‘Güçlü ekonomi’ algısını yıkmak!

Prof. Dr. ERDAL TANAS KARAGÖL / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
8.02.2014

2002 yılı sonrasında ülkede sağlanan siyasi ve ekonomik istikrar ekonomik büyümenin sürekliliğine ve ekonomiye duyulan güvenin artmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca ekonomide borç yükünün ve bütçe açığının düşük olmasının verdiği imkan ile ekonomik manevra alanının sağlanması ekonomik büyüme için önemli bir faktör olmuştur.


‘Güçlü ekonomi’ algısını yıkmak!

Ekonomik özgürlük alanı olarak da adlandırılan bu durum, sürdürülebilir yüksek büyüme hızının yakalanmasına önemli yararlar sağlamıştır. Bu dönemde başta ekonomik büyüme rakamları olmak üzere birçok temel makro ekonomik göstergede önemli iyileşmeler oldu. Söz konusu makroekonomik iyileşmeler, ekonominin finansal göstergelerde de olumlu bir görünüm kazanmasını sağladı. Bu durumun en açık göstergesi ülke kredi notunun 18 yıl aradan sonra ilk kez yatırım yapılabilir seviyeye yükselmesi olmuştur. Kasım 2012’de uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Türkiye’nin kredi notunu “yatırım yapılabilir seviyeye” yükseltmiştir. 2013 yılında ise, Türkiye IMF’ye olan borcunun son taksitini ödeyerek tarihi bir başarıya imza atmıştır. Ayrıca, aynı günlerde Merkez Bankası faizlerde indirime gitmiş, kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s Türkiye’ye yatırım yapılabilir ülke notu vermiştir. Bu gelişmeler paralelinde, tahvil faizleri yüzde 5’in altına inerek taban yapmıştır. Aynı dönemde, ülke için prestijli ve stratejik büyük projelerin hayata geçirilmesi için önemli ilerlemeler yaşandı. 

Ekonomide yaşanan gelişmelerin temel belirleyicisi olan uzun soluklu siyasi istikrar bu süreçte birtakım imtihanlar verse de siyasi istikrarı tehdit eden engeller kısa sürede bertaraf edilmiş ve milli irade daha da güç kazanmıştır. Geçmişte yaşadığımız deneyimler bize ekonominin güçlü olması ile siyasi iktidarların iktidarda kalma süresinin birebir doğrudan ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu nedenle, son dönemde, “Türkiye ve Güçlü Ekonomi” birlikteliği algısını yıkmak için yapılan girişimler daha güçlü bir hal almıştır. Türkiye’nin, geçmişinde olduğu gibi bugün de, insicamını bozan çeşitli iç ve dış müdahalelere maruz kalmakta olduğu bilinen bir gerçekliktir. Farklı motivasyonlara sahip olabilen bu müdahaleler, sonuç olarak ana amaç olan “istikrarı zedelemek” noktasında birleşmektedir. Başta Gezi olayları ve sonrasında yaşanan 17 Aralık süreci bu amaca hizmet etmiş ve etmeye devam etmektedir. Bu şekilde ülke görünümünü bozmak, kredi notunun negatife dönüşmesini zorlamak, borsanın dip olmasını ve ülkede yabancı sermaye için korkulu senaryoların hazırlanmasını sağlayarak, küresel sermayenin ülkeden kaçmasına neden olacak ortamın oluşmasına çaba göstermişlerdir.

Bu girişimlerin, ülkede gerçekleşecek yerel seçim, cumhurbaşkanlığı ve ardında yapılacak genel seçim dönemi öncesinde cereyan etmesi de ayrı bir manidarlık taşımaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde halen süren çalkantılar, izlenilen stratejinin bir parçası olarak, uluslararası kamuoyunda Türkiye algısını yıkma şeklinde açıkça ve hızla devam etmektedir. Bu girişimlerin, faizlerin düşüşe geçtiği, ülke kredi notunun artırıldığı ve tarihi günlerin yaşandığı bir ekonomik ortamda gerçekleşmiş olması ise, Türkiye’nin başarısına ve istikrarına darbe vurma girişimlerinin tesadüf olmadığının işaretidir.  

Aynı dönemde Amerika Merkez Bankası FED, tahvil alımını azaltacağımı açıklamış ve bu açıklama küresel ekonomik krizden bu yana gelişmekte olan ülkelere aktarılan sermayenin yavaşlamasını beraberinde getirmiştir. FED’in parasal sıkılaştırmaya yönelik sinyaller vermesiyle, birçok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Türkiye piyasalarında da doğal bir belirsizlik ortamı oluşmuştur. İşte yılın tam bu döneminde, ekonomik beklentileri bozmaya yönelik dış aktörlerin açıkça devreye girdiği görülmektedir. Bu kapsamda, FED kararları akabinde Türkiye’nin sıkılaştırmadan en olumsuz etkilenecek ülkeler arasında gösterilmesi çalışmaları, zaten huzursuzluk tohumlarının atıldığı mevcut ortamda, etkilerini kısa sürede göstermiştir. Nitekim ülkelerin riskini algılamakta önemli bir gösterge olan CDS (Credit Default Swap) risk primi Türkiye için gözle görülür bir şekilde yükselmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Mayıs başında ülke risk primi artmıştır.  Risk priminin işaret ettiği güven kaybıyla birlikte, sadece birkaç hafta içerisinde hisse senedi fiyatlarında düşüş, dövize yönelim, TL’de değer kaybı ve faiz artışları şeklinde özetlenebilecek bir gelişmeler zinciri yaşanmıştır. 

Uluslararası kamuoyunda güçlü Türkiye algısını yıkma girişimleri açıkça ve hızla devam etmektedir. 17 Aralık ve sonrası dönemin gölgesine sığınarak yapılan sahte veya yönlendirilmiş ekonomi haberleriyle, Türkiye’yi ekonomide depremlerin yaşandığı ve kırılganlıkların kaçınılmaz olduğu bir ülke olarak aksettirilmektedir. Bu çabalar ülke risk primi, döviz kuru ve faiz göstergelerinde ciddi tırmanışlar yaşanmasına neden olmuştur. 17 Aralık sonrası dönemde Borsa İstanbul’da işlem gören şirketlerin piyasa değeri düşerken, döviz kuru da rekor üstüne rekor kırmıştır. Ayrıca, düşük faizlerin varlığını sürdürdüğü ya da yeni projelerin planlanarak hem nicelik hem de nitelik bakımından dış sermaye ihtiyacının en aza indirgeneceği bir Türkiye, faiz lobisi tarafından hiç de hoş görülmemiştir. Bu nedenle, faiz artırımı için iç ve dış lobi tarafından başlatılan yoğun haber bombardımanı, açıklanan sahte raporlar ve analizler sayesinde faiz artırımı beklentileri gerçekleşmiştir. Merkez Bankası tarafından alınan bu faiz artırım kararını bayram havası içerisinde kutladıklarına şahit olduk.

Gezi’den 17 Aralık’a

Ancak, Türkiye Gezi olaylarında ve 17 Aralık sürecinde ekonomide meydana gelen şokları kısa sürede bertaraf etmiştir. Diğer yandan, Merkez Bankası tarafından artırılan faizler nedeniyle, düşük faizler ile yatırımlarına ve projelerine başlayan yatırımcıların zor duruma düşmemesi ve ekonomide istikrarın ve büyümenin sürdürülmesi için, kredi geri çağrılmaları önlemek için BDDK’ya her zamankinden daha çok ihtiyaç bulunmaktadır. Faizlerin arttığı ve ekonomik imtihanlarla dolu bir süreç olan 2014 yılında bu önlemler hayati derecede önemlidir. BDDK bu konuda düzenleyici ve denetleyici görevini yerine getirmelidir. Ayrıca, banka faiz oranlarının artırılmasını engellemek için, bankaların aldıkları belli komisyonlar azaltılarak, faizlerin artırılması önlenmelidir.  

