Devleti milletin mülkü kılmak

Ahmet Özcan / Yazar
2.03.2013

Kürt meselesinin çözümünü de içeren reform süreci aslında millet olarak yeniden geleceğe bakabilen bir özgüvenin tesisini sağlayacaktır.


Devleti milletin mülkü kılmak

"Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz" Maksim Gorki

Cemal Süreya, Ziya Gökalp için, “geriye döndükçe toparlayıcı ama ileriye boş bakışlarla bakan düşünür” der. Türkiye, eski müesses düzenin dönüşümünü demokratik açılım başlığı altında devam ettirirken memleketin birçok siyasi ve entelektüel figürünün bu zarif tanımdaki gibi, geleceğe dair hiçbir fikirlerinin ve tasavvurlarının olmadığı görülüyor. Çünkü eski düzen, geçmişin inkarı ve geleceğin belirsizliği üzerinden günü kurtarma telaşını ifade ediyordu. Ve bu geçmişten hala kurtulamayan zihinler yarını da konuşmayı bilmiyorlar. Oysa şimdi ‘Gün’ kurtarıldı, yani büyük çöküşün üzerinden yüz yıl geçti ve artık geleceğe bakma zamanıdır.

Sürecin özü ne?

Kürt meselesinin çözümünü de içeren reform süreci aslında millet olarak yeniden geleceğe bakabilen bir özgüvenin tesisini sağlayacaktır. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir normalleşme sürecidir. Anormal olanın yani eski Türkiye’nin korkular ve imtiyazlar üzerine kurulu iç-dış siyasetinin değiştirilmesi ve milletin her anlamda güçlendirilmesini içeren eşitlikçi bir demokratik düzenin kurumsallaştırılması, sürecin nihai hedefi olmalıdır.

Değişim sürecinin tam ve kamil manada en az bir nesil sonra meyve vereceği unutulmadan, var olan dönemi en az hasarla, en az çatışmayla, en az gerilimle ve en önemlisi de en az hatayla atlatmaya çalışmak gerekiyor. Çünkü asıl büyük ve önemli işler bundan sonra yapılacaktır. Yaşanan süreç zemin temizliği ve milletin gerçek devletinin inşası için gerekli koşulları hazırlama dönemidir. Bu hazırlığın büyük bir titizlikle gerçekleşmesi, sonraki dönem için güç, enerji ve tecrübe birikimini sağlayacaktır. Yeni devletin temelleri, milletin bütün unsurlarıyla daha fazla güçlendirilmesi, birikmiş enerjisinin heba edilmeden doğru kanallara akıtılması ve yaşadığı iyi-kötü deneyimlerin tecrübesiyle daha adil ve özgür bir düzenin kurucu iradesinin olgunlaştırılmasıyla atılacaktır.

İslam dünyasının kadim topluluklarını etnik kavramlarla kategorize edersek, Türkler, Araplar ve İranlılar, emperyalist kuşatma altında düşük yoğunluklu bir var kalma çabası ile boğuşmaktadırlar. Çerkesler, Kürtler, Arnavutlar, Filistinliler ve Peştunlar gibi ümmet içinde tarih sahnesine daha etkili çıkmak için çaba gösteren, genç, dinamik topluluklar ise yeni enerji kaynakları gibidir. Doğru ve bir üst çatıda organize olma koşulları oluşmadığı için bu enerjik halklar, şimdilik ilk buldukları dil, üslup ve örgütlenme tarzı olan Milliyetçiliğe sarılmış durumdadır. Çünkü bu halklar, Osmanlının yıkıntıları altında kalmamış, yani bu yıkımı bizzat değil, dolaylı olarak yaşamış bu nedenle de ümmet adına harekete geçirilebilecek bir topluluk enerjisini saklamış, ancak kendilerini 20. yüzyıl boyunca varoluşsal bir tehdit altında hissederek, fazladan var kalma çabasına yönelmiş halklardır. Bu açıdan, ümmet adına, batıyla büyük hesaplaşma davası yerine lokal ve yer yer de tüketici eylemlere yönelebilmekte, hatta var olma davalarını her şeylerinin önüne geçirebilmektedirler. Oysa tarihte hiçbir topluluk salt kendisi olarak, kendi kararıyla ve arzusuyla sahne almamıştır. Örneğin 20. yüzyıl boyunca var olan birçok halkın ve devletin kaderi, Stalin, Churcill ve Wilson’un iradesiyle şekillenmiştir.

