Etos ve etik arasında AK Parti

Prof. Dr. MAHMUT MUTMAN/İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi
6.10.2012

AK Parti, son on yılda Türkiye’de hakiki anlamda siyasal karar alabilen tek güç oldu. Karar almak bir uçurumdan atlamak gibidir. Tereddüt etmediler, çünkü kendilerini bunu yapmaya mecbur hissettiler. O mecburiyet bugün bir kez daha sesleniyor.


Etos ve etik arasında AK Parti

Adalet ve Kalkınma Partisi, siyasal İslam’a Türkiye’nin özgün katkısı oldu. İslami hareket, modern toplumda dinin geri dönüşü denilen tarihsel olgunun bir parçası; ama bu dönüş Hristiyanlık ve İslamiyet için farklı koşullarda gerçekleşti. Üçüncü Dünya veya çevre ülkelerde yaygın bir din olarak İslamiyet, milliyetçiliğin kriziyle bağlantılıdır. Çevre ülkelerde sömürgeciliğe karşı ciddi bir zafer kazanan milliyetçilik siyasal bağımsızlığı gerçekleştirdi. Ama tarih bize bir kez daha gösterdi ki, modern kapitalizmin doğrudan siyasal bağımlılığa her zaman ihtiyacı yok, soyut ekonomik mekanizmaları ve dünya ticareti aracılığıyla çevreden merkeze değer aktarımını sürdürebilir. Üçüncü Dünya’nın anti-kolonyal milliyetçiliği, küresel sömürü mekanizmalarını engelleyemediği gibi, bir yandan kendi elitist sınıfsal kökenleri itibarıyla bu mekanizmalara giderek ulusal ortak hale geldi, öte yandan otoriter bir siyasal gelenek oluşturdu. Buna muhalif sosyalizmin krizi de eklenince 1980’li yıllardan itibaren tüm Müslüman ülkelerde siyasal İslam gitgide büyüyen bir akım olarak geniş kitleleri kendine çeken bir seçenek oluşturdu.

Türkiye’de dogmatik laik kesim, bu harekete hemen “feodal, geri, şeriatçı bir hareket” olduğu yaftasını yapıştırdı, ama en “fundamentalist” versiyonlarında bile siyasal İslamcılığın modernlikten doğduğunu, baştan aşağı modern bir hareket ve modern bir tecrübe olduğunu vurgulamalı. Özellikle Türkiye’de püriten ve dogmatik bir modernlik anlayışı olan Kemalist ve bazı liberal yaklaşımlar bunu kavramakta zorlanıyor. İslamcılığın toplumsal gelişme dinamiği hızlı kentleşme ve sanayileşme olgusuyla derinden bağlı olduğu gibi, toplumsal tabanını oluşturan belli başlı sınıf veya tabakalar da tamamen modern toplumsal tabakalar: metropol kentlerin işçi sınıfı, küçük esnafı ve yeni orta sınıfının bir kesimiyle yeni gelişmekte olan iç bölgelerin hızla büyüyen burjuvazisi. Bu ilginç, sosyal bir mantığı olan ama potansiyel kırılma hatları da taşıyan bir ittifak. AKP’nin “muhafazakar demokrat” adını verdiği parlemanter-demokratik siyasal İslami ideolojik harcı bu tabakaları birarada tutuyor. “İdeolojik harç” kavramı zaten nihai anlamda sonuçlandırılamamış ve kolayca karar verilemez olan bir duruma işaret ettiğine göre (ki modernliğin siyasal oluşumları böyle olur), benzeri tüm modern hareketlerde olduğu gibi (özellikle şimdi tüm Orta Doğu’da patlayan) siyasal İslam, demokratik ve otoriter eğilimleri birlikte barındırmaktadır.

