Harf darbesi

Murat Güzel / Yazar
13.12.2014

“Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı’nın gözünde Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olimpos Dağı’nın çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle gördüler...” Cemil Meriç


Harf darbesi
Çağdaş felsefenin en kışkırtıcı filozoflarından biri, müteveffa Fransız filozof Jacques Derrida, ‘konukseverlik’ üstüne bir konferans vermek üzere İstanbul’a 1997’deki ilk gelişinde edindiği ilginç izlenimleri bir mektup şeklinde Fransa’daki yayıncısına yazmıştı. Derrida’nın kartpostal üslubu ve tadında yazdığı “İstanbul Mektubu”, filozofun ‘ile yolculuk’ deneyimlerini filozofun deyimiyle ‘Türk harfleri’nin uğradığı ‘kırım’ın, yani 1928’deki travmanın İstanbul sokaklarında karşılaşılan izleri üzerinden aktarması bakımından son derece ilgi çekicidir.
 
Harf katliamının yol açtığı travmayı yayıncısının kavrayabilmesi açısından Derrida yayıncısına benzeri bir durumun Fransa’da yaşanması halinde olabilecekleri düşünmesini önerir. Bir gece ansızın Fransız Cumhurbaşkanının mevcut alfabeyi yasakladığını, bu alfabe yerine başka bir alfabeyi getirdiğini ve eski alfabenin kullanımını da engellediğini düşünmesini önerir Derrida yayıncısı ve eski öğrencisine... Derrida’ya göre “Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde yeniden yola koyulması, beden değiştirmesi, harflerin, işaretleri, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hâlâ efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.”
 
Efendisi olmadığı bir dilin efendisiymiş gibi davranmak zorundadır kişi artık. Hayatın her alanında, kitaplara, gazetelere, işyeri levhalarına ve hatta mezarlıklara kadar her yere iz bırakmış, nisyan ile malul beşerin bu unutkanlığına deva olarak görülen harflerin artık bulunmaması... Bir nevi arkadaşınızın evine ziyarete gittiğinizde adresi bulmanız için size kerteriz sunan işaretlerin ortadan kalkması gibidir her şey. Adresi ararken kendinizi kaybetmemek için ek çabalar sarf etmelisinizdir.
 
Derrida İstanbul’da konuşma yaptığı her yerde, özellikle kamu binalarında dimdik yükselen, hep ayakta dururken temsil edilen “o yetenekli kahraman komutan K.A.’nın, ‘modern zamanlar’ın bu cüretkâr, sarih, fakat zalim kurtarıcısının” 1928’deki coup de la lettre (harf darbesi) sebebiyle görebildiği “en derin yara, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü” olduğuna işaret eder o yüzden. 
 
1928’de ülkedeki okuma yazma oranının yüzde 7-8’lerde kaldığı, Osmanlıca harflerle okuma yazmayı öğrenmenin zor olduğu şeklinde dile getirilen günümüzdeki savunmaların pekâlâ tutarsız, mantıksız ve tarihi bilgilerimize ters olduğu söylenebilir. Acaba verilen okuryazarlık oranı hangi alfabeye göredir, Latin alfabesine göre mi yoksa Osmanlı alfabesine göre mi? Bu belirsiz ve eksiktir her şeyden önce. 1923 ila 1928 arasında yeni Cumhuriyetin okuma yazma adına halka hemen hiçbir şey sunmadığı anlamına gelmez mi bu savunmalar öte yandan? Bu doğrudan genç Cumhuriyete haksızlık değil midir? Reşat Nuri’nin önce bir tiyatro eseri olarak yazılıp 1922’de Vakit gazetesinde, Osmanlıca harflerle tefrika ettiği Çalıkuşu romanının kahramanı Feride ve hep onunla özdeşleştirdiğimiz idealist öğretmenlerimize haksızlık değil midir yapılan? Hem genç cumhuriyet bürokratik kadrolarını okuma yazma bilmezlerle mi doldurmuştur? Nereden baksanız “harf katliamı”na ilişkin bugün yapılan savunmalar hep “tutarsız” kalmaya mahkûmdur; sadece mazeret üretmekle çözümlenemeyecek sorunları es geçerler.
 