Diğer taraftan, ülke ekonomisi için hayati derecede önemli olan doğrudan sermaye miktarını artırıcı önlemler hızlandırılmalıdır. 1950-2002 yılına kadar 20 milyar doların altında doğrudan yabancı yatırım çeken bir ülkeye yalnızca 2006 yılında gelen yabancı yatırım miktarı, 50 yılda gelen miktardan daha fazla olmuştur. 2002-2013 döneminde ülkeye 130 milyar dolar yabancı sermaye geliyorsa, bu sermayeyi artıracak çalışmalara odaklanmak gerekmektedir. Burada Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı’na önemli görevler düşmektedir. Aslında, bu dönemde kurumların önemi alınacak kararlardan daha önemli hale gelmektedir. Uluslararası arenada büyük çaplı ve teknoloji-yoğun yabancı yatırımları çekmek için ülkeler arasında ciddi bir rekabet bulunmaktadır. Türkiye de bu alandaki yatırımcılara kendisinden daha cazip imkânlar sunan ülkelerin gerisinde kalmamak için vergi ve teşvik alanındaki rekabete katılmak zorundadır. Ayrıca, uzun vadede ekonomik büyümenin sürekli ve istikrarlı hale gelmesi için, öncelikle yatırımların ihtiyacı olan yurtiçi tasarruflar ile karşılanması zorunlu hal almıştır. İstanbul’un bölgesel ve küresel finans merkezi olması hem ülkeye uluslararası fon girişine katkı sağlayacak hem de yurtiçi tasarrufları artırıcı etki yapacağı için yabancı sermaye giriş çıkışlarının istikrarsızlık unsuru olmasını engelleyecektir.

Ar-Ge yatırımı

Aslında, Türkiye’nin bunları fırsat bilerek gelecek 10 yıl için belirlediği hedeflere ulaşmada bazı yapısal sorunlara da odaklanmasında fayda vardır. Bu dönemde kamu maliyesindeki güçlü görünüm sayesinde karar alma ve uygulama alanının geniş manevra alanına sahip olması, kısa vadede birçok özgürlüğe sahiptir. Bu özgürlük alanı kullanılarak uygulanacak politikalar ile hedeflenen makro ekonomik hedeflere ulaşılacaktır. Böylece ekonomik kırılganlık unsuru olan sorunlar bertaraf edilerek daha güçlü ve sağlam bir ekonomik yapı sağlanacaktır. Bu doğrultuda öncelikli olarak Türkiye’de son yıllarda büyümeye katkıda bulunan ihracata, Ar-Ge sonucu ortaya çıkacak yüksek katma değerli üretimin eklenmesi ile uzun dönemde hedeflenen büyüme oranlarına ulaşılması daha kolay olacaktır. Çünkü uzun yıllardır Ar-Ge yatırımlarının büyük miktarda olduğu ülkeler, günümüzde bilim ve teknoloji alanında büyük adımlar atmış; sanayi ve üretimleri ile küresel piyasada rekabet edebilirliklerini sağlamlaştırmışlardır. Diğer yandan, alınan önlemlerle ekonomide dışa bağımlılık azaltılabilecek böylece, cari açığın azaltılması ve kontrol altında tutulması için adımlar atılabilecektir. Bu adımların başında Türkiye’de iktisadi hedeflerle uyumlu enerji politikalarının uygulanması zaruri bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de enerjiye olan bağımlılığın azaltılması için başlatılan çalışmalar hızlandırılmalıdır. Bu nedenle, ekonomik büyümenin yüksek cari açık nedeniyle yavaşlatılmış olması ve ekonomik büyüme beklentilerinin aşağı yönlü revize edilmesi sebebiyle, Türkiye’de belli sektörlerde yoğunlaşmak ve  “hiç üretilmeyen malların” üretilmesi politikaların temel odak ve noktalarından birisi olmalıdır. Bu çabalar ithalatı azaltıcı bir etki yapacak ve ithalatın azalması da cari açığı düşürücü bir rol oynayacaktır.

[email protected]