İlahiyatçı akademisyenlerin bildirisi ve ilahiyat akademyası

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
13.04.2014


İlahiyatçı akademisyenlerin bildirisi ve ilahiyat akademyası

Bugünkü tarihten yaklaşık bir ay kadar önce 110 İlahiyatçı akademisyen, 17 Aralık’ta patlak veren ve ülke gündemini aylarca işgal eden gelişmelerle ilgili ortak bir bildiri yayınladı; fakat imza sahipleri arasında ismimin de yer aldığı bu bildirideki, “demokratik yollarla halk tarafından seçilmiş olan meşru otoriteye itaat ana ilkedir” ifadesi farklı çevrelerden farklı tonlarda eleştiriler aldı. Bu durum hem eleştiri konusu olan ifadeyle ilgili bir tavzihi, hem de Türkiye’deki İlahiyatçı profiline dair genel bir tenkit ve tahlili gerekli kıldı.   

Bildiriye yönelik en ağır eleştiriler bazı İlahiyatçı akademisyenler ile İlahiyat fakültelerindeki ilmî çalışmaları takip eden kimi entelektüel çevrelerden geldi. Mesela, Prof. Dr. İlhami Güler bildiri sahiplerini, “İlahiyat fakültelerindeki ‘akademisyen’ ilahiyatçılar ise henüz ‘ulema’nın tarihsel saygın-tarafsız misyonunu (vicdan ve hakkaniyet) ve yerini doldurabilecek ilmi-ahlaki ağırlığa-çapa ve siyasi bağımsızlığı haiz olmadıkları için bir kısmı ‘bildiriler’ ile siyasi ‘taraf’ olmuşlardır” diye eleştirdi. Bu eleştiriden anlaşıldığı kadarıyla, kendisini öteden beri din ve ahlaki değerler üzerinden tanımlayan bir cemaat ve/veya hareketin siyasî alanda hiçbir risk almadan, ortaya hiçbir siyasi sermaye/emek koymadan hükümet ve devleti anahtar teslimi temellük etmek üzere dört bir koldan taarruza geçtiği, bu arada dinî değer ve sembolleri da alabildiğine aşındırmakta hiçbir beis görmediği bir vasatta, İlahiyatçı akademisyenlerin bütün bu olup bitenler karşısında suskun kalıp konuşmaması hem ulemaya yakışan bir saygınlık ve tarafsızlık, hem de ilmî ve ahlaki çaplılığın göstergesi olmakta, buna karşın seçimle iş başına gelip ülkeyi yönetme hakkını elde etmiş bir iradeyi olmadık yol ve yöntemlerle devirme girişimine tepki koymak, ulemanın itibarına gölge düşürmesinin yanında ilmî ve ahlaki açıdan da çapsızlığa tekabül eden bir siyasi duruşu tanımlamaktadır.

Bu gerçekten çok insafsız ve acımasız bir eleştiridir. Zira bildirideki meşru siyasi otoriteye itaat vurgusu, hem böyle bir bildirinin kaleