Hayreddin Karaman sadece Hayreddin Karaman değildir!

Prof. Dr. Ahmet Yaman/NEÜ İlahiyat Fakültesi
14.06.2014

Hayreddin Hoca elde delil olmaksızın birinin suçlanması iftira olur dediğinde, suçlanan kişinin sizin belli sebeplerle düşmanınız olan “e” olması hocanın onun avukatı olduğu anlamına gelmez. Zira o; dinin, aklın ve hukukun değişmez gerçeğini dile getirmektedir. Siz de iyi biliyorsunuz ki, söz konusu kişi “f” olsaydı o, yine aynı fetvayı verecekti. Aslında o sizin için de çırpınıyor. Ahirete hesap bakiyesi bırakmayasınız diye. Tercih sizin. Zaten bu hür tercihimiz sebebiyle hesaba çekilmeyecek miyiz?


Hayreddin Karaman sadece Hayreddin Karaman değildir!

O aynı zamanda İmam-Hatip neslinin önderi, Yüksek İslâm Enstitülerinin sembol ismidir. Akademideki pek çok ilim insanının ama özellikle de İslâm Hukuku alanında çalışanların hocasıdır. Bu topraklarda, ibadetinden hukukuna, siyasetinden ekonomisine İslâm’ın yaşaması ve yaşatılması sevdasına sahip olanların mutlaka semtine uğradığı ve kanaatini merak ettiği bir değerdir. Yani bir anlamda sendir ve bendir. Hayreddin Karaman Türkiye’dir.

Dinin hayata, hayatın hem objektif norm gerektiren boyutuna, daha açık deyimiyle hukuk, siyaset ve ekonomiye hem de sübjektif alanına yani ahlâk ve vicdana ne dediğini tespite çalışan Hayreddin Karaman, ulaştığı sonuçları hem dersleriyle ve kitaplarıyla hem de gazete ve dergi yazılarıyla 1960’lardan itibaren paylaşan bir âlimdir. Yukarıdaki muhtevaya ilişkin her gün onlarca soruya da muhatap olup bunları cevaplandırdığı için aynı zamanda müftüdür de. 

Fetva, müçtehidin ulaştığı dinî-hukukî sonucu, kendisine yöneltilen somut olaya/soruna uyarlamasıdır. Her olayın kendine özgü içerikleri, benzerlerinden farklı boyutları olabilir. Bu sebepledir ki, yargı kararının “genellik” karakterinin aksine, fetva “özel”dir. Fakat fetvanın özel nitelikte oluşu, onun kuralsız ve bütünüyle müftünün sübjektif görüşüne tâbi bir sonuç olduğu biçiminde anlaşılmamalıdır. Çünkü müftü; dinin ana kaynakları, ilk dönemlerde meydana gelen genel kabul çerçevesi (icma), zamanla gelişen doktriner miras ve sistematik tutarlılık dörtgeni içinde icra-yı faaliyet eyler. Dolayısıyla dilediği gibi veya birilerinin işini görmek üzere fetva veremez. Böyle bir tutum, Müslüman toplumların şimdiye kadar hiç arıza vermemiş ve “ümmetin hata üzerinde birleşmeyeceği” ilahî garantisine dayanarak kıyamet sabahına kadar da çalışmaya devam edecek radarlarına derhal yakalanır ve mâşerî vicdan tarafından yargılanıp reddedilir. İslam tarihi ve daha özelde fıkıh-fetva tarihi sayfalarında gezinenler bu gerçeğin örneklerini zorlanmadan bulabilirler.

