‘Eve dön, şarkıya dön, aşka dön’

Selman Bayer - Yazar
6.12.2014

Bugün fazlasıyla görünmek derdine duçar olduğumuz ortadadır. Bu kadar görünmeye meftunken bize ısrarla gizlenmeyi, örtünmeyi ve mahreme sadakat göstermeyi dayatan bir eve dönmek istemeyişimiz normal elbette.


‘Eve dön, şarkıya dön, aşka dön’
Dünya her an her saniye bizi bitmez tükenmez büyüklükteki o profan açıklığa çağırıyor. Bankalar, tatil köyleri, meydanlar, kafeler, AVM’ler, sokaklar, sinema salonları, özgürlük pazarlayan caddeler, büyüleyici mekânlar, çarşılar, kamu binaları, mimari harikalar, arkadaşlar, kadınlar, erkekler ve alabildiğine görsellik... İşte dünya bu kadar baştan çıkarıcı! Oysa geriye dönüp baktığımızda bizi sadakatle bekleyen evler fazlasıyla uzak, sıkıcı ve tenhada bıraktığımız insanlığımızın eski müzeleri gibi anlamsız. Çünkü kutsiyetinin bir manası kalmadı, bugün her şey belli bir fiyat ya da söylem karşılığında rahatlıkla kutsanabilmekte! Eve ne hacet!
 
Kutsalın Latincedeki karşılığı olan “sanctus”, “sınırlamak, çitle çevrelemek” demektir. Arapçadan bize geçen mahrem ifadesi “yasaklanmış, haram kılınmış” anlamlarını taşır. Tarih boyunca kutsal olarak telakki edilen “Ev”in yalnızca tanımlanmış değil, kutsanmış ve dünyanın geri kalanına haram kılınmış bir mekân olarak var olmuş demektir. Kınalızâde, evi: “İnsanların bekayı nesil için muhtaç oldukları beş esası (anne, baba, evlat, hâdim ve gıda) muhafazaya mahsus mahal ve me’vâ” olarak tarif eder. Annemarie Schimmel “Darü’l-harb “savaş evi” müminlerin ideal vatanlarının dışındaki yerlerken; darü’l-islam, beş direk üzerinde inşa edilen ve içinde müminlerin güven içinde yaşadıkları bir alandır” der. Bir keresinde, kendisine kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbe bin Âmir’e Hz. Peygamber (S.A.V): “Diline hâkim ol, evini genişlet, hatâlarına da ağla” cevabını verir. Evet, ev bu kadar kutsaldır. Çünkü insanlığımızın ilk atölyesidir. Ailenin misak-ı millisidir. Sınırları kutsalın görünmez kalemiyle çizilir. 
 
Kendi taşrasına düşmek
 
İçinde bulunduğumuz zamanda bütün bu yorumların, manaların unutulduğuna şahit olmaktayız. Yıllarca süren batıl çabalarla üzeri örtüldüğü için ev yalnızca niteliğinin değil niceliğinin de değiştiği bir barınak, geçici bir konaklama mekânına dönüşmüştür. Hakikatte dünyanın merkezi olan evin bu denli değişimi elbette ki insanın ve ailenin de değişimini getirecektir. Merkezine, menşeine olan ilgisini, aidiyetini kaybeden insan nihayetinde kendisini de kaybedecektir. Böylelikle kendini eğleyecek, kandıracak bir takım dünyevi meşgalelere sarılacak, kendinin taşrasına düşecektir. Kendi taşrasında eğlenip, oyalanan bugünün Müslümanının yani İslamcının hikâyesi kısaca budur. Evden fazlasıyla uzaklaşmış ve kendisini kaybetmiştir. 
 
