Demokrasiye 'bölücü-kabak' boykotu!

Muhsin Kızılkaya - Yazar
12.10.2013

Andımızın kalkması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, tek bir ulusu yücelten, diğer bütün halkları inkar eden, varlığını yok sayan anlayışı terk ederek, çoğulcu, çok kültürlü, hoşgörülü, farklılıklarını zenginliği olarak telakki eden bir demokratik devlete geçme isteğinin en somut, en demokratik hamlesidir.


Demokrasiye 'bölücü-kabak'  boykotu!

Bu yazıyı yazmaya oturduğumda, kamuda başörtüsüne serbesti geldiğini; bununla birlikte ilkokullarda okutulan “andımızın” da kalktığını haber verdi ajanslar. 

Basit bir yönetmelik değişikliği, bir ülkenin İbni Haldun’un deyimiyle “uygarlık çemberi” içinde kalıp kalmayacağına yetiyormuş meğer. Meğer bu iş o kadar zor, o kadar meşakkatli, o kadar kıran kıra mücadele gerektiren bir iş değilmiş. Kuşkusuz meseleye basit bir yönetmelik değişikliği olarak bakarsak böyle… Ama işin aslı öyle değil. Belki de vakti zamanında bu iki mevzuu bir yönetmeliği bağlayanlar, bu iki düzenlemenin ilelebet payidar kalacağına o kadar emindiler ki, eşeği daha sağlam bir kazığa bağlama gereğini bile duymamışlar. Yoksa kolaydı, “andımızı” bir anayasa maddesi haline getirmek, çok kolaydı ve hiç kimse anayasada neden böyle bir madde var diye sormaya bile cesaret edemezdi.

Uygarlık çemberi

İbni Haldun demişken… Bazı toplumları, “uygarlık çemberi” içinde kalmaya “istekli” toplumlar olarak görür üstat. Türkler, tarih boyunca bu karakterlerini muhafaza etmeyi başarmış ender milletlerden biridir. Her dönemde daha “ilerici” olana ulaşmada güçlüklere rağmen başarılı olmuşlar. İslamiyet’i kabul ederlerken, padişahlıktan meşrutiyete, meşrutiyetten Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten Avrupa Birliği idealine ve dolayısıyla daha demokratik bir Cumhuriyete geçerken hep bu çemberin içinde kalmayı başarmışlar. İşin ilginç yanı, yeni olana, yani daha “ilerici” olana ulaşmada topluma öncülük eden kadroların bir süre sonra statükoya sarılıp daha sonra “gericileşmesi”… Bu “gericiliği” de topluma “ilericilik” olarak yutturması, ahalinin de bu zukkayı uzun bir süre yutması veya kabullenmesi… 

Dünyanın en yaşlı devletine sahip Türkler, Cumhuriyeti kurduktan sonra; bu muazzam, görkemli, kökleri uzak Asya’ya kadar uzanan devleti yaşatmaya mecali kalmamış, çok cılız, çok güçsüz, çok perişan, çok acı çekmiş, çok hırpalanmış bir “ulusla” baş başa kaldıkları için;  “ekaliyetleri” bir tarafa bırakıp geride kalan bütün Müslümanlara, -Kürtlere, Boşnaklara, Lazlara, Çerkezlere, Gürcülere- “siz Türksüzünüz” dediler. Bu yeni düzende “Türk olmayanlara bir tek hizmetçi olma hakkı” tanınacağını bile ilan ettiler. 

Andımız yok artık!

Güçlü devlete, güçlü ulus lazımdı, bu güç de Anadolu toprakları üzerinde yaşayan Müslüman halklarda o zamanlar için ziyadesiyle vardı. Bir yeni ideoloji oluşturuldu, yeni kıyafetler giydirildi ahaliye, yeni bir takvim, yeni alfabe, yeni harfler, hasıla yeni olan her şey kısa bir süre içinde her yere sirayet etti… Marşlar bestelendi, balolar tertiplendi, sarıklılar sallandırıldı, çarşaflar yırtıldı, erkeklerin kafalarına serpuş geçirildi, kadınların başları ise açıldı. 

Bütün bu yeni “kazanımları”  “ortak değer” haline getirmek için de, bütün ülkeyi zapturapt altına alan bir ceberut yönetim tesis edildi. Bu, sadece Türklük suyuyla yıkanmış, Türklükle taçlandırılmış yeni hayat biçimini ölümsüz kılmak için de tek bir resmi ideoloji her şeyin üstüne konuldu. İşte geçen hafta Salı günü basit bir yönetmelik değişikliğiyle tarihe karışmış olan “andımız” bu şartlarda hayatımıza girdi.

Çocukken, daha çok küçükken hepimizin beynine şırınga edildi. Bu toplumda sadece Türkler yaşıyordu ve hepimiz birer Türk olarak, “doğruyduk, çalışkandık, küçüklerimizi seviyor, büyüklerimizi sayıyorduk” ve her sabah çok erken bir saatte hepimizin “varlığı Türkün varlığına armağan oluyordu.”

Zemheri ayında, çok soğuk olurdu haftanın ilk gününü. Okulun en göz açığı, en çalışkanıydım galiba. O yüzden bu görev benimdi. Hayatın pür Kürtçe yaşandığı bir evden çıkıp mahalledeki okula gidiyordum. Yol boyunca kafamın içinde hep Kürtçe kelimeler… 

Okulun önünde sıraya girmiş arkadaşlarıma andımızı okutma görevi bana tevdi edilmişti. Merdivenin ikinci basamağına çıkıyor, hançeremi yırtarcasına, -öyle Devlet Bahçeli gibi yanlış yunluş okumadan- hiçbir anlam veremediğim o andı, akranlarıma tekrarlatıyordum. Hele son bölümü öyle kuvvetli, öyle şeddid okunacak ki, karşıdaki Sümbül Dağı, yanındaki Kela Bayê korkudan salavat getirecekti:

“Varlığım Tür varlığına armağan olsun! Ne mutlu Türküm diyene!”