Laikliğin çifte bağı 

Türk laikliğinin tipik yanılgısı ve siyasal İslamı okumakta gösterdiği başarısızlık üzerine o kadar tipik olmayan birşey söyleyelim. Malum, herkesin söylediği CHP’nin (yani bürokratik elitin ve eski kentli orta sınıfın) otoriter ve tepeden inmeci olduğu, halkın inançlarına ve seçimine saygı göstermediği, vb.’dir. Bunlarda kuşkusuz doğruluk payı var, ama hep unutulan aynı elitlerin bir kısmının ve kentli orta sınıfın, gecekondulu yoksul emekçilerle birlikte 1974 Ecevit hareketini çıkarabilmiş olduğudur, ki bu hareketin cunta karşıtı ve anti-elitist eğilimi tartışılmaz (her ne kadar Ecevit’in kendi sonradan değişmiş olsa bile). O halde CHP ve temsil ettiği toplumsal kesimin asıl sorunu yüzeysel bir seçkincilik eleştirisinin ötesinde bizzat modern laiklik kavramının kendine uzanmalıdır, ki içtenlikle anti-elitist ve demokrat olsalar bile aynı anlayış geçerli olacaktı. Burada Fransız ve Anglo-Amerikan laiklik anlayışları arasındaki malum farktan da sözetmiyorum (Fransızların “kötü” yani devletçi laiklik anlayışına göre devlet dinden korunurken, Amerikalıların “iyi” yani liberal laiklik anlayışına göre, din devletten korunur). Tüm bunlardan daha temel bir nokta (ki biraz sorguladığınızda pek çok liberali ve hatta AKP’liyi bile içine alabilir), “Akıl” ile inanç veya iman ilişkisi kurulamayacağı sekülarist önvarsayımıdır. Buna göre, Aydınlanma ile Avrupa’da oluşan ve büyük harfle yazılan “Akıl”, inanç, ideoloji, vb. oluşturamaz, bunların tamamen dışında kalır. Dinin dönüşü olarak adlandırılan olgunun bize gösterdiği bunun hiç de böyle olmadığıdır. Biraz daha felsefi bir dille söylersek, sekülarizm, “aşkın” denilen boyutu terkedemez, ona bağlı kalır; sosyal bilimlerde “çifte bağ” (double bind) denilen şey, karşıt yönlerin birlikte varolmasıdır bu. Söylediğim laikliğin bir yanılgı olduğu değil; tersine, her zaman ihtiyacımız olan laikliğin (çünkü başka türlü demokratik bir siyasa oluşturamayız) paradoksunu hatırda tutmak. Sekülarizmin paradoksu, akla iman etmesidir. Siyasal İslam bilim ve teknolojiyle ilişki kurmakta sekülarizmin hayal ve iddia ettiği anlamda bir imkansızlık yaşamadı. Buna hiç ihtimal vermeyen sekülarizm dolayısıyla onu kavramakta uzun süre direndi (ve hala direnenler var).

Demokrasi ve kültür

Bilim ve teknolojiyle bu ilişki, asla AKP’ye özgü olmayıp İslami hareketin daha radikal veya daha cemaatçi versiyonları için de geçerlidir. Ama bu ilişkinin kurulabilmesi, doğrudan demokratik bir siyasal iradeye götürmeyebilir. Dolayısıyla cemaatçi bir hareketin içinden liberal-parlemantarist bir kanadın koparak AKP’ye dönüşmesi, kısacası “muhafazakar demokratlık” denilen liberal-cemaatçi siyasal icat, akıl ile inanç arasındaki, yukarıda açıklamaya çalıştığım iki yönlü, girift ilişkiye bağlı olmakla birlikte apayrı ve siyasal bir karara dayanmaktaydı: siyasal parlemantarizmin ve hukuk devletinin kabul edilmesi kararı, siyasal İslam’dan hiç beklenmeyen bu karar tarihsel bir iradeyi ifade ediyordu. Toplumlar hep küçük adımlarla ve farkedilmeyen, gözle görülmeyen dönüşümlerle değişirler, ama belli noktalarda bu değişimleri eklemleyecek bir siyasal irade gerekir. AKP, kuruluşundaki demokratik siyasal iradeyi, önce AB konusunda attığı reform adımlarıyla, ardından Kürt açılımını başlatma cesaretiyle devam ettirdi. Siyasal İslam’a yeni bir yön vererek Türkiye siyasal arenasında, Özal hareketinden bu yana en ciddi siyasal irade oldu.

Peki o zaman, nasıl oldu da reformcu tutumun ve özellikle Kürt sorununda gerçekleştirilen açılımın durduğu veya ciddi biçimde yavaşladığı, eski statükoya dönüldüğü genel olarak paylaşılan bir izlenim haline geldi? Bu yanıtlanması kolay bir soru değil (hazır cevaplarınız yoksa). Öncelikle duraklama veya yavaşlama izlenimine katılmamanın biraz güç olduğu kanısındayım. Bu saptama görüldüğü kadarıyla AKP’lileri tedirgin ediyor ve tepkiye yol açıyor. O yüzden hemen belirteyim: AKP’nin reformdan vazgeçmemiş olduğu besbelli, ama bunun nasıl, ne kadar ve ne yönde gelişeceği belli değil, sağıyla soluyla demokratları tedirginliğe sürükleyen ve ürküten de bu. Duraklamanın birbirinden değişik ama birbirini etkileyen pek çok nedeni olsa gerek: her siyasal partide olduğu gibi AKP’de de farklı, örneğin reformcu olduğu kadar milliyetçi eğilimlerin varlığı, AKP’nin hükümet ettiği için verili bürokratik yapının belirli geleneklerini ve alışkanlıklarını benimsemek veya üstlenmek durumunda kalması, ideolojik olarak cuntacı olmamakla birlikte daha genelde paylaşılan devlet-merkezli sorunsalla bağı, ve elbette Kürt liderliğinin tutumu.

