Hakikat münkeşif olunca şeriat mürtefi olur mu?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Çukurova Ün. İlahiyat Fak.
28.09.2013

Aleviliğin teorik ve pratik düzeyde çok renkli/desenli oluş keyfiyeti başta “Alevilik nedir, ne değildir?” meselesi olmak üzere bu alanla ilgili diğer bütün meselelerde dile getirilecek tüm görüş ve düşünceleri bir dizi peşin itiraza açık hâle getirir.


Hakikat münkeşif olunca şeriat mürtefi olur mu?

Alevilik hakkında yazmak oldukça zor ve sıkıntılı bir iştir. Bu konuda yazı yazmayı zorlaştıran başlıca sebeplerden biri, kendisini Alevi olarak tanımlayan ve/veya Aleviliği öz kimlik olarak algılayan herkesin hüsnü kabulle karşılayacağı bir Alevilikten söz etmenin pek mümkün olmayışıdır. Bir diğer sebep, gerek Alevilik diye nitelendirilebilecek tek tip bir düşünce ve tecrübeden, gerekse Aleviler diye isimlendirilebilecek monoblok bir gövdeden söz etme imkânının bulunmayışıdır. Bu durum Alevilik hakkında söylenecek her şeyde mutlaka paranteze alınması ve müstesna kılınması gereken birtakım hususların/unsurların bulunduğunu gösterir. Çünkü Alevilik Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar uzanan çok geniş bir mekân ve yüzyılları kapsayan çok uzun bir zaman içerisinde çeşitli din, inanç ve kültürlerin özellikle İslami menşe’li bazı büyük kavramlar, bâtınî imgeler ve yorumlar, Şiî motifler ve heterodoks tasavvufi düşünce kalıplarıyla harmanlanmış senkretik bir yapıya sahiptir. Aleviliğin teorik ve pratik düzeyde çok renkli/desenli oluş keyfiyeti başta “Alevilik nedir, ne değildir?” meselesi olmak üzere bu alanla ilgili diğer bütün meselelerde dile getirilecek tüm görüş ve düşünceleri bir dizi peşin itiraza açık hâle getirir. 

‘Yol bir sürek bin bir’

İşte bütün bu zorluklar Alevilik/Alevilere dair hemen her değerlendirmenin tabir caizse doğum esnasında boğulması gibi sonuca müncer olur. Kuşkusuz bu durum Alevilerin Kur’an, şeriat ve ibadet algısı hakkında söyleyeceklerimiz için de söz konusudur; ancak en başından belirttiğimiz zorlukların yanı sıra yanlış anlama ve anlaşılma ihtimallerini de hesaba katmış olarak şunu belirtmek isteriz ki bu yazı Alevileri ibra ve tezkiye etmek ne de itham ve tahrik etmek gibi bir amaç içermekte, dolayısıyla kimi Sünni araştırmacıların yazılarında rastlanan “Aleviler zaten sırat-ı müstakim üzeredir” yahut “Alevilere hidayet yolunu göstermek dinî bir vecibedir” gibi manipülatif bir düşünceden de beslenmemektedir.  

Alevilik, “yol bir sürek bin birdir” sözünde ifadesini bulan bir olgusal gerçekliğe tekabül ettiği için Kur’an, şeriat ve ibadet algısı bağlamında tüm Alevileri kapsayacak/bağlayacak bir betimde bulunmak imkânsız gibi gözükmekle birlikte Alevi gelenek hakkında yeterli fikir verecek bir genel algıdan söz etmek mümkündür. Bu bağlamda ilkin Alevi-Bektaşi kültüründeki yazılı kaynaklara yansıyan Kur’an tasavvurundan söz etmek gerekir. Başta buyruklar olmak üzere Alevi-Bektaşi gelenekteki Erkânname, Vilayetname ve Menakıpname türü klasik eserler incelendiğinde sık sık Kur’an’a atıfta bulunulduğu görülür ve bu atıflarda gayet hürmetkâr bir dille Kur’an’ın Allah tarafından inzal edildiği, Hz. Muhammed’e vahyedilen Kur’an’daki muhtevanın tümüne inanmak gerektiği belirtilir; ayrıca yol ve erkânla ilgili meselelerde pirler ve taliplere Kur’an’ın rehberliğine uymak gerektiği tembihlenir. Benzer şekilde Alevi-Bektaşi kültüründe çok önemli bir yere sahip olan yedi ünlü-ulu ozanın şiir ve deyişlerinde de kimi zaman etkileyici bir üslupla Kur’an’dan ve Kur’ânî kavramlardan söz edildiği görülür; ancak bilhassa Nesimî ve Viranî’nin Kur’an’a atıflarının hemen tamamı hurûfî/bâtınî karakterlidir.

