Devlet için millet feda edilir mi?

İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ Hukukçu
2.03.2013

Türk Milleti’ kavramının mana, mahiyet ve medlulüne müteallik münakaşalar sebebiyle millet, ulus, kavim, etnisite, ırk ve ümmet gibi kavramlar hakkında hemen herkes hatırı sayılır bir malumatı haiz oldu.


Devlet için millet feda edilir mi?

Millet ve ümmet kavramlarının tarihi süreç içinde ve tabii mecrasında uğradığı anlam kayması yeteri kadar incelenmiş olmakla birlikte bilhassa millet kavramının  ‘devletin bekası’ kaygısıyla ‘muvazzaf’ hale getirilişi hak ettiği alakayı görememiştir.

‘Millet’ kavramı ilk defa Islahat Fermanı ile devleti kurtarmanın bir aracı olarak telakki edilmiş ve klasik Osmanlı millet nizamından vazgeçilerek din ayrımının gözetilmediği bir ‘Osmanlı Milleti’inşaı çabasına teşebbüs edilmişti. Devleti kurtarma mukabili o dönem verilecek tek taviz ‘millet’ kavramıydı. Kırım Harbi’nde büyük devletler Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin yanında yer almış, bu destek ve Paris Anlaşması devletin varlığının garantisi telakki edilmiş, karşılığında da gayrimüslim tebaaya cemile(!) görünümünde haklar tanınmıştı. Artık Müslüman ve gayrimüslim eşitti. Aslında bu herkesi tatmin eden basit bir aldatmacaydı. Kim bilir böylelikle artık gayrimüslim tebaa ayrılık-gayrılık derdine düşmeyecek, devlet de yıkılma korkusundan daha da emin olabilecekti. Tarih kitapları yalan yazmıyorsa Paris Anlaşması’nın düvel-i muazzamaya verdiği Osmanlı Hıristiyanlarına “resmî/akdî” hamilik hakkı, aradan çok geçmeden Osmanlı Devleti’nin elini kolunu bağlamış ve gayrimüslim dini-etnik unsurların isyanlarının bastırılmasını zorlaştırmıştır. İşte ne olduysa her şey bu Kırım Harbi ve Paris Anlaşması’ndan sonra oldu, daha doğrusu netleşmeye başladı. Her ne kadar birkaç bürokrat ‘Osmanlı Milleti’ hayaline bel bağlamışsa da devlet ricalinin kahir ekseriyeti, hiç olmazsa bunun devletin kurtuluşu için zorlama bir tedbir olduğunun farkındaydı. Zaten Hıristiyanların çoğunun da bu kavramdan anladığı ‘Müslümanlaşmak’ ya da “Müslüman hâkimiyetinde yaşamaya devam etmekti”.

‘Osmanlı Milleti’ kavramı devleti kurtarması ümit edilen bir tedbirken bu tedbiri sosyolojik olarak anlamsız kılacağı kısa bir süre sonra anlaşılan Kafkas göçü başladı. Her ne kadar o tarihe kadar Osmanlı’nın kaybettiği topraklardan elde kalan topraklara birçok Müslüman göçü olmuşsa da 1860’lardan sonra vuku bulan bu göç birçok bilinmeyene de gebeydi.

1870’ler Osmanlı’nın kalbi Rumeli’de “Osmanlı Milleti”nin gayrimüslim dini-etnik unsurlarının isyanlarının görüldüğü dönemdi. Aslında Osmanlı Devleti, bu isyanların hepsiyle başa çıkabilecek bir güçteydi ve neticede öyle de olmuştu. Ancak Osmanlı’yı kurtarma mukabilinde Osmanlı Hıristiyanlarının hamiliğini üstlenen büyük devletler her defasında -bu defa akdî/sözleşmesel bir argümana dayanarak-  ‘gerekli’ müdahaleleri yapıp devletin elini kolunu bağlıyor; sonu bağımsızlık olacak reform plan ve projeleri dayatıyordu. İşte tam da bu aşamada Osmanlı Devleti, ‘Osmanlı Milleti’ için bir anayasa ilan etti. Öyle ya, ‘Osmanlı Milleti’ Müslim-gayrimüslim bir bütündü ve verilen haklar tümüne şamildi. Büyük devletler de ‘Osmanlı Milleti’ kavramının bir hayal, hatta numara olduğunu bildikleri için Tersane’de duydukları top seslerine itibar etmeyerek ‘millet’için değil, Rumeli’de isyan eden “Hıristiyan dini-etnikunsurlar” için haklar istediler.