Ortak gelecek için

Genelde İslam dünyasının özelde Mezopotamya-Akdeniz havzasının Osmanlı sonrası yaşadığı travmaya son vermek ve bütün kadim bölge halklarının yeniden ortak bir kader etrafında geleceğe yürümesini sağlamak için büyük bir çatıya ihtiyaç vardır. Bölgemizin geleceğini büyük güçlerin yeni strateji oyunlarına teslim etmemek için, bölgemizde bir büyük gücün inşası kaçınılmazdır. Bu bağlamda, Türkiye’nin de, Arap dünyasının da, Kafkaslar ve Balkanların da, Afrika ve Orta Asya’nın da büyük ve tarihsel bir ortak irade etrafında toparlanması, geleceğimizin en önemli sigortasıdır.

Ancak böyle bir irade, bütün halkların toplumsal enerjilerini bir üst projede birleştirerek, var olma davalarını engellemek bir yana teşvik edici bir siyasetle doğru yöne kanalize edebilir. Bunu yapacak olan irade, tarihte kendi var oluşuna dönüp bakmalıdır.

Bu manada, Kürt olgusuna, dar görüşlülük ve tasfiyecilikle malul müesses düzenin perspektifi ve kuru bir kardeşlik retoriğinin ötesinde, tarihsel birikim ve bütünleştirici bir iradeyle bakan yaklaşım şarttır.

Cumhuriyet, aslında Anadolu’da, yani elde kalan son vatan parçasında can havliyle Kürt-Türkmen demografisine yaslanmaktaydı. Fakat Avrupa icadı etnik kimlikler ve dar ulus perspektifi, yeniden milletleşme adına kadim millet geleneğini de tahrip etti sonuçta Eric Hobsbawm’ın “milliyetçilik, açıkça öyle olmayan şeye gereğinden fazla inancı gerektirir” sözünü doğrularcasına, Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Çerkez kimlikleri nasyonalist temelde yeniden icat edilip birbiriyle rekabete sokuldu. Oysa bu kimliklerin içeriği bir yana, bu etnik kelimeler ve tanımlar dahi batı icadıydı.

Sonuçta kendi coğrafyamıza, tarihimize, inançlarımıza ve geleneklerimize uymayan devlet, siyaset, kimlik, ırk, etnos ve ideolojilerle kuşatılıp yozlaşan, çürüyen varlıklara dönüştük.

Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, Musul-Kerkük’e el koyarken, Kürtleri hem dört parçaya bölerek hem de yeni Türkiye’ye karşı bir şantaj unsuruymuş gibi sunarak, cumhuriyet elitlerinin bölünme ve yıkılma korkularını -bir şartlı refleks- gibi Kürtler üzerine yıktı. Cumhuriyeti bu korkularla yönetilebilir hale getiren batılı güçler için yapılan iş artık basitti; Kürtlüğü kışkırtıyormuş gibi yaparak devleti, devleti de Kürde karşı kışkırtarak Kürtleri yönettiler.

Cumhuriyet, Kürtlerle doğru ve olumlu bir ilişki kuramadı. Gerek din politikası, gerekse Alevilik politikası, özünde Kürtleri tehdit gören daha doğrusu bir kez daha bölünme endişesinin sonucuydu. Bu bakışın gerisinde, Ermeni tehcirinin bir şekilde Kürtler üzerinden intikamının alınacağı, yani Kürtlerle araya mesafe koyarak Türklüğe dönük olası bir saldırının önüne geçmek ve yine İran’ın Kürtleri Türkiye’ye karşı kullanabileceğine dair içgüdüsel hesaplar da vardı.

Bu nedenle Cumhuriyetin müesses düzeni, ömrünü adeta Anadolu’yu yeniden fethetmek ve hükmetmek çabasıyla geçirdi. Bütün askeri-politik ve kültürel gücünü, merkezinde Kürtlerin olduğu Doğu’yu ve dolayısı ile köylü dindarlığını ve “öteki” gördüğü Kürtlerin dil ve kültürünü yok etme çabasına yöneldi. Batının İslam dünyasına genel bakışındaki oryantalist vizyonu adeta ödünç alarak, kendi çapında bir şark meselesi icat etti.