Tümüyle dönüşen ve kendinin taşrasında oyalanan olan insan rantın, sefahatin, ideolojinin, inkırazın çarklarında kaybolacaktır. Bugün bütün bunlara karşı, en azından söylem alanında tavır alan, Müslümanların en çok ihtiyaç duyduğu şey evdir. Bachelard’ın deyimiyle içinde mutluluk duyduğumuz, yaralarımızı sağaltan, dünyayla savaşta çekildiğimiz bir iç kale olarak ev. Çünkü mücadele ancak sahih bir aidiyetle mümkündür. Ev bizim ilk evrenimizdir. Birçok şeye sahip olduğumuz ama bir yere, bir şeye ait olmadığımız günlerde bize asıl hakikati yeniden hatırlatabilecek tek yerdir. Dünyayı evin üzerinden, eve göre tanırız. Dünyaya evin üzerinden eve göre yakınlaşır ve uzaklaşırız. Kendisine bu imkânları sağlayabilecek bir evi olmayanın dünyaya karşı korunmasız olduğu açıktır. Çünkü ev insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan çoktan dağılıp giderdi. Bugünkü dağınıklığımızın sebebi bir evimizin olmamasıdır. 
 
Tek kutsal, konjonktür
 
Ev kalbimiz gibidir. Kan pompalayan bir organdan çok daha fazlası olduğunu anladığımızda ancak hakkını vermeye başlarız. Evde olmak sabretmek demektir. Teenni ve hilm sahibi olmak, müstağni durmak ve kanaatkâr olmak demektir. Evde olmak, sessizlikten, sadelikten yana tavır koymak demektir. Çünkü ev sizi malayaniden, kakafoniden, israftan, küfürden ve bugünlerde fazlasıyla artmakta olan fitneden emin kılar. Bütün bunlara rağmen dava, kurtuluş, mücadele deyip meydanı, kalabalıkları arzulayanlar aslında evleri kendilerine dar gelenlerdir. Bu da kuru bir ideolojiden ibarettir.
 
Hepimizin aşina olduğu o meşhur kutsama retoriği de bu yalanın bir uzantısıdır. Dava için evi/aileyi ihmal edebilmek fedakârlığı! Yârdan, anadan, serden geçmek olarak geleneğimizde ifadesini bulan bu fedakârlık, nedense yalnızca, evin en temel direği olan, yâri hedef alır. Yar yani kadın parantezin dışarısına alındığı andan itibaren kutsal davalarının mukaddes kurbanı olarak sunulmaktadır. Kamuoyunda kanaat önderi olarak gösterilen isimlerin hikâyelerine yakından bakın hepsi de aynı şekilde takdis ve takdim edilmiştir. Anne kutsal ve dokunulmaz bir yere kaldırılır. Orada bilgeliği, pasifliği ve kutsalın kendisindeki çarpık tezahürüyle hâkim bir figür olarak rolünü oynamaktadır. Bir nevi kahramanımızı kuşatan hale, küre-i ziyadır. Ser bütün bu dava sürecinde lazımdır, günaha meyledebilir, düşer, yanlış yollara sapabilir ama ne olursa olsun her türlü eleştiriden muaftır. Fazlasıyla kirlense de hep ileride gerçekleşmesi muhtemel bir savaş için itinayla korunur, saklanır. Ama evin direği olan yâr kadın hep evle beraber unutulan, hatırlanmak istenmeyen ve dönülmesi zor olan bir hatıra olarak kalır. 
 
Aslında böylesi bir kutsamayla ortaya çıkan kanaat önderlerinin hemen hepsi aynı süreçlerden geçer. Kutsal davaları uğruna eşlerine ve çocuklarına vakit ayıramazlar ve göğüslerini gere gere anlatırlar. Siyasetçisi vatanı ve milleti için, tüccarı ümmet için, yazarı o büyük kutlu edebiyat için hep evi feda etmişlerdir. Hüsn-ü zan yapalım ve bu örnek isimlerin hepsi kutlu bir mesele için kendilerini feda ettiler diyelim. Peki, o isimlerin söylemlerinin en temelinde yatan ve belli belirsiz varlığını izhar eden medeniyete/ geleneğe/ sünnete nasıl bakacağız! Oysa zaman değişmiştir ve geçmiş geçmişte kalmıştır. Artık tek kutsal vardır; o da konjonktürdür. Bu kutsallaştırma neticesinde ideal tip ister istemez bu şekilde tebarüz edecek, kitleler de kendilerini bu ideal tipe göre şekillendirecektir. Bu da Müslüman bir tavrın değil, İslamcı bir tavrın hâkimiyetine varacaktır.
 
