Fethin fethedilmesi ya da adalet toplumundan ganimet toplumuna

Mehmet Yaşar Soyalan / Yazar
22.11.2014

Müslümanlar, mevcut sorunlu ve acınası hallerini düzeltmek, özgür ve müreffeh bir dünya inşa etmek istiyorlarsa “düşmanlarından” önce kendilerini tanımak, düşmanlarından önce kendi “makus talihlerini” yenmek durumundadırlar. İşe kendileri, tarihleri, inandıkları, beklentileri, din ve dünya algılarıyla, kısacası hayal ve tasavvurlarıyla yüzleşerek başlayabilirler.


Fethin fethedilmesi ya da adalet toplumundan ganimet toplumuna
Resulullah döneminde ensar ve muhacirlerden oluşan ortak savunma birliklerle Müslüman coğrafyaya saldıran veya saldırma hazırlığında bulunanlar ile savaşmak veya onlara gözdağı vermek amaçlı yapılan askeri seferler, Resulullah sonrasında pek çok etkenin bir araya gelmesi sonucunda savunma amacını çok aşan, ganimet merkezli, önü alınamayan fetih hareketlerine dönüştü.
 
(Adına “Gazve” denilen 15-20 kişilik küçük grupların yaptığı eylemler bunun dışındadır. Onlar bu anlamda bir askeri birlik sayılmazlar. Bunlar sadece muhacirlerin katıldığı küçük birliklerdi. Bu olayları, hicret etmek zorunda bırakılmış, dolayısıyla mal ve mülklerine el konulmuş insanlarla, mallarına el koyanlar arasındaki ve biraz da aile/kabile içi özel hesaplaşmalar olarak görmek gerekir.)
 
Bu fetih hareketleri, Müslümanlar açısından “i’lay-ı kelimetullah’ı yeryüzüne hâkim kılma”, “İslam’ı askeri yöntemlerle yayma” ve “Yeryüzünü Müslümanlar adına Müslüman sultanın mülkü yapma” ideali “cihad”/kital/savaş olarak tanımlandığı ve bu “cihad” algısının onların bir inancı olarak tezahür ettiği inkâr edilemez. Ancak bu durum, Müslümanları Kur’an’ın temel hedeflerinden uzaklaştırdığı gibi, onları sıradan savaşçılardan bir savaşçıya, devletlerini de sıradan imparatorluklardan bir imparatorluğa dönüştürdüğü de tarihi bir gerçektir. Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu ve Müslüman bireye sorumluluk olarak yüklediği “yeryüzüne adaleti hâkim kılma” ideali, “yeryüzünün sahibi olmaya” nasıl evirilmiştir? Geçmişte ve günümüzde ne bu soru ne de cevabı Müslüman zihinde kendisine bir yer bulabilmişti. Bu yaşananları ve gelinen durumu “İslami” olarak görme zaafı bugün de devam etmektedir. Bu gerçeklik mi, (yani fetihler mi?) Müslümanları, kendilerini yeryüzünün efendileri olarak görme yanlışına sürüklemiştir, yoksa hemen Resulullah sonrasında kabile asabiyesinindin algısında meydana getirdiği değişim mi onları, yeryüzünü Müslüman sultanın mülkü yapmaya yöneltmiştir? Bu öncelik sonralık ilişkisi, gelinen durumu, (var olanı) ve yaşanan travmaları değiştirmese de Müslüman zihni yeniden inşa ederken ve var olanı anlamak için oldukça önemli olacaktır. Bu konuyu tartışmayı başka bir yazıya bırakarak var olan durum üzerinde konuşalım. 
 
Bu cihad süreci, öncelikle Arabistan Yarımadası kökenli Müslümanların hayata bakışlarında, alışkanlıklarında, mal ve toprak ilişkilerinde, ticaret algılarında ve ticaret yapma, malı ve parayı (altını-gümüşü vs.) kullanma biçimlerinde ciddi değişiklikler meydana getirdi. Sürekli cihad/fetih/savaş olgusu aynı zamanda yeni bir ticaret ve ekonomi şekli olarak da tezahür etti. Savaşın kendisi kadim dönemlerden beri bir gelir kapısı olarak algılanırdı. Bu bütün kralların çok iyi bildiği bir şeydi. Burada çelişki gibi görülen şey, doğası gereği zulüm ve öteki üreten krallıkları adalet devletine evireceklerini iddia eden Müslümanların emperyal düzenlerin savaş ekonomisini satın alarak bir Müslüman kral olarak kullanmaya başlamalarıdır
 