Klasik Alevi-Bektaşi edebiyatında dinin temel kaynağı olarak nitelendirilip tazim edilen ve bilhassa itikadi alanda referans mercii olarak gösterilen Kur’an Alevilerin nikâh, cenaze, cem, semah gibi çeşitli tören ve ayinlerinde de kutsal bir metin olarak dikkate alınır ve geleneksel Alevi-Bektaşi ritüellerinde az çok Kur’an ayetleri okunur. Bütün bunlara rağmen Alevilikte Kur’an’a atfedilen kutsallığın esas itibarıyla retorikte kalan bir kutsallık olduğu aşikârdır. Bu noktada denebilir ki Kur’an’ın Aleviler nezdindeki kutsallığı, bir bakıma Sünnilerin Tevrat, Zebur ve İncil’e ilişkin kutsallık telakkilerine benzer. Zira Sünnilik adı geçen kitaplara özünde Allah katından gönderilmiş birer vahiy olduğu için kutsallık atfeder ama bildik tahrif inancından dolayı bu kitapların dünyasıyla içtenlikli bir ilişki kurmaktan da mümkün mertebe istinkâf eder. Tıpkı bunun gibi Alevilik de Kur’an’a dilde kalan bir kutsallık atfeder.

Kemale ermişlik iddiası

Dinin pratik/amelî boyutu söz konusu olduğunda ise Alevilerin Kur’an’la ilişkisi genellikle seçkinlik (havâslık) ve kemale ermişlik iddiasına dayandırılan “Hakikat münkeşif olunca şeriat mürtefi olur” (dinî hakikatlerin sırrı keşfedilince şer’î yükümlülükler rafa kalkar) söyleminde tebarüz eder. Ayrıca Alevi çevrelerde Kur’an metninin mevsukiyetine kuşkuyla bakılır. Kimi zaman “Kur’an’a kalem karışmıştır.” klişesiyle ifade edilen bu kuşku, kimi zaman da “Kur’an muharreftir” iddiasıyla çok daha sarih biçimde ifade edilir. Bu iddiaya göre hali hazırdaki Kur’an metninde 400 küsur ayet eksiktir; çünkü Kur’an orijinal hâliyle 6666 ayet -ki Sünni halk arasında da yaygın olan bu bilgi aslında kulaktan dolmadır- içermektedir; ancak Osman, Muaviye ve yandaşları Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’le ilgili 400 küsur ayeti Kur’an metninden ıskat etmişlerdir. İslam tarihinde ilk defa Gulât-ı Şia tarafından ortaya atılan ve erken dönem Şiî-İmâmî hadis (ahbâr) ve tefsir edebiyatında da kendisine yer bulan bu iddia Aleviler nezdinde yaygın kabul görmüştür. Nitekim Alevilikte dedeler ve ocaklar üzerine yapılan bir araştırmada, günümüzdeki Alevi dedelerinin kahir ekseriyetinin Kur’an’da bazı ayetlerin eksik olduğu kanaatini taşıdıkları tespit edilmiştir.

Kur’an Alevilerin de kutsalı

Bütün bu verilerden hareketle denilebilir ki Sünnî bazı araştırmacıların Alevilik ve Kur’an konulu yazılarında klasik Alevi-Bektaşi edebiyatındaki kayıtlar yahut On Dört Masum, Aşure gibi dergilerle sesini duyuran ve büyük ölçüde Şiî-İmâmî-Ca’ferî geleneğe dayanan Alevi yorumlara atıfla ibra edici bir dil ve üslup kullanılması, hele hele “Hz. Ali’nin Kur’an’a bakışını tespit etmek Alevi-Bektaşi geleneğindeki Kur’an algılamasını anlamamızı kolaylaştıracaktır.” şeklinde tuhaf tespitlerde bulunulması kesinlikle dezenformatif ve manipülatiftir. Bu tür yazılar hâlen de ciddi bir polemik konusu olarak tartışılan Alevi açılımına Sünnî İlahiyat desteği vermek maksadıyla kaleme alındığı için kimi Alevi gruplarca kesin bir dille reddedilmiş ve söz konusu yazıları kaleme alan kişiler “asimilasyon memurluğu”yla itham edilmiştir. 

Alevilikte dinî hayatın merkezinde cem ayinleri/ritüelleri yer alır. İkrar, görgü, musahiplik, düşkünlük, muharrem erkânı gibi çeşitli unsurları ve versiyonları bulunan cem ayinleri Alevilikteki ibadet mefhumunun asıl karşılığıdır. Bu ayinlerin olmazsa olmazlarından biri Kur’an’dır. Ancak bu okunan Kur’an’dan daha çok, mızrapla çalınan bir Kur’an’dır. Başka bir ifadeyle, cemlerdeki Kur’an kutsal bir enstrümandır (saz/bağlama). Saz Alevi evlerinde başköşede bulundurulur. Saz çalınacaksa göğsünden üç kez öpülüp başa götürüldükten sonra çalınmaya başlanır. Birine verilecekse yine aynı saygı gösterilir. Kısaca saz “Telli Kur’an” diye anılır; çünkü sazdan çıkan nağmelerin kutsal olduğuna inanılır. Telli Kur’an eşliğinde şevkle terennüm edilen nefesler de kutsal addedilir; çünkü bu nefesler bir tür ilham ürünüdür ve/veya vahiyden mülhemdir. Dolayısıyla her nefes sanki birer ayet ve suredir.

