Demokrasi oyunu ve sandıksız iktidar arayışı

Ömer Aslan - SETA Siyaset Asistanı
20.07.2013

Hem azınlık, hem dindar, hem de muhalifseniz, liberal-sol kesimler ‘özgürlükçü değerleri’ teşvik uğruna ‘çoğunlukçu demokrat’ olmayı pek de sorun etmeyeceklerdir. Ancak çoğunluğu Müslüman bir ülkede hem dindar/muhafazakâr hem de iktidar olduğunuzda, size “sandık her şey demek değil” denir.


Demokrasi oyunu  ve sandıksız iktidar arayışı

Gezi Parkı eylemleriyle ayyuka çıkan, Mısır’ın 3 Temmuz darbesi de fırsat bilinerek gündemde tutulan “AK Parti Hükümeti’nin ve Başbakan’ın kusurlu demokrasi anlayışı” tartışması, hükümetin farklı bir medeniyetin temsilcisi olarak “Medeniyetler İttifakı”na katılmasına tam destek veren kesimlerin, konu o medeniyetin otantik parametrelerinin reele yansıtılmasına gelince hükümete engel olma amacı taşımaktadır. Bu süreçte hükümete ‘çoğulculuk’ vaaz eden ‘aydın’ kesimler Batı-dışı medeniyet ve modernitelerin varlığı ve inşası söz konusu olduğunda çoğunlukçu olmak bir yana birdenbire hanif kesilmişlerdir. Bugün “katılımcı demokrasi” ve “müzakereci demokrasi” gibi kavramlar yoluyla Türkiye’nin meşru hükümetine “siyaset yapabileceğin alan sana oy veren çoğunluğun değil, vermeyen azınlıkların talepleriyle belirlenir” denmektedir. Hem Türkiye’de hem de Mısır’da ‘uzlaşı, diyalog, çoğulculuk, çok seslilik diye atılan nutuklar muhafazakâr/dindar iktidarlara tahammülsüzlüğün’ göstergesi olmuştur (Yalçın Akdoğan, Star, 6 Temmuz). 

Demokrasi sorunsalı

Yeni Türkiye’nin muhafazakâr değerlerle inşasını istemeyerek Gezi Parkı eylemlerine fikri destek veren liberal-sol kesimler son bir ay içerisinde iç ve dış basında Başbakan Erdoğan’ın demokrasi anlayışının kusurlu olduğundan şikâyet ettiler. Birçok aydın, akademisyen ve yazar, hükümetin, tek makbul demokrasi olduğu savunanlarınca şeksiz gümansız kabul edilen ‘çoğulcu demokrasi’yi değil, ‘çoğunlukçu demokrasi’yi benimsediğini savundu. Temelde alkol düzenlemesinden yola çıkılarak hükümetin çoğunlukçu demokrasi anlayışıyla belirli bir hayat tarzını diğer kesimlere dayatmaya çalıştığı iddia edildi. Başbakan’ın seçimlere ve seçimlerden alınan meşru otoriteye vurgu yapan söyleminden yola çıkılarak hükümetin demokrasi anlayışının aslında demokrasi değil “elektrokrasi” (electrocracy) olduğu, yani hükümetin demokrasiyi dört yılda bir yapılan seçimlerden ibaret sayma yanlışına düştüğü savunuldu. Liberal veya sosyal demokrat olmayanlara ‘zoraki seçenekler’ olarak otokratlığı ya da ‘elektrokratlığı’ uygun gören özünde gayet anti-demokrat perspektif kendini bir kez daha açığa vurdu.

Hükümete ve Başbakan’a yönelik bu eleştirilerle seçim sandığının demokrasilerdeki yeri anlamsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Serbest ve adil seçimler yoluyla yenilemeyeceği görülmüş olan sağ iktidarlarla yeni mücadele yöntemi demokrasilerin en temel kurumu olan seçimlerin değersizleştirilmesi olmuştur. Sonuçta sözde daha ileri demokrasi adına, aslında demokrasinin en temel kuralı olan “gücün serbest, adil ve düzenli seçimler vasıtasıyla barışçıl şekilde el değiştirmesi” prensibinin altı oyulmaya çalışılmaktadır. Seçimlerin anlamlılığına zarar verilemediği yerde ise, demokratik seçimlerin amacının ‘her görüşü temsil edecek bir siyasal partiyi hükümet yapmak’ olduğu şeklinde yanlış bir anlayış yerleştirilmek istenmektedir. Demokrasi rejiminin kendi doğasından kaynaklanan ‘sorunlar” AK Parti hükümeti değişse ‘sorun’ olmaktan çıkacaklarmış gibi sunulmaktadır. AK Parti kimliği ve Başbakan’ın karakteri ile demokrasiye içkin olan bu ‘sorunlar’ arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulması ülkenin çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr/dindarlara yönelik muhalif hazımsızlığının son ve itiraf etmeli ki, en ‘entelektüel’ dışavurumudur.

Demokrasiye giriş

Çizilmeye çalışılan yanlış imajın aksine, günümüzde hiçbir demokraside seçimler herkesi temsil edecek bir hükümeti göreve getirmek için yapılmaz. Seçimler de “kim için oy verirsek verelim aynı politikaları izleyeceği” için düzenlenmez. Ve ne temsili demokrasinin bizatihi kendisi ne de bu demokrasinin olmazsa olmazı seçimler, kusursuz/mükemmel kurumlar ve icatlar değillerdir. Yalnızca insanoğlunun yaşayışı ve gerçekliği ışığında sundukları avantajlar, dezavantajlarından fazla olduğu için benimsenmektedirler. Yoksa seçimler ve seçimlerin tevcih ettiği meşruiyet her demokrasi için birtakım ‘sorunlar’ yaratmaktadır. Örneğin, seçimlerden ezici bir çoğunlukla çıkmış bir partinin kendisine oy veren kimselerin taleplerine atfetmesi beklenen normatif önem ve ağırlık ne kadar olmalıdır? Bir toplumda savunanları bulunan karşıt düşünceler ve değerler arasından belli bir kesimi temsil ettiği iddiasıyla seçimlere girmiş ve hükümet olabilmiş herhangi bir siyasal parti, bir yanda bu kesimin değerlerini savunmakla yükümlüyken, aynı anda bu değerlere zıt düşünen kesimleri nasıl temsil edecektir? Bu tür sayısız soru(n) ortaya atılabilir. Bu sorular her temsili demokraside seçimle iş başına gelmiş her hükümet/koalisyon için geçerli olacaktır. Ve Batı demokrasilerinde, resmi ve yazılı olmasa da sorgulanmadan kabul edilmiş birtakım anlayışlar bu sorulara cevap olarak geliştirilmiştir.

Son döneme kadar Türkiye’de de kabul gören bir demokratlık anlayışının bugün değiştirilmek istenmesinin sorgulanmasını gerektiren husus, bu değişikliğin azınlık tarafından ve yalnızca liberal-sol değerler, bu değerlere sahip kişilerce tehlike altında olarak algılandığında talep ediliyor olmasıdır. Garip olan, bugün, muhafazakârların iktidarında, iktidarın seçimler öncesi verdiği sözleri ne kadar yerine getirip getirmediği ile değil, kendisine oy verenleri ve kimliğini ne ölçüde bir kenara bırakıp kendisine oy vermeyenlerin taleplerine ne ölçüde cevap verdiği ile değerlendirilmeye başlanmasıdır.

