik politikalarını tehlikeye atabilecek her kişi veya grubun bir an önce ortadan kaldırılmasıydı.  Aynı yıllarda Çin Uygur meselesine karşı mücadeleyi uluslararası bir hale getirmeye de başladı. Önce bölgeye komşu Orta Asya Cumhuriyetleri ile yaptığı anlaşmalar ile bu ülkelerdeki Uygur faaliyetini durdururken bir yandan da bu ülkelere sığınmak zorunda kalan Uygurların Çin’e iadesini sağladı. Şangay İşbirliği Örgütü’nün nüvesi olan Şangay Beşlisi işte böyle bir ortamda bir yandan sınır problemlerinin çözümü öte yandan da Uygur meselesine karşı bölgesel bir bastırma siyaseti bulma amacıyla oluşturuldu. 

11 Eylül Olayları Uygur Meselesi açısından en önemli dönüm noktalarından birini oluşturacaktı. 2001 yıla kadar bölgesel olarak uyguladığı “sert darbe” operasyonlarıyla tüm Uygurları baskı altına alan Çin yönetimi ABD’nin önderliğinde başlatılan teröre karşı küresel mücadele trenine de ilk binenlerden oldu. 11 Eylül saldırılarından bir ay önce Doğu Türkistan’ı barış, huzur ve refah merkezi olarak dünyaya tanıtmaya çalışan Çinli yöneticiler bir anda bölgenin son 10 seneden beri uluslararası terörist gruplar tarafından bir üs haline getirildiğini ve Uygur teröristlerin Çin’in ekonomomik ve toplumsal istikrarını tehdit ettiğini iddia etmeye başladı. Her ne kadar Çin uluslararası profili yüksek Tibet gibi bir başka azınlık problemiyle daha uğraşıyor olsa da terörle mücadele döneminde Müslüman Uygur toplumunu terörle ilişkilendirmek Pekin yönetimi için daha kolay olmuştu. BM ve ABD’nin bazı Uygur örgütlerini terör listesine almasıyla Çin Uygurları bastırmada kendine küresel de bir kanal açmış oldu. Terörle mücadele aynı zamanda Çin için Doğu Türkistan’da meydana gelen hoşnutsuzlukları kendi yöntemiyle çözmesi için iyi de bir zemin sağlamış oldu. Bölgede yaşayan her Uygur olağan şüpheli haline getirilirken Uygurların belli başlı tüm yazar ve entelektüelleri sıkı takibe alındı. Terör kavramı iyice genişletilerek içine her türlü suçun girebileceği bir sepet haline getirildi. Şiir yazmak, web sitesi yönetmek, herhangi bir şekilde rejimi veya yöneticileri eleştirmek, dini eğitim almak veya vermek terörle ilişkilendirilebilir bir hale getirildi. Bu açık çek Çin yönetimin bölgedeki asimilasyon faaliyetleri için de iyi bir bahane haline geldi. Özellikle dini baskılar olabildiğince artarak Çin genelinde neredeyse İslamofobik bir kampanyanın da fitilleri yakılmış oldu.

ABD’nin Pasifik açılımı

Ancak 2000’li yılların ortalarından itibaren Çin için Doğu Türkistan sınır güvenliği ve toprak bütünlüğünden ziyade kendi dış politikası ve bölgesel stratejisi için kilit öneme sahip bir bölge haline gelmeye başladı. Öncelikle Orta Asya ile ekonomik ilişkilerde Doğu Türkistan’ın rolü ticaret hacmiyle paralel olarak ciddi bir artış gösterdi. Çin’in Orta Asya’ya daha fazla nüfuz etmek için inşa ettiği otoyollar, demiryolları ve boruhatlarının tümü Doğu Türkistan’dan geçiyordu. Doğu Türkistan’ın bu dönemde jeopolitik olarak sahip olduğu anlam daha da önem kazanmıştı. Zira bu bölgenin Çin topraklarına dahil olmaması durumunda Çin’in batı ile tüm ulaşımı ya Rusya ya da Hindistan üzerinden yapılmak zorunda kalacaktı. Çin bu dönemde Orta Asya’yı ekonomik olarak kendine bağımlı hale getiriken demografik ve yatırım ataklarıyla bu bölgedeki nüfuzunu da geliştirmeye başladı. Ancak bu gelişmeler yaşanırken Uygurlara karşı ekonomik kalkınma yerine ayrımcılık ve marjinalleştirici politikalar takip edildi. Bu yıllarda Doğu Türkistan’da uygulanan kalkınma programları bölgede Uygurların aleyhine etnik gruplar arasındaki gelir eşitsizliğini daha da derinleştirirken bir demografik asimilasyon girişimini de beraberinde getiriyordu. Bölgeye taşınan Han Çinliler ekonomik kalkınma politikalarının meyvesini yerken Uygurlar kendi yurtlarında garip ve parya bir bir hale sokuluyordu. 