Ben bunlarla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan başka bir noktaya değinmek istiyorum. Dinlerin yaptığı en önemli işlerden birisinin bir “etos” (ahlaki yapı veya ortam) ve bir “etik” kurması olduğunu biliyoruz. Ama etos ve etik oluşturmak, iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın beyan edilmesi kadar basit bir iş değildir. Bu iyi ve doğru olan şeylerin gösterilmesini gerektiren performatif, pratik bir iştir ve bir öznellik, kültür ve dünya oluşturmayı gerektirir. Dahası, kurulmuş olan her bir etos, inanç ve ahlak sistemi tanım itibariyle dış etkilere maruz kalır. Metafizik bir tartışma yapmak istemiyorum, ama mesaj öteden gelse bile dinlerin bu dünyada birbirinden değişik coğrafyalar ve kültürler içinde oluştuğunu biliyoruz. Dolayısıyla da, örneğin siyasal İslamcı bir hareketin liderliği bir yandan bu çeşitliliğe açık olmalıdır; öte yandan herhangi bir yerde ve durumda verili bir Müslüman kimliği basitçe kullanabileceğini de asla düşünmemelidir. Dinamik ve değişken bir dünyada liderlik her zaman İslami kimlik hakkında birşey yapmak zorundadır.

Türk liberalizminin, samimi ama maalesef hayli yüzeysel bir cuntacılık ve elitizm eleştirisi var: “halka rağmen tepeden yöneten bir avuç demokrasi düşmanı” imgesi, o tepeden yönetimlerin çoğu zaman aşağıdan destek bulduğunu ve yarattığını unutuyor. Siyasal İslam da liberalizm ile bu görüşü paylaştı. Ama bu haklı görüş kritik bir yaklaşımın süzgeçinden geçmezse dogmatik bir fikri sabite dönüşür. Elitist-otoriter zihniyetin “halk”sız olduğu ne anlamda ve nereye kadar doğru? Siyasal İslamın savunucularından kimi zaman duyduğumuz “bu halkın yüzde 99’u Müslüman” önermesi (ve hissiyatı) bir siyasal harekete güç verebilir, ama onu ciddi biçimde aldatabilir de... Müslüman kimliği basitçe ortaklık ve aynılık kuruverseydi, olumlu olumsuz yönleriyle muazzam bir zenginlik ve çeşitlilik gösteren bir İslam uygarlığından sözetmek imkansız olurdu. Örneğin milliyetçiliğin en aşırı ve zararlı biçimlerinin, otoriter-cuntacı-elitist ruhun ve hissiyatın sadece şu kötü seçkinlere ve kentli üst orta sınıflara özgü olduğunu, başka kimseye zinhar dokunmadığını söylemek ne kadar doğru? Bu AKP’nin önüne ciddi bir fikriyat sorunu koymaktadır.

Halbuki bugün demokratik reform, sadece AKP değil Türkiye’de maalesef hiçbir güç tarafından tüm toplumu içine alacak bir fikriyat ve hissiyat dönüşümü olarak ele alınmıyor. Tersine, hangi karşıtlığın içinde konumlanırlarsa konumlansınlar (iktidar-muhalefet, laik-dindar, Türk-Kürt, Alevi-Sünni), tüm siyasal güçler demokratik reform meselesini, kulağa pek hoş gelen ‘uzlaşma’ kod sözcüğü altında esasen ve sadece bir pazarlık meselesi olarak görüyorlar. Bu tür süreçlerde pazarlık tabii ki temel bir önemi haizdir, ama herşey pazarlığa indirgendiği anda ortada reformu yapılacak mesele kalmaz. Sonuç olarak da reform güme gider ve en ciddi ve yakıcı sorun olan Kürt sorununda gördüğümüz gibi, süreç “pazarlık-şiddet” döngüsüne mahkum olur. Bugün sevinip, yarın üzülmekle yaşanan bu kısır döngü ancak demokratik bir yurttaşlık zihniyetiyle ve eğitimiyle kırılır. PKK’nın şiddet stratejisi ona aittir; Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin hakiki bir demokratik reform yapma, Türkiye’yi çok kültürlü, demokratik bir hukuk devleti yapma gücü şiddet stratejisiyle belirlenmemelidir. 