Gerçi bu olgu Arap yarımadası kökenli Arapların çok yabancısı oldukları bir durum değildi. Onlar da anlaşmalı olmadıkları kabilelerin mal ve mülklerini hatta kadın ve gençlerini “talan” unsuru olarak görürlerdi. Hiç ummadıkları bir anda o kabileye saldırarak ticari değeri olan her şeye el koyarlar, esir aldıkları kadınları ve gençleri köle olarak pazarlarda satarlardı. Tek fark, imparatoryal yapıda bu işler daha profesyonelce ve komplike bir şekilde yapılıyordu.
Savaşın kendisinin gelir kaynağı olmasının yanında orduların varlığı da pek çok alanda savaş ekonomisi diyebileceğimiz yeni bir sektör oluşturdu. Sadece orduya yönelik, onun gıda ve diğer teçhizat ihtiyaçlarının karşılanması için yeni işletmeler ihdas edildi. Askerlerin ve ailelerinin yerleşim ve konut sorunlarını gidermeye yönelik garnizon şehirler kuruldu. 
 
‘Cehd’den cihada... 
 
Artık şartlar Resulullah döneminde olduğundan çok farklıydı. Zaten Müslümanların algısı ve beklentisi de çok değişmişti. Örneğin Resulullah dönemindeki gibi bineği olanın kendi bineğiyle, olmayanın yaya olarak katıldığı ve diğer ihtiyaçların, ekonomik durumu iyi olanların yaptığı bağış ve yardımlarla karşılandığı bir sefer fotoğrafı çok eskilerde kalmıştı. Zaten savaşın amacı da araçları da değişmişti. Burada en temel belirleyici etken “ganimet” gerçeğiydi. Ganimetin elde edilebilmesi için “savaşçı’ya/mücahid’e”, savaşçının istihdam edilebilmesi için de ganimete ihtiyaç vardı. Esas olan Roma/Bizans ve Sasani/İran imparatorluklarının kıskacı altında çölde mahsur kalmış bir topluluk, çölün dışına çıkmak için aralandığını farkettikleri kapıyı sonuna kadar açarak verimli ovalara inmek istekleridir. İşin meşrulaştırma ve motivasyon kısmı arkadan gelebilirdi. 
 
İlk büyük seferler sonrasında Müslümanlar “ganimet gerçeği” ile tanıştılar, süreç içerisinde bu işler bir kurala bağlandı, bürokrasisi oluşturuldu. Bu devasa savaş giderleri “ganimet” kaleminden karşılanır oldu. Savaşa katılanların sayısı ve giderlerin miktarı arttıkça ganimetin miktarının da artması gerekiyordu. Bu gerçeklik sürekli bir savaş, sürekli bir cihad halini zorunlu hale getirdi. Savaşın kendisi amaç haline gelmişti, hatta ticari bir amaca dönüşmüştü. Zaten “garnizon şehirler” de hem çölden ovaya inmenin hem de sürekli savaş halinin bir gereği olarak ortaya çıkmıştı. 
 
Şehir de kendi dilini ve kültürünü çok geçmeden inşa etti. Şehrin sakinleri de bu kültürü içselleştirdiler. Oranın ruhuna uygun davranılmaya, o ruha uygun bir dil kullanılmaya başladılar. Hem çölün sert ve somut yapısı, hem savaşın soğuk yüzü, hem de garnizon şehirlerin ruhu bir araya gelince, yeni bir dil ve kültür ortaya çıktı. Çöldekinden farklı, kadim şehirlerdekine benzemeyen bir dil ve kültür oluştu. Bu dil, bedevi kültürün de etkisiyle garnizon şehirlerde daha militarist/askeri bir yapıya evirildi;merkezinde ganimet olan bir hayat ve bir ganimet kültürüoluştu. 
Bu militarist dil ve din algısı ile birlikte “ganimet” kültürü Müslümanın kimliğini yeniden inşa etti. Ganimet hem devletin hazinelerinin doldurulmasının bir aracı hem de Müslüman bireylerin geçim kaynağı olarak işlev görmeye başladı. Bu durum; savaşçıların, bir fatih olarak savaştıkları toplumu en iyimser ifadeyle ötekileştirmelerine neden olduğu gibi, mağlup toplumların algılarında da nemli değişikliklere yol açtı ve bize “Kılıç Müslümanları” denilen bir deyimi miras bıraktı. Uygulanan “zimmi hukuku” fethedilen coğrafyanın asli unsurlarının hayatını zorlaştırdığı için çok geçmeden Asya ve Afrika kıtasının neredeyse yarısı şeklen de olsa kendilerini Müslüman olarak ifade etmeye başladılar. 
 