Bildiğimiz Kur’an Aleviler nezdinde de kutsal bir kitap olarak algılanır. Ancak bu lafzen ve sarahaten Kur’an ayetleriyle vaz edilmiş şer’î yükümlülükleri ifa şeklinde hayata taşınmayan bir kutsallık algısıdır. Kur’an’ın Alevileri alakadar eden tarafı, zahir/kabuk mana ve şeriatla özdeşleştirilen şer’î-amelî hükümlerden ziyade sohbet, muhabbet, alçak gönüllülük, rıza, tevekkül, tefekkür gibi hususlara atıfta bulunan beyanlardır. Alevilere göre Kur’an’ın insanlara anlatmak istediği hakikat işbu beyanlarda saklıdır. Hakikî-bâtınî öz zahirî manaya itibar cihetiyle kavranamaz; dolayısıyla hakikate şeriatla ulaşılmaz. Kemal mertebesi için şeriat-tarikat-marifet kapılarından geçip hakikat kapısına ulaşmak gerekir. Buraya vasıl olunduğunda Kur’an’ın zahirî anlam ve yorumu kapı dışarı edilir. Yani hakikat gelince şeriat ötelenir. Aslına bakılırsa Alevilikte hakikat denen şey heterodoks tasavvufî motiflerle müzeyyen bir taşra bâtınîliğinden başka bir şey değildir.  

Bâtınîliğin bu versiyonunda İslam dinindeki şer’i vecibeler ve ibadetler büyük ölçüde rafa kaldırılmış ve bunların yerine namaz ve hac örneğinde olduğu gibi aynı isimler veya benzer şekillerle alternatif ibadetler ikame edilmiştir. Mesela şer’î abdeste mukabil “ruh/gönül abdesti” diye isimlendirilen bir tarikat abdesti, beş vakit namaza mukabil “halkacık namazı” ve/veya “halka namazı” denilen bir tarikat namazı ihdas edilmiştir. Tarikat abdesti, cem ve görgü sırasında toplum huzurunda kimseye elinden, dilinden ve belinden bir zarar gelmeyeceğine dair söz vermektir ki bu sözle abdest alınmış, namaz kılınmış demektir. 

Alevî gelenekte şer’î namazı terk Hz. Ali’nin camide öldürüldüğü, beş vakit namazın Hz. Ömer ve bilhassa Emeviler ile Abbasiler döneminde ihdas edildiği, hakikat ehlinden şer’î namaz mükellefiyetinin düştüğü gibi gerekçelerle izah edilmiştir. Ramazan ayında otuz gün yerine üçer gün oruç tutma âdeti de Hz. Ali’nin bu ayda şehit edildiği, otuz gün orucu Yezid’in icat ettiği gibi benzer gerekçelerle izah yoluna gidilmiştir. Öte yandan “Allah mümin kulunun kalbindedir” şeklindeki tasavvufî kabulden hareketle “gönül haccı” diye bâtınî bir hac ihdas edilmiş, ayrıca şer’î hacca ait bazı unsurlar Hacı Bektaş’a taşınarak alternatif bir hac ritüeli üretilmiştir. 

Batıni ibadet anlayışı

Alevilikteki bâtınî ibadet anlayışının teşekkülünde kelami/teolojik temelden mahrumiyet önemli rol oynamıştır. Bunun yanında gerek Türklerin İslamlaşma sürecinde Mürcie ve Kerrâmiyye gibi bazı fırkalara atfedilen “İman dille ikrardan ibarettir”, “İman varsa günah zarar vermez” gibi kabullerden, gerekse Şiî İsmâiliyye’den Melâmîlik ve Hurûfîliğe kadar birçok bâtınî karakterli fırka ve tasavvufî ekolden etkilenmişlik de söz konusudur. Alevilerdeki şeriat alerjisinin oluşumunda ise bilhassa Safevî etkisiyle benimsenen ve genelde Ali’yi sevmeyeni sevmemeyi, özelde de Sünnilere benzememeyi ifade eden teberra/teberri anlayışı belirleyici olmuştur. 

Sonuç itibariyle, Alevî gelenekteki cem ayinlerini Kur’an’ın beyanlarında ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında en sarih/sahih şekliyle karşılık bulan ibadet mefhumuyla bağdaştırmak mümkün değildir. Kaldı ki Alevilik, Haziran 2009’da başlayan Alevi çalıştaylarından birinde Arif Sağ’ın ifade ettiği üzere, “Şeriata takılıp kalmamak gerek; biz şeriatı (namaz, oruç, hac, zekât) solladık” iddiasındadır. Şeriat sollanır sollanmasına, fakat şer’î vecibeleri ilga ederek değil, bu vecibelerin üstüne ihlâs, takva, haşyet koyarak sollanır. Bu yüzden, Alevilerin şeriatı sollama iddiasına Hüseyin Hatemi’nin, “Solladınız ama hatalı solladınız” mealindeki ifadesiyle mukabelede bulunmak gerekir. Sözün özü, Alevi gelenekteki ibadet algısına İslam nokta-i nazarından meşruiyet atfetmek mümkün değildir. Dolayısıyla cem evine ibadethane statüsü atfetmek vebal altında kalmayı muciptir.   

[email protected]