Kul hakkı

Hayreddin Karaman, işte bu ortak vicdanın benimsediği ve fetvasını önemsediği bir müftüdür. Onun, dinî-hukukî hükümlerin kendilerine müracaatla elde edileceği müsellem kaynaklara dayanan ve tutarlı bir metodolojik zemine oturan fetvalarını, fikren ya da amelen sahip olduğunuz standartlara uygun bulmayabilirsiniz. Bu sizin sorununuzdur. Kaldı ki fetva zaten bağlayıcı da değildir. Ama ideolojik duruşunuza aykırı ve politik kavganızda size yaramıyor, aksine elinizi zayıflatıyor diye onların sahibini “parti müftüsü” veya “dine dayalı bir meşrulaştırma mercii” olarak yaftalamak hakkını vermez. Bu davranışın, asgari nezaket kurallarıyla bağdaşmayacağından ya da dinî jargonla “kul hakkı” sorunu doğuracağından dem vuracak değilim. O bir bahs-i diğer. Ama bu yaklaşımın, bilimsel zihniyetten ve akademik ahlâktan yoksun olduğunu belirtmek mecburiyetindeyim.

Bu yoksunluğun/yoksulluğun işaret fişeği de şu cümle olsa gerektir: “Hayreddin Hoca, muhataralı icraatları verdiği fetvalarla ve daha sonra Yeni Şafak’taki köşesindeki yorumlarıyla meşrulaştırıyor. Şer’î mesnedler, teviller ve (belki de en önemlisi) zaruretler buluyor Fıkha göre sınır tayin etmek çok zor. En nihayetinde ‘saçma tevil götürmez’ diye, sıkıştığınız yerde imdadınıza ‘zaruret hali’ yetişiyor. Sığınacağınız en son kale  ‘ızdırar’ hali. Böyle bir perspektifle makul ve meşrû bulamayacağınız hiçbir icraat yoktur.”

Zaruret bahsi ve fetvası

Uzaydan gelmiş birisine bu cümleyi okusanız size yapacağı çıkarım herhalde şu olur:

Türkiye Cumhuriyeti din kurallarıyla yönetiliyormuş,

Bu kuralları yorumlayan kişi Hayreddin Karaman imiş,

Bu kişi, söz konusu kuralların bile onaylamayacağı icraatı, arayıp bulduğu dinî mesnedler ve zorlama fetvalarla meşrulaştırıyormuş,

Hiç yapamıyorsa “zaruret var; bu durumda her şey meşru olur” deyip işin içinden çıkıyormuş.

Doğru, hakikaten “saçma tevil götürmüyor”.

Mamafih kamuoyunu aydınlatmak bakımından bu saçmalamalardan sonuncusu üzerinde biraz duralım.

Bütün hukuk sistemlerinde ve tabiatıyla Müslümanların geliştirdiği fıkıh doktrininde önemli bir terim olarak yerini alan “zaruret” dinin yasaklarını ihlâl etmeyi mubah kılan büyük tehlike, zarar ve mübrem ihtiyaç anlamına gelir. Hayreddin Karaman’ın daha açık tanımıyla zaruret, “sağlanmadığı, riayet edilmediği zaman hayatın derhal veya belli bir süre içinde sona ermesine veya zor, sıkıntılı, verimsiz... geçmesine sebep olan ihtiyaç ve durum” demektir. Öyle ki yasağa uyulması durumunda hayat, din, nesil, akıl ve mal şeklinde sıralanan ve zarûriyyât denilen beş temel haktan birinin tamamen ortadan kalkması ya da telâfisi mümkün olmayacak şekilde zarar görmesi söz konusu olacaktır. İşte bu nazik durumda fakih, beş temel değeri koruyabilmek için sadece o ana ve o kişiye hatta bazen o topluma özgü olmak üzere yasağı askıya alan bir fetva verir.

Zaruretin iki boyutu olduğunu söyleyen Karaman ardından şu açıklamayı yapar: “Birinci boyut hayatî olandır; gereği yapılmazsa arkasından ölüm veya sakatlık gelecektir. İkinci boyutu normal hayatı engelleyen, sıkıntıya düşüren ihtiyaçtır; gereği yapılmazsa hayat devam eder, ama sıkıntılı olur, birçok iş, verim, üretim, hizmet aksar, uzun vadede birinci boyuta da geçiş olabilir. İşte bu iki boyuttaki zaruret de “zaruret hali kalkıncaya kadar ve ihtiyacı karşılayacak ölçüde” birçok dinî yasak ve haramı kaldırır.”