Bu durum bizi “mevali” denilen bir kavramla tanıştırdı. Hafifletilmiş kölelik gibi bir şeydi bu. Her mevalinin hem bireysel anlamda hem de hukuksal ve kabilesel anlamda bir efendisi vardı. Fetih hukuku kabile asabiyesi üzerinden yeniden inşa edildi. (Bu düzen körfez ülkelerinde hala canlı olarak yaşamaktadır.) İslam öncesi “himaye geleneği” özü değişmeden sultanlar/imparatorluklardüzeninde yeniden kurgulandı. Yeni mühtedi mevaliler, ismen ve şeklen Müslüman ancak derinlerde kendi eski inançlarını ve kültürünü yaşayan kalabalıklar olarak yaşamaya devam ettiler. Özellikle ilk kuşaklar için bu durum daha gerçekti.
 
Bu gerçeklik fethedilen coğrafyalarda galiplere karşı içten içe bir düşmanlığın doğup yayılmasına ve isyan hareketlerinin bir yaşam biçimine dönüşmesine neden oldu. İlginç olan şey, İsyancılarla “fatihlerin” aynı “cihatçı” dili kullanıyor olmalarıydı. Yeni mühtedi Mevaliler dâhil herkes “Kur’an’daki Allah adına savaştığını” söylüyordu. Bu ötekileştiren fetihçi algının doğal bir sonucu olarak kendilerini “İslami” olarak niteleyen ve “cihad”ı isyanlarının bir aracı olarak gören pek çok yeni grup ve fırka ortaya çıktı. Cihad ve ganimet bu isyanların da en önemli nedeni ve üstelik onu meşrulaştıran ayağıydı.
 
Bu yeni “cihad” algısı isyanları besleyip büyüttü. “Müslüman olmayan diyarlar”a karşı başlatılan seferler bir müddet sonra “içe” yönelmek durumunda kaldı. Fethedilen topraklar yeniden yeniden fethedildi. İmparatorluklar küçük devletlere bölündü. Küçük devletler imparatorluklar kurabilmek için yeni fetih hareketlerine yöneldiler. Bu kısır döngü devam etti. Artık “cehd”/haksızlığa karşı mücadele; “cihad”a/ savaşa, cihad; “fetihlere (gayrimüslimlerin yaşadıkları toprakların/bölgelerin Müslümanların egemenlikleri altına alınması) dönüştü. Oysa “cehd”, “cihad” “kital” ve “fetih” kelimeleri hem Kur’an’da hem de Kur’an’ın inzal edildiği dönemde birbirinden bağımsız ve her birinin kendisine özgü bir anlam dünyası vardı ve bu anlamlar sonraki dönemlerde kazandığı anlamlardan ve kullanıldığı bağlamlardan oldukça farklıydı.
 
Ele geçirme dönemi 
 
Fetih kelimesi Kur’an’da, bir şeyi açmak veya iki şeyin arasını açmak, hakikati ortaya çıkarmak, bu çerçevede nihai karar ve sonuç anlamında kullanılırken sonraki dönemlerde sadece “savaşta elde edilen zafer”, “bir toprak parçasını ele geçirmek”, “galibiyet” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
 
Hakikatin ortaya çıkmasının doğal bir sonucu olarak, yeni bir sayfa açmak, yeni bir dönemi başlatmak, yeni bir başlangıç yapmak, yeni bir çığır açmak gibi bir anlam verebileceğimiz, Fetih, Hadid, Nasr Surelerindeki “feth” kelimeleri nedense sonraki süreçlerde, “bir toprak parçasını, bir bölgeyi savaş yolu ile ele geçirmek”, “savaşta elde edilen zafer”, “galibiyet”, “ganimet” anlamında kullanılır olmuştur. Bunun en temel sebebi Resulullah sonrası dönemdeki toplumsal ve siyasi hayattaki değişimler ve bu değişimlerin Müslüman toplumun din ve hayat algılarına yaptığı etkidir.
 