Yani özerklik veya bağımsızlık.Ancak izzet-i nefis bunu kabule maniydi.Sonuç malum: Rusya ile 93 Harbi, inanılmaz bir Müslüman katliamı ve hicret...Burada ilave edilmesi gerekli şey şudur: 93 Harbi’nden önceki reform plan ve projelerinde başta Bulgarlar, Rumeli Hıristiyanların Çerkeslere; 93 Harbi’nden sonraki anlaşmalarda da Anadolu’daki Ermenilerin Çerkes ve Kürtlere karşı korunması hüküm altına alınıyordu; çünkü bir isyan vuku bulduğunda mesela Tuna vilayetindeki Bulgarlar isyan ettiklerinde, Kafkas göçünden önce Arnavutlar, göçten sonra da Çerkesler ordudan önce devreye giriyordu.Bu gerçeğin derin anlamları olduğundan şüphe etmemek gerekir. ‘Osmanlı Milleti’ hayali yine de hepten sönmüş değildir ama artık ‘Osmanlı Milleti’ de “Müslüman Türk Milleti” şeklinde netleşmeye başlamıştır. Çünkü kaybedilen topraklardan sadece etnik olarak Türk oldukları belli Müslümanlar değil, en az onlar kadargayritürk Müslüman unsurlar da elde kalan topraklara göç etmektedir. Rumeli’de Arnavutluk dışında elde kalan topraklar Makedonya diye isimlendirildiği ve burası sadece Müslüman nüfusun değil, etnik Türk nüfusun da yoğun olarak bulunduğu bir yer olduğu için buranın kaybı hem Rumeli’nin kaybı hem de imparatorluğun sonu olacağından bu korkuyla hareket eden İttihadçılar, bu korkuya tedbir için II. Meşrutiyet’i ilan ettirdiler. Yine ‘Osmanlı Milleti’nin tümü için haklar tanınıyor, devletin bekası için ‘millet’ kurumları devreye giriyordu. Meclis-i Mebusan;tüm milletin temsil edildiği, edileceği bir yerdi. Ancak bu da çare olmadı ve nihayetinde Balkan Harbi zuhur etti. Artık vatan da imparatorluk da ‘millet’e ömürdü. İşte ‘Osmanlı Milleti’ derken tarihin, sosyolojinin, kültürün meydana getirdiği gerçek bir millet daha vardı ve bu millet Müslümanların elde kalan topraklarda toplanması ve kaynaşmasıyla var oluyordu. Balkan Harbi’ne kadar hep “devletin kurtarılması” ön plandaydı; her şey devlete göre ayarlanmıştı. Ancak Balkan Harbi’nden sonra devlet de, vatan da hep “millet”e göre planlandı. Çünkü daha önce toprak kaybedilirdi, katliam yaşanırdı, hicret edilirdi. Hicret edilen yerde yerli ahaliyle kaynaşılır, hatta toplum daha da homojenleşirdi.Beka kaygısı yine vardı ama bu ecel korkusu değildi. Balkan Harbi mağlubiyeti ve Rumeli’nin kaybından sonra yeni bir toprak kaybı, katliam ve göç artık devletin değil, ‘millet’in bekası meselesi olacaktı. Anadolu bile, ‘millet’in bekası kaygısıyla daha da anlamlı hale gelmişti. Acaba bugün devletin bekası için ‘millet’ mi feda ediliyor?

Osmanlı’dan ‘Türk Milleti’ne

Osmanlı’nın fethettiği yerlerdeki gayrimüslimken Müslüman olmuş ahaliye ‘Türk’ denilirdi. Yakın zamana kadar Arnavut ve Boşnaklar arasında kendilerini Türk olarak tesmiye edenler de azımsanmayacak bir orandaydılar. Kısaca ‘Türk’, Müslüman manasına gelmekteydi. Osmanlı millet sisteminde de tüm Müslüman unsur pratikte tek bir millet halindeydi. ‘Osmanlı Milleti’ mefhumununsa devletin kurtuluşu için istimal edildiğine yukarıda temas etmeye çalışmıştık. Bu durumda ‘Türk Milleti’ kavramının oluşumu izaha muhtaçtır. Eğer Osmanlı Devleti’nin 19. asırda yaşadığı toprak kayıpları dikkate alınırsa ‘Türk Milleti’; küçülme, göç ve kaynaşmanın oluşturduğu bir millet şeklinde tarif edilebilir. “Milliyetçilik çağına” tekabül eden bir süreçte göçenlerin ve yerlilerin kaynaşmasında ana amil ne dil, ne de etnik olguydu. Çünkü göçenler, sakini oldukları toprakların Hıristiyan dini-etnik unsurları tarafından homojen bir ‘millet’ teşkili gayesiyle sırf Müslüman oldukları için yakınları katliama maruz kalanlardı. Kimi zaman bariz bir şiddetin tesadüf edilmediği dönemlerde de Boşnaklar örneğinde görüldüğü üzere sırf Avusturya-Macaristan Ordusu’nda askerlik yapmamak için Osmanlı topraklarına hicret edenler vardı. ‘Türk Milleti’ baskıyla, dayatmayla değil, katliam ve göçlerin de etken olduğu bir süreç neticesinde kendiliğinden husule gelmiştir. Elde kalan toprakların kahir ekseriyetinde etnik yönü baskın Türklerin yoğun olması, Türkçenin konuşulması ve millete Türk isminin verilmesi ‘Türk Milleti’nin İslam temelli olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Göçen, kaynaşan her gayritürk Müslüman unsur serbest iradesiyle ve temel şartın sadece Müslümanlık olduğu güvencesiyle hareket etmiştir. Bu durumda ‘Müslümanlık’ ‘Türk Milleti’nin bir unsuru değil, temelidir. Kısaca, ‘millet’ kavramı, bir dönem din ile özdeşken, ‘nation’ manasını yüklendiğinde de etnik, kavmî bir temele değil, dine, İslam’a istinat etmiştir. Bu sebeple Çerkes, Gürcü, Çeçen, Pomak, Boşnak, Arnavut, Arap gibi unsurların kendilerini Türk Milleti kapsamında görmelerinde bir sıkıntı yaşanmamıştır.