Bir kenar mahalle ilkokuluydu. Sanırım içimizde tek bir Türk bile yoktu. Hepimiz kırık dökük biliyorduk Türkçeyi henüz ve Türklük, Kürtlük nedir, hiçbir bilgimiz yoktu. Bu kavramların gelip Sari Xoce’nin deyimiyle “bilincimize çarpması” çok sonraya rastlayacak. O yüzden andımız, zemheri ayında, her şeyi donduran soğuk bir havanın yüzümüzde kamçı izi bırakarak iliklerimize ulaştığı bir “Türkleştirme” yemini olarak “bilincime çarptı” daha sonra. Çok sonra da hayatımdan çıkıp benden sonra gelen başka bir çocuğun kanına girdi. Ta ki geçen hafta Salı gününe kadar… Şimdi ırkçı marşların, sloganların, işaretlerin kabristanında kendine müstesna bir yer arıyordur eminim.

O yüzden “andımızın” kalkması kabağa benzetilemez. Hiçbir zerzevata benzetilmez. Andımızın kalkması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, ceberut, tekçi, tek bir ulusu yücelten, diğer bütün halkları inkar eden, varlığını yok sayan anlayışı terk ederek, çoğulcu, çok kültürlü, hoşgörülü, başka milletlerin varlığına tahammül eden, farklılıklarını zenginliği olarak telakki eden bir demokratik devlete geçme isteğinin en somut, en elle tutulur, en ilerici, en demokratik hamlesidir. Demokrasi alanında şu ana kadar atılmış en önemli adımlardan birisidir. Onu kabağa benzetmek, şimdiye kadar demokrasi mücadelesi vermiş, bu uğurda canından olmuş, sürgün yemiş, hapis yatmış, işkence görmüş bütün o güzel adamların, o cesur kadınların anısına saygısızlıktır.

Madem andımızın kalkmış olmasını kabağa benzetecektiniz, çok değil geçen yıl, sadece bu yemin kalksın diye, bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde, iki hafta boyunca çocukların okula gitmesine neden engel oldunuz? Geçen yıl yeni öğretim yılı başında uygulanan okul boykotu “andımızın” kalkmasına yönelik bir talebin sonucu değil miydi? O tarihte bu ant kalkmış olsaydı ne diyecektiniz? Kabağı patlattık mı diyecektiniz?

Bir sene önce kalkmasını istediğiniz şeyi demokrasi mücadelesi olarak nitelendirip, bir sene sonra aynı şey kalkınca onu kabağa benzetmek, kendi mücadeleni kabağa benzetmek demek değil midir? Ne olur, kendinize bu haksızlığı yapmayın!

Hayırlı bir 'seçim yatırımı'

Şu yaşıma kadar hiçbir şey öğrenmediysem şunu çok iyi öğrendim: Türkiye’de yapılan işlerin iyi mi kötü mü olduğunu anlamak için bazı anlayışların, bazı insanların o hamle karşısındaki tavrı belirleyici olur benim için. Eğer atılan bir adım, memleketin ulusalcılarını, faşistlerini, statükocularını, vesayetçilerini, kendilerini ilerici diyen gericilerini üzüyor, kahrediyor, yataklara düşürüyorsa, yapılan o işi kayıtsız şartsız desteklerim. Atılan o adımın, yapılan o hamlenin yüzde yüz doğru olduğuna artık kalıbımı basabilirim. Sağına soluna bakmam, içeriğini fazla kurcalamam, faşistleri rahatsız eden her şey beni şakır şıkır oynatır. 

Öyle ya, ya onlar doğru ya da ben yanlışım.  İkisi aynı anda olamaz. MHP’ye göre “bölücü” olan bir hamle, örneğin BDP’ye göre “kabak” olmamalı… Yoksa ikisinin arasındaki farkı sorgulamaya başlar insan. Ulusalcılar, faşistler için “kötü” olan, özgürlükçü demokratlar, yüreği yanık solcular, acı çekmiş Müslümanlar için “iyi” olmalıdır. Ben hiçbir marketin hiçbir sebze reyonunda, hiçbir semt pazarında “bölücü” bir “kabağa” rastlamadım henüz. Her mevsimde bulunur, her yemeği yapılır ayrıca kabağın…

Şu kısa süre içinde “demokratikleşme paketi” için gök kubbenin altında söylenmemiş hemen hemen çok az laf kaldı. Bana sorarsanız, daha uygar, daha çağdaş, daha hoşgörülü bir toplum olma yolunda devletin şu ana kadar attığı en önemli adımlardan biridir. Çünkü bu paket, bütün tepkilere, bütün “itibarsızlaştırma” söylemlerine rağmen, kamusal hayatta başörtüsü yasağını kaldırdığı, ırkçı andımızı hayatımızdan çıkardığı, Kürt alfabesine özgürlük tanıdığı, mekanla toplumsal hafızayı birbirinden ayıran yerleşim yerlerinin isimlerini yasaklayan saçmalığa son verdiği için, devletin işlediği günahlardan dolayı yurttaşlarından af dilemesidir. 

“Seçim yatırımı” diyor muhalifler. Halkına daha fazla demokrasi vererek seçime yatırım yapmak, yatırımların en hayırlısı olsa gerek. Demek ki oy getirme ihtimali olan, halkı memnun eden bir şeydir ki “yatırım” olabiliyor.

Siz de buna benzer “hayırlı işlere”  “yatırım” yapın. Bakarsınız halk sizi de iktidara getirir!

[email protected]