Böyle zor, çetrefilli uğraklarda, kültür içinde çalışan, sonuç veren önermeler zorlayıcı, tehdit ve korkuya dayalı değil demokratik ve barışcıl muhtevaya sahip önermelerdir. Bir ahlak, bir “etos”, bir karakter oluşturabilen önermeler diyelim, isterseniz. Fikirler olmaksızın, ikna ve eğitim olmaksızın, sihirli bir “uzlaşma” veya zekice bir pazarlık ile reform olmayacağı hiç bu kadar açık seçik hale gelmemişti. Her köşesinden ürkütücü nefret homurdanmalarının duyulduğu bu siyasal kültür dönüştürülmek ve yeni bir anayasa yapılacaksa yeni bir ruh yaratılmak zorunda. Kendisinin sadece düşmanlık ürettiğini anlamayan bir Kürt liderliği ve kendi hatalarını kabule yanaşmayan bir Türk siyasal-bürokratik eliti ve kamuoyu arasında sıkışmışlıktan, bu bunaltıcı dar geçitten çıkmanın tek yolu fikir üretmektir. Ama fikir üretebilmek için iyi okumak ve yorum yapabilmek lazım (sürekli aynı adamların ve aynı kadınların aynı lafları döndürüp dolaştırıp söylediği, bıktırıcı usandırıcı televizyon tartışmalarını ve atışmalarını kastetmiyorum). Bu yapılamadığı sürece şiddet-pazarlık kısır döngüsü kendini yeniden ve yeniden üretmeye devam edecek. Fikir ve yorum üretebilmek ise, doğrusu, bu topraklarda en az becerebildiğimiz iş. Kolay bir iş de değil tabii. Pek de karmaşık olmayan bir örnek vererek bu yazıyı sonlandırmak istiyorum.

Fikirlerin gücü var mı?

İslamiyetin ırkçılığa kapalı olduğu kanısındayım. Ama bu yaşayan Müslümanların şerbetli olduğu anlamına asla gelmez, aksini düşünmek zararlı bir püritenizmdir. Fikirlerin ve hislerin, maneviyatın ve öznelliğin önemi de burada ortaya çıkar. İslamiyet’in nasıl bir etos ve etik kurduğunu basitçe tekrarlamak yeterli olmaz, çalışmak ve göstermek gerekir. “Rûm” suresinin 22. Ayeti’ni herkes bilir: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun [varlığının ve kudretinin] delillerindendir. Şu?phesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır”. Bu ayetin anlamı Allah’ın güçlü olduğu ve istediğini yapabileceği değildir. Onu böyle okuyan sadece korkar, ama aslında neden korktuğunu veya korkulması gerektiğini bilmez, yani ibreti öğrenmemiştir. Söz konusu ibret, öğrenilmesi gereken ders Allah’ın dillerin ve renklerin farklılığı delilini sunmasında yatmaktadır; yani Allah’ın gücü bazılarının Türk, diğerlerinin Kürt olmasında yatar. Burada “fark”ın delil olmasından sözediliyorsa, ders kimsenin kimseyi ortadan kaldırmaya gücünün yetemeyeceği ve asıl korkulması gerekenin başkasını, farkı ortadan kaldırmaya çalışma veya yok sayma şeytani duygusu olduğudur. Bu duyguyla yaşayan Allah’ın delilini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.

Bu nedenle yaşadığımız coğrafyada ve koşullar altında “herkesin Müslüman olduğunu” söylemekten ziyade, bu ülkede “bazı Müslümanların Türk, bazılarının da Kürt” olduğunu söylemek daha anlamlı sanırım; aynı biçimde bazı Müslümanların Sünni bazılarının da Alevi olduğunu, hatta bazı dindarların Müslüman bazılarının Hristiyan olduğunu ve dinsel inancı olmamanın hiçbirşeye inanmamak veya ahlaksız olmak anlamına gelmediğini, herkesin kendi kimliğine, diline, inancına, kutsal anlayışına hakkı olduğunu söylemek gibi. Bu ayrımcılık değil, tam tersine yanyana koymak, biraraya getirmektir. Rûm suresinde dile gelen “etos”a ve “etik”e en ters ve en yabancı gelen, sadece karşısındaki suçlayan, kendine toz kondurmayan, hükümran ve dışlayıcı öznellik tarzı olurdu. Hükümran, dışlayıcı tarz, Türkiye toplumunu bilindik statükoya geri döndüren, partiler üstü tavırlara hevesli, otoriter, milliyetçi, organik cemaatçi yola varır; bu yol sonun başlangıcıdır.

Adalet ve Kalkınma Partisi, son on yılda Türkiye’de hakiki anlamda siyasal karar alabilen tek güç oldu. Hiç kuşkusuz, bu partiyi kuranlar, bir parti kurma kararı aldıklarında geleceğin onlara neler getireceğini bilmiyorlardı. Karar almak, en basit gündelik karar bile, bir uçurumdan atlamak gibidir. Ama tereddüt etmediler, çünkü sanırım kendilerini bunu yapmaya mecbur hissettiler. O mecburiyet bugün bir kez daha sesleniyor.

[email protected]