Kanaatimizce Kemalist rejim, ‘Türk Milleti’ kavramının ve bizatihi milletin bu özelliğini çok iyi bildiği için kavramı farklı bir temelle oluşturmak istemiş, İslam ile bağlantıyı kesmek için masallara sığınmış; böylelikle milleti de değiştireceğini düşünmüştür. Yani onlar kavramın ve milletin farkında olduklarından kavramla oynayarak ve ona uygun hareket ederek yeni bir millet çabasına girişmişlerdir. Ancak kavramla oynamak, buna uygun hareket etmek olguyu değiştirmek manasına gelmemektedir. Kemalist yeni millet inşaı çabasına kadar ‘Türk Milleti’ ya İslam ile anlam ifade ederdi ya da ‘Müslümanlarla’. Osmanlı Klasik millet sisteminde ‘millet’, din ile özdeş olduğu için milletin temeli, hatta bizatihi kendisi İslam’dı. İslam, Türk Milleti’nin, Kemal Karpat’ın deyimiyle “siyasî bir mahiyet kazanmasından” sonra da etkileyici ve belirleyici olmuştur; ancak milletin oluşumunda değer, kültür, dil ve hatta din gibi unsurlar kanaatimizce bizatihi ‘kimlik’ unsurundan sonra geliyordu; ‘kimlik’ bunlarsız bir anlam ifade etmese bile... Kısaca ‘Müslüman’ olmak, İslamî bir hayat tarzına bağlı olmaktan daha öncelikliydi. Bu sebeple pozitivist ve İslam’a mesafeli olduğunda şüphe bulunmayan birçok İttihadçınınİslamî bir kaygıları yokken ‘Müslümanların’ bekasını mesele edinmesi anlamlıydı. Müslümanlık biraz da yaşanan toprak kayıpları, katliamlar ve göçlerin neticesinde şiddetlenen Hıristiyan karşıtlığına göre konumlandırılıyordu, İslam’a, onun evrensel ve temel ilkelerine göre değil... Ancak şu önemliydi: Bu Müslümanların kahir ekseriyetinin İslam’la ilgisi devam ediyordu ve yönetici kademenin İslam’la bağı zayıf unsurları dahi bu gerçeği dikkate alıyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra Kemalist rejimin yerleştirilmesi aşamasında yaşananlar ise farklıydı. ‘Türk Milleti’nin insan unsuru yine değişmiyordu: Müslümanlar. Ama Müslümanların İslam’la olan bağı, İslam’la bağı olmayan veya çok zayıf olan yönetici kadro tarafından kesilmeye çalışılıyordu. Bu çaba, tamiri çok zor hasarlara yol açacaktır.