Osmanlı sonrası sığınılan Anadolu’da yeniden milletleşme çabasıyla başlayan süreç, bizzat bu çabayla milletleşmeyi kökünden sabote eden bir resmi politikanın kanıksanması, yerleşmesi ve kireçlenmesini sağladı.

Bu bağlam içinde ele alındığında eski devletin Kürt siyaseti, özünde millet ve din konusundaki politikanın etnik temelde ifadesinden başka bir şey değildir. Cumhuriyet, milleti yeniden formatlayarak, belki güvenlik endişesiyle belki gerçekten geri kalmışlıktan kurtulmanın bir yolu olarak batılılaştırmaya çalışmış, bunu yaparken de milletin etnik yapısını kültür temelinde homojenleştirmeye -Türkleştirmeye- ve dini karakterini batıyı tehdit etmeyecek ve batılılaşma politikasına da engel olmayacak biçimde reforme etmeye -sekülerleştirmeye- yönelmiştir.

Sonuçta, milletine güvenmeyen bir millet hakimiyeti, cumhura inanmayan bir cumhuriyetçilik, halkına dayanmayan bir halk partisi ve geleceğinden hep korkan bir korkular düzeni ortaya çıkmıştı.

Büyük çatı olarak ortak devlet

Bu nedenle, sorunun özünü, yani Osmanlı sonrası batıya bağımlı self kolonizasyon düzenleri olarak halklarımıza dayatılmış bütün sahte devletleri yıkmadan, hiçbir yeni adımın atılamayacağını unutmamak gerekiyor.

Milleti birleştiren asli dinamiğin etnik, dini veya mezhebi kimlikler değil, adil ve ortak bir devlet olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Batıya rehin edilmiş devletin yeniden milletin mülküne dönüştürülmesine dönük genel, kuşatıcı ve adil bir devlet idraki, bütün sorunların çözümü için atılacak ilk adımdır.

Kürt sorunu da, onu çıkartan batılı güçler ve işbirlikçisi olan yerli kolonizatörlerin tasfiyesi ile çözülecektir. Bu manada, Türklük, Kürtlük, millet, ulus tartışması yerine, gerçek bir devlet tartışması yürütülmelidir. Çünkü gerçek bir devletin dini, ırkı, mezhebi, ideolojisi, sadece adalettir. Adaleti, hukukun üstünlüğünü, hürriyetleri, insan olma ahlakını tartışmak, Türklük, Kürtlük, Alevilik, Sünnilik gibi içi boş fitne kavramları üzerinden çatışmaktan daha hayırlıdır. Zira adaletin nöbetini tutacak olan gerçek bir devlet, aynı anda hem büyük Türkiye, hem büyük Kürdistan, hem büyük Arabistan, hem Azerbaycan, Gürcistan, Çerkezistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Ermenistan, Boşnakistan... olacağı için, Wilson’un, Stalin’in, Churcill’in bütün sahte devletlerini onlara iade etmemizi sağlayacaktır.

Çok kültürlü toplumlarımıza yakışır çok kültürlü bir devlet tasavvuru, bütün çözümlerin anasıdır.

Bu nedenle, hem Türk milliyetçiliğinin hem Kürt siyasi hareketinin hızla içine sokuldukları anakronik dünya algısından çıkıp, geçmişe değil geleceğe bakan, makul ve mümkün olanla imkansız olanı ayırt edebilecek bir ferasetle donanmayı denemesi gerekiyor. Türklüğü tıpkı Orta Asya, Balkanlar ve Avrupa’da olduğu bütün Arap dünyasında da herkese ait kılmak, Araplığı sadece Müslümanlık temelinde değil, kültürel olarak da bütün bölgede içselleştirmek ve Kürtlüğü tıpkı Türklük, Araplık gibi bütün bölgenin tabii parçası, sahibi ve ortak kimliği yapmak, Çerkez, Boşnak, Arnavut, Ermeni, Rum... yani tüm Doğu Roma-Abbasi, Selçuklu, Osmanlı halklarını birbiriyle buluşturup sadece devlet temelinde birleştirmek, ama kendi kimliklerini korumalarına teşvik etmek, Büyük Çatı’da toplanmanın, normalleşmenin ve ortak bir geleceğin inşasının ilk adımı olacaktır.

[email protected]