Bu yeni demokratlık terazisindeki çifte standartı da görmek gerekir. Türkiye’de Başbakan Erdoğan’dan herkesin Başbakanı gibi davranmasını bekleyen, Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin kucaklayıcı ve kuşatıcı olma zorunluluğuna uymadığını söyleyen kesimler, ülkesindeki geniş kesimlerin itirazlarına rağmen eşcinsel evliliklerin yasalaştırılmasını desteklemekte herhangi bir beis görmeyen ve arkasında bırakacağı Başkanlık dönemi mirası, insansız hava uçaklarının yeni savaş araçları olarak kullanımı olacak olan Amerikan Başkanı Barack Obama’nın Amerikan halkının tamamının Başkanı gibi hareket ettiğini söyleyebilirler mi? Bugünlerde sıkça dile getirilen ‘sana oy vermeyenleri de temsil et’ talebi demokratik seçimlerin kazananı ve kaybedeni olmadığını sanan kesimlerin görüşüdür. Eğer iktidara talip olurken belli bir fikriyatı savunan bir siyasal parti hükümet olduğunda zaten her kesimi gerçek manada temsil edecekse (bu eğer mümkünse), farklı partilerin seçimlerde yarışmasına sebep ne olacaktır? Ve bugün yaratılmak istenen imajın aksine, demokrasilerde meşruiyet ne zamandan beri seçimlerde aldığınız oy miktarından değil de, sokağa çıkarabildiğiniz grupların sayısı ve sesinden, Mısır’da olduğu gibi, topladığınızı iddia ettiğiniz imza sayısından devşirilir olmuştur?  Birilerinin bu aşikâr çelişkileri görmememizi umarak muhafazakâr/dindarların demokrasi anlayışından şikâyetçi olmasının nedeni Amerika ve Fransa’da bu politikalara karşı çıkan azınlık kesimin ezici çoğunlukla dindar/muhafazakâr kesimler olmalarıdır. Hem azınlık, hem dindar, hem de muhalifseniz, liberal-sol kesimler ‘özgürlükçü değerleri’ teşvik uğruna “çoğunlukçu demokrat” olmayı pek de sorun etmeyeceklerdir. Ancak çoğunluğu Müslüman bir ülkede hem dindar/muhafazakâr hem de iktidar olduğunuzda, size “sandık her şey demek değil” denir.

Sandık her şeydir

Türkiye’nin liberal-sol kesimlerinin son dönemde muhafazakâr kanada yüklediklerini gördüğümüz üç “suç” vardır ki partileri olsa ve hükümet olabilseler kendilerinin de aynı ‘suç’ları işleyeceklerine dair hiç şüphe yoktur. Muhafazakar / dindar kesimlerin dogmalarını toplumun diğer kesimlerine dayattığı iddiası bu suçlardan birisini teşkil etmektedir.  Ancak liberalizmin, hepsi-geçerli iyiler ve doğruların varlığını anlatan değer çoğulculuğu ayeti günümüzün en çekici dogmalarından biri olmuştur. Mezkur kesimlerin iktidarlarında bu  ‘yeni’ dogmayı diğer kesimlere dayatacaklarına dair şüphe yoktur. Şikayet edilen bir diğer nokta ise, dayatıldığı iddia edilen yaşam tarzının devlet gücü kullanılarak dikte edilmesidir. Ancak bu kesimlerin bir başka açmazı da, toplumda genel manada karşılığı olmayan özgürlük ve haklar anlayışlarına sahip çıkması ve gerektiğinde dayatması için devletin gücünden medet ummalarıdır. Son olarak, azınlığın duyarlılıklarından bahsederken çoğunluğun duyarlılıklarını, azınlığa saygı derken çoğunluğa saygıyı kurban etme noktasında hiçbir tereddütleri yoktur. Ve hiç kimse şu soruyu sorma gereğini duymamaktadır: Eğer vaaz edilen demokrasi, çoğunluğu oluşturmanın hiçbir artı değer getirmediği ve çoğunluk olarak azınlıklardan saygı beklentinizin dahi olamayacağı bir rejimse, liberal kesimin korkulu rüyası çoğunluk tahakkümüne değil de “azınlık diktasına” gidişten bahsedebilir miyiz?  

Bahsedilen nedenlerle, kendisine “seçimlerin, çoğunluk olmanın anlamı nedir ki?” diye soranlara, muhafazakar demokrat hükümetin kendi haklar, birey, toplum ve özgürlükler anlayışını teşvik etme hakkını savunmak için vereceği cevap, “Cennetin Krallığı” filminde Selahaddin Eyyübi karakterinin kendisine sorulan “Kudüs’ün anlamı nedir?” sorusuna verdiği cevap olabilir: “Hiçbir şey ... Her şey!”

[email protected]