Türk Milleti kavramına insan unsuru olarak Kürtlerin girmediğini, Kürtlerin etnik Türklerle ve diğer Müslüman unsurla kaynaşmadığını iddia etmek mümkün değildir. Birilerinin açıkça söyleyemediği şu olmalı: Diğer gayritürk Müslüman unsurlar, geldikleri yerlerle bağları koptuğu için etnik bir unsurun içinde asimile oldular; onlar, Kürtlere nazaran hem sayıca az hem de değişik bölgelere iskân edildikleri için yerli ahaliyle kolayca bütünleşip etnik manada ‘Türkleştiler’; oysa Kürtler, Türkmen ve Yörükler gibi bu topraklara daha önceden gelmiş, sürekli ve homojen bir halde yaşamışlardır. Onlar da sözkonusu kaynaşmaya belli oranda katkı sağlamış ancak sayıca çoklukları ve biraradalıkları nedeniyle “etnik bağımsızlıklarını” korumuşlardır; bu sebeple bir Boşnağın ya da Pomağın kendisini Türk Milletine mensup addetmesi makulken, bir Kürdün kendini bu şekilde addetmesi o nispette sorunsuz değildir. Bu görüş taşıdığı haklılık payına rağmen gerçeğin tam ifadesi değildir ve Tek-Parti döneminde yaşanan olayların etkisini taşımaktadır. Oysa Kürtlerle etnik Türklerin kaynaşmasının tarihi daha eskiye dayandığı gibi, göç ettirme gibi mecburi ve zaruri bir sebebe de istinat etmiyordu. Bu sebeple Kafkas ve Rumeli muhacirleri iskân edildikleri yerlerdeki ahaliyle kaynaşırken, Tek Parti döneminde Anadolu’nun muhtelif yerlerine iskân edilen Kürtler kırıklık yaşıyorlardı. Kafkas ve Rumeli muhacirleri Müslüman oldukları için göç ettirilmiş, Kürtler ise Müslümanlıklarından ziyade etnik bir unsur oldukları için devlet eliyle iskân edilmişlerdi. Ancak milletimizin tarihinde paranteze alınması gerekli bu utanç dönemini bugüne taşımak doğru mudur?

İslam’a mugayir bir hal!

Görülen odur ki, bugün Kürtleri devletin kapsamı içinde tutmak için milletin kapsamından çıkarmak bir çözüm şekli olarak ad ve telakki edilmektedir. Bu kısaca Kürtleri, Türk Milleti kavramından dışlamak, milletle bağını kesmek olacaktır. Kürtler artık kendilerini ister bir etnik topluluk isterse de ‘millet’ olarak kabul etsinler, belli bir zaman sonra aradaki ilişki bir devletteki iki milletin ilişkisi şeklinde cereyan edecektir. Kürtlere yapılan tüm yanlışlara rağmen onların kahir ekseriyetinin devletten bildiği bu yanlışların faturasını bugün devletin, kendisine değil de millete çıkarması ne derece doğrudur. Kürtlerin derdi devletleydi, milletle değil; o halde dayağı niçin millet yesin ki!Azınlık bir unsurları eliyle Kürtlerin devletten kopması tehlikesi, kaygısı, korkusu karşılığında çoğunluğunun kavgalı olmadığı Türk Milleti kavramını rahatça feda etmek, aslında Kürtlerle Türk Milletinin farklı topluluklar, kategoriler, dünyalar olduğunu itiraf manasına gelecektir. Bu ayrım netleşirse, Kürtlerle Türk Milletinin ‘millet’ kavramında buluşacağı ümidi de kaybedilecektir.

Türkiye Devleti’nin vatandaşı ama ‘Türk Milleti’nin mensubu olmayan bir Kürt tahayyül edemiyorum. Ben asırlardır bir arada yaşadığım bir Kürtle aynı milletten sayılmayacaksam devletin canı cehenneme...Üyesi olmaktan onur duyduğum AK Parti’nin bu meseleyi tartıştırıp sonunda da Kürtlerin ‘Türk Milleti’nin ayrılmaz bir unsuru olduğunu göstermeyi hedeflediğini ümit etmekteyim. Kanaatimce AK Parti (Meclis çoğunluğunu da dikkate alarak) İmralı dahil herkese af getirebilir; çünkü milleti sevdiklerinde şüphe bulunmayan İttihadçılar da eylemli olarak af getirmiş; Osmanlı askerlerine kan kusturan Makedonyalı Bulgar terörist Sandanski ile kolkolafotoğraf çektirmiş, Osmanlı Bankası saldırısını gerçekleştirenlerden Ermeni terörist Armen Garo (Karekin Pastarmacıyan)’nun mebus seçilmesine itiraz etmemişlerdi. Bunlar devletle, hikmet-i hükümetle ilgili kararlardır. Ancak Türk Milleti kavramı hakkında tasarruf, devlete değil bizatihi müşterek tarihe, kültüre, sosyolojiye ve bunları belirleyen dine, yani millete ait bir meseledir ve bu konuda Sn. Başbakanımızın yanlış enforme edildiğini düşünüyoruz.

Kürtlerin sadece devletin vatandaşı olduklarını ama milletin ferdi olmadıklarını hüküm altına alacak bir düzenleme her şeyden önce İslam’a mugayir olacaktır.

[email protected]