2009 yılında Amerika’nın Asya Pasifik açılımını başlatmasıyla Doğu Türkistan’ın Çin için olan önemi yeni bir boyut daha kazandı. Bu açılım Amerika’nın bölgede görünürlüğü ve etkisinin artması ve bölge ülkeleriyle yeni tür ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler kurulmasını da içeriyordu. Bu durum Çin için iki sorunu birarada getiriyordu. Bir yandan ekonomik olarak güçlenen Çin’in güç projeksiyonu yapacağı alana Amerika davetsiz bir misafir girişi yapmıştı. ABD Pasifik ve çevre denizlere müdahil oluyor Çin’in daha önce arka bahçesi olarak gördüğü Burma ve Kamboçya gibi ülkelerle ilişkilerini yeniden kurarak diplomatik anlamda Çin’i zor durumda bırakıyordu. Bu durumda Çin’in doğusunda manevra kabiliyeti oldukça kısıtlanırken (kuzeyinde Rusya güneyinde de Hindistan olduğu için) bazıları için bu güç projeksiyonunun yapılacağ en uygun bölge olarak Orta Asya kalmıştı. Bu bölgeye de uygulanacak tüm projeksiyonlar Doğu Türkistan üzerinden olacaktı. Bu bölgenin destek noktası olması için de Çin’in birlik, bütünlük ve güvenliğinin en güçlü olduğu bölgelerden biri olması ve dolayısıyla da elden geldiğince Çinlileştirmesi gerekiyordu. Bunun yanında Amerika’nın özellikle Güney Çin Denizi’ndeki jeopolitik mücadelenin içine girmeye başlaması ve Asya’daki denizyolları coğrafyasının ortaya çıkardığı sıkıntılı durum Çin’i ticari ve askeri açıdan zaaf içinde bırakmaya başlamıştı. Bölgedeki adalar kara suları sorununu ortaya çıkarırken Malakka boğazı gibi dar ve uzun geçitler de Çin’in ticari ve enerji taşımacılığını tehdit edilebilir bir hale getiriyordu. Bu da Çin’in kendisini batıya bağlayacak kara ve demiryollarının önemi bir misli daha artırmıştı. Bu yolların da bir şekilde Doğu Türkistan’dan geçecek olması Çin için Doğu Türkistan’ı ve bu bölgenin güvenliğini daha stratejik hale getirdi. 

Bölgede son bir haftada yaşanan olaylar ve Pekin yönetiminin olaylar karşısındaki orantısız tepkisi üzerine düşünürken Doğu Türkistan’ın Çin için ne anlama geldiği gözönünde bulundurmak zorundayız.  Son yirmi yıl içerisinde Çin tarafından Uygur meselesi bir iç sorun olmanın ötesinde aynı zamanda uzun vadeli stratejik hedeflerin hayata geçirilmesi öncesinde ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak da algılanmaya başladı.  Çin’in Doğu Türkistan’da her muhalif sesi ortadan kaldırma ve her farklılığı asimile etmeye çalışmasının altında yatan sebepler arasında hiç de barışçı görünmeyen bu bölgesel plan ve stratejiler ve bunları hayata geçirmeye kararlı kasası dolmuş, gözü kararmış ve nefsi kabarmış bir rejim bulunuyor. Bundan böyle Doğu Türkistan meselesine bakarken bu planları gözönüne almamız bölgedeki Uygurların nasıl bir kıskaç altında olduğu konusunda bize daha net bir resim sunacak. 

[email protected]