Derrida’nın sözünü ettiğim mektubunu her okuyuşumda hissettiğim kekre duyguların sebebini 19. Milli Eğitim Şurası’nda Osmanlıca’nın lise müfredatına ders olarak girmesi yönünde alınan tavsiye kararının doğurduğu tartışmalar esnasında fark ettim. Sözgelimi Derrida’nın önemli eserlerinden birini Türkçe’ye çevirmiş bir yazar, bu tartışmalar esnasında Osmanlıca’dan “tamamen başka bir dil” olarak bahsediyor, onun öğrenilmesindeki güçlükleri öne sürüyordu. Ne kadar haklıymış Derrida! Öyle ki soyundukları dilin sadece işaretlerinden, tezahürlerinden değil; o dil üzerindeki “efendilik”ten bile vazgeçmeye dünden hazırmış aydınlarımız. Osmanlıca mı? Yabancı dil! Peki Fuzuli, Baki, Nefi, Nedim, Necati Beg, Şeyh Galip hangi dilin şairi? Osmanlıca denen yabancı dilin mi şairleri bunlar? Fuzuli’nin Su Kasidesi’nden, Kağıthane kaşanelerini anlatan Nedim’in gazellerinden, Şeyh Galip’in ‘Hüsnü Aşk’ından vazgeçmeye bu kadar meyyal mi Türk aydını? Ya İstiklal Marşı? Ya Nutuk? Öyle ya, “harf katliamı” sonrası yasaklanan eserler arasında Nutuk baskıları da vardır değil mi?

 
*
‘Dilleri var bizim dile benzemez’
 
Henüz 15-16 yaşlarında tıfıl bir lise öğrencisiyken zor bela, lügatlere başvurmadan, sadece bahsedilen konudan ve bağlamdan yola çıkarak anlamaya gayret ettiğim, belki bu sebeple, teshir edici üslubunu hep yadırgadığım Cemil Meriç’in Kültürden İrfana’sı bu anlamda Latin harfleriyle yazılmış, ama ruhen Osmanlıca metinler değil miydi?
 
Mümtaz Derrida mütercimlerimizin yazı sistemleri (alfabe) ile dili birbirinden ayırt edememelerinin sebebi de Osmanlıca olabilir mi? Türk düşüncesinin son iki yüzyılındaki can alıcı tartışmaların birçoğunu içinde barındıran Osmanlıca harflerle basılmış eserleri çevrimyazı ve sadeleştirme yoluyla okumak zorunda kalışımıza ne demeli? Aydınlarımıza musallat olmuş ihtirasın kendini sadece dipnot diktatörlükleriyle gerçekleştiriyor olması değil mi bunun sebebi? Sahi, 19. yüzyıldaki sıradan bir Osmanlı aydını en az 3 dil birden (Arapça, Farsça ve de Fransızca!) bilerek aydın olabilirken, şimdiki aydınlarımızın sadece 300 kelimelik gündelik Türkçe’yi konuşup yazabilmeleri Türk düşüncesindeki dekadansın bir örneği sayılamaz mı?
 
Modernliğin bir icadı sayılagelen “tarih bilinci”nin bir yerde yazı ile kültürel hafıza arasındaki sıkı ilişkiden neşet ettiğini söylemek bile mümkün. 1928’de katledilerek karanlığa sürgün edilmiş harfleri tekrar hayatımıza davet etmemize gösterilen tepkiler merhum Cemil Meriç’in deyişini haklı çıkarmıyor mu? “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı’nın gözünde Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olimpos Dağı’nın çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle gördüler...” Meriç, Avrupalı’nın gözünden bahsediyor. Peki ya içimizdeki sözde Avrupalılar’a ne demeli, onların gözünün Avrupa’ya bakmaktan kamaşmış olduğu, başkaca bir şey, ait oldukları halka dair herhangi bir şey görmeye tahammüllü olmadıklarını mı söylemeli? Tarih bilinci anlamında Türk aydınlarının ‘taklitçi’, ‘dipnotçu’ pozisyonun ötesine geçememeleri, hemen hemen Cumhuriyet tarihi boyunca aynı meseleleri “et-tekraru ve’l ahsen” fehvasınca aynı biçimde, aynı düzeyde (kesinlikle fikri bir düzey değildir bu!) tartışmak zorunda kalışımız, tartışma konularında herhangi bir aşama kaydedemeyişimiz nasıl yorumlanmalı?
 
“Dilleri var bizim dile benzemez” diyor Karacaoğlan. Türk aydınlarıyla Türk halkı arasındaki meselenin özü esası Karacaoğlan’ın bu deyişinde yatıyor. Eski yazı bulunan hemen bütün kağıtları hürmeten yukarda tutan ‘sıradan’ halk ile onların yazıldığı alfabeyi “karanlık çağların”, “Ortaçağ karanlığı”nın temsilcisi olarak gören bir güruh olarak Türk aydınları... Halk eski ya da yeni, hangi alfabeyle yazılmış olursa olsun hep kendi diline yakın bir dili konuşanların yanında saf tutuyorsa bundan... Birçok bakımdan Türk halkının etkin tarihselliğinin, Türk aydınlarının tarihsizliğine galebe çalması bundan... Anlayamadığı, çözemediği her şeyi ‘karanlık’ olarak adlandıranların kendi müdrikelerinin yetersizliğini mevzularına aksettirmeleri sebebiyle zan altında bulunmalarının sebebi bu. Dile efendilik taslayanların ebkem halleri şaşkınlık uyandırmıyor artık.