Zaruret gerekçesini kalkan yaparak fetva vermek öyle sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Böyle bir fetva verebilmek için somut verilerin olması ve müftünün belli şartlara riayet etmesi gerekir. Bu şartlar arasında en önemlileri ise, aslî yasak/haram hükmünde ısrar edilmesi halinde telâfisi mümkün olmayacak şekilde ağır bir zararın ortaya çıkacağının kesinlik kazanmış olması, zaruretin gerçekleşmiş olduğunun zanna-vehme değil objektif ölçülere bağlı olması, içinde bulunulan tehlike ve tahammülü zor durumun meşru tedbirlerle giderilememesi, yasağı/haramı çiğnemek suretiyle korunacak değerin yasakla korunması amaçlanan değerden daha öncelikli olmasıdır.

Geldiğimiz nokta da son durak değildir. Yine Hayreddin Karaman’ın ifadeleriyle “Dinde bir kural daha vardır: ‘Zaruretler geçici olarak yasakları kaldırır, haramları mubah kılar.’ Birçok durumda zaruret bulunduğu halde mubah olma iznini kullanmamak (azimetle amel etmek) daha üstün bir dindarlık davranışıdır, ama izni kullanmak (ruhsat ile amel etmek) de bir imkândır, dindarlığa aykırı değildir, günah değildir.”

Hayreddin Hoca ne yaptı?

Şimdi sormak lazım; Hayreddin Karaman son on yılda bu çerçeveyi aşan hangi siyasî fetvayı vermiş; bu fetva ne tür kötü sonuçlar doğurmuş, kimin haksızlığa uğramasına yol açmış, Müslümanları çıkmaza sürüklemiş, ülkeyi kaos ortamına çekmiş, İslâmî duyarlılığı zayıflatmış, dine ve fıkha güveni sarsmış ve en önemlisi 1960’lardan itibaren sergilediği anlayış ve sahip olduğu duruştan kendisini saptırmış.

Yine sormak lazım, Hayreddin Hoca, bazılarının dediği gibi “yolsuzluklar ortaya çıkartılsın” diyenleri önce “müfteri” sonra da “günahkâr” mı ilan ediyor, yoksa elinizde somut delil olmadan bu suçlamaları yaparsanız sadece gıybet değil, iftira suçu da işlemiş olursunuz uyarısında mı bulunuyor?

Hoca’nın yaptığı şey, birilerinin sokak ağzıyla dediği gibi “doğrudan dini, bu temize çıkartma işi için bir sopa gibi kullanması, herkesi ‘günahkâr’ olmakla suçlaması ve siyasî tarafı için inancını sıradan bir araca dönüştürmesi” mi yoksa bugün etini yediğiniz ya da kanını içtiğiniz Müslümanların karşısında yarın mahcup olmayasınız çırpınışı mı?

Akıl, iz’an ve insaf yeteneğinizi kin bürümediyse, sizin belli sebeplerle “e”ye düşman olmanız, hocanın ortalama her hal ve kârda standart olan fetvasının “e”yi koruması olarak lanse edilmesi sonucunu doğurmamalıdır. Elde delil olmaksızın birinin suçlanması iftira olur dediğinde, suçlanan kişinin sizin belli sebeplerle düşmanınız olan “e” olması hocanın onun avukatı olduğu anlamına gelmez. Zira o; dinin, aklın ve hukukun değişmez gerçeğini dile getirmektedir. Siz de iyi biliyorsunuz ki, söz konusu kişi “f” olsaydı o, yine aynı fetvayı verecekti.

Aslında o sizin için de çırpınıyor. Ahirete hesap bakiyesi bırakmayasınız diye. Tercih sizin. Zaten bu hür tercihimiz sebebiyle hesaba çekilmeyecek miyiz?

[email protected]