Fetih kelimesi toplumun hafızasındaki haliyle, yani “ele geçirme”, “sahip olma”, “zafer” “galibiyet” ve “ganimet” anlamında kullanılmaya başlandığında kelimenin bir öteki ürettiği veya öteki üzerinden konuşmaya başladığı görülür. Çünkü bu anlamdaki bir fetih, mağlup edilen, toprağı, malı, mülkü, tarihi, en önemlisi de özgürlüğü elinden alınarak aşağılanan, zelil duruma düşürülen bir öteki üretir. Böylece muhatapla ilişki biçiminin, konuşmanın hem bağlamı hem ortamı hem de dili/ruhu değişmiş olur. Bunun istisnası işin doğası gereği mümkün değildir. Çünkü böyle bir dil, bütün önermesini karşısında mağlup edilmesi gereken bir düşman varlığı üzerine kurar. Bu kabul, kendisini militaristleştirdiği/askerileştirdiği gibi karşısındakini de kendisine düşman kılar ve onu da militaristleştirir. Bunun doğal bir sonucu olarak hayat ve hayati bütün değerler, galip-mağlup olma çerçevesinde ele alınır. Galip olan, mağlup olanın her şeyine sahip olur.
 
Hudeybiye bir fetihti
 
Kur’an bu gerçekliği Süleyman-Melike/Belkıs kıssası üzerinden, Melike’nin; “Gerçek şu ki, krallar (mulük)/ordular bir ülkeye girdiklerinde orayı tarumar ederler; oranın özgür ve onurlu insanlarını aşağılarlar. İstilacıların/kralların davranış tarzı (her zaman) böyledir.” (Neml:27/34) sözü ile ifade eder. Dolayısıyla Kur’an bu fetih/savaş diline sıcak bakmaz, ilgili kıssada anlatıldığı gibi, sorunu savaşarak değil konuşarak çözmeyi, savaşın değil barışın esas olduğunu ortaya koyar. Kur’an’ın Hudeybiye Anlaşması’nı “fetih” olarak değerlendirmesi, Mekke’ye girildikten sonra bir öteki üretilmemesi bu esasın uygulamasına yönelik güzel örnekleridir.
 
Kur’an aynı şekilde, kelimenin sözlük anlamı “açmak” dışındaki tüm kullanımları, hakikatin ne olduğu, nasıl tecelli edeceği çerçevesinde yoğunlaşmaktadır. Üstelik Kur’an’ın, “FTH” köklü kelimelerin geçtiği bağlamlardaki anlatımı da, hakikatin kendilerine bütün boyutları ile ortaya konmasına rağmen, onu inkâr eden ve inkâr etmekle de kalmayıp inkârlarını zulüm ile diğer insanlara da dayatan kişiler dışında (o da sadece ahirette) öteki üretmeyen veya ötekinden söz etmeyen bir dil ile ifade edilmektedir.
 
Ancak Kur’ani kavramların yeniden anlamlandırılması ve metnin araçsallaştırılmasıyla eskiye, imparatoryal düzene dönülerek üretilen bu yeni fetihçi dil ve din algısı Müslüman toplumun zihin yapısını ve davranış biçimini de önemli ölçüde değiştirdi. Toplumun kutsalları ve öncelikleri de buna göre yeniden şekillendi. Bu durum aynı zamanda toplumun Kur’an algısında da, ayetlerin anlaşılma biçiminde de önemli değişikliklere neden oldu. Kur’an, oluşan bu algıya göre anlaşılmaya başlandı ve bunun sonucu olarak Kur’an’ın kurucu ve hakem olma misyonu devre dışı bırakıldı. Yani bireyin ve toplumun hafızasını oluşturma /hadi olma görevi Kur’an’ın elinden alınarak ulema-yönetici ortaklığına devredildi. Böylece temel paradigması önemli ölçüde değiştirilerek Kur’an fatihlerin ellerinde onların eylemlerini meşrulaştıran bir araç olarak algılanmaya başlandı.
 
Müslümanlar, mevcut sorunlu ve acınası hallerini düzeltmek, özgür ve müreffeh bir dünya inşa etmek istiyorlarsa “düşmanlarından” önce kendilerini tanımak, düşmanlarından önce kendi “makus talihlerini” yenmek durumundadırlar. İşe kendileri, tarihleri, inandıkları, beklentileri, din ve dünya algılarıyla, kısacası hayal ve tasavvurlarıyla yüzleşerek başlayabilirler.