Görünmek bir illüzyondur
 
Diğer yandan mezkûr kahramanlarımızın ailelerinin de saf bir kurban olarak var olageldiklerini söylemek pek mümkün olmasa gerek. Babalarının ya da eşlerinin davalarında sağladıkları maddi manevi menfaat ölçüsünde aileler de bu oyuna ayak uydurabilecek motivasyonu bulmaktadır. Kahramanlık hikâyesini tamamlayan bir takım serzenişlerden öte herhangi bir şikâyetin olmaması başka türlü açıklanamaz. Bir menfaat paylaşımı sağlanarak geçici barış temin edilmiştir. Fakat bu geçici barış sayesinde evin içi tamamen boşalmıştır.
 
50 yıldır, bir takım maişet, dava, ideoloji ve sanat uğruna kamusal alanı kendisine merkez bellemiş erkeklerin zamanla gözü açılan kadınlarına da kötü örnek olduğu ortadadır. Eve dönmek istemeyen her erkek, ya gözü yaşlı ya da gözü dışarıda bir kadına sebep olmaktaydı. Kadının evden soğumasının müsebbibi olan erkek ister çalışmak gayesiyle, ister gezmek ve eğlenmek gayesiyle gözünü dışarıya dikiyor olmasından bugün dahi şikâyet ediyor. Oysa bu erkeklere kendilerinin de evi sevmediklerini hatırlattığınızda durum değişmektedir. Sünnetin bir menfaat çerçevesinde ortaya çıkan erkek egemen yorumu ya da geleneğin kendisinde kalan ağrı verici tortularına yaslanarak kadını eve hapsetmeye zorlarlar. Burada bile ikiyüzlülük vardır: Erkek, aslında tamamıyla yanlış yorumladığı Müslümanca kaygılarla değil, bilakis dışarıda tatmaya başladığı özgürlüğe ve bağımsızlığa şahit ve hatta ortak olacak korkusuyla bu zorlamaya başvurur. Çünkü huzuru bozuluyordur. Dışarıda fazlasıyla rahat ettiği, bir takım insani sorumluluklarını unuttuğu o büyüleyici dünyanın tadını kaçıran kadının o dünyanın büyüsüne kapılma ihtimali gerilimi arttırıyordur.
 
Bugün bu gerilim kamusal alana taşınmış durumdadır. İnsanlar mahrem alanda halletmeleri gereken her türlü sorunlarını kamusal alana rahatlıkla transfer edebilmektedir. Kültürlü babalar olarak hiçbir sakınca duymadan eşlerimizden ve dünyadan şikâyet edebiliyoruz. Okumuş anneler olarak kızlarının tesettüre girme sürecini ibretlik bir hikâye gibi anlatıp mahremi ifşa seansları düzenleyebiliyoruz. Ama yine de gerilim bitmiyor. Çünkü gerilim, evden yani hakikatten uzaklaşmaktan kaynaklanıyor. Fakat bu gerilimden kurtulmak için bulunan çareler de insanı daha fazla evden uzaklaştırıyor. 
 
Marshall McLuhan modernliğin tüm diğer duygusal kaynaklardan uzaklaşarak aldatıcı bir görsellik yarattığını söylüyordu. Evden uzak olmak bu görselliğin suyuna kapılmaktır. Evden uzaklaşma başladığında evdeki huzur da tehlikeye girmişti. Böylece evde kalan kadın ve çocukta huzuru dışarıda aramaya başladı. Bakışlarımız öylesine bozuldu ki varoluş tamamıyla evin dışında kalan, tekinsiz ve aldatıcı kamusal alanda görünmekle eşdeğer oluverdi. Bugün fazlasıyla görünmek derdine duçar olduğumuz ortadadır. Bu kadar görünmeye meftunken bize ısrarla gizlenmeyi, örtünmeyi ve mahreme sadakat göstermeyi dayatan bir eve dönmek istemeyişimiz normal elbette. Oysa görünmek olmanın illüzyonudur. Olmaksa ancak eve dönmekle, evin hakkını teslim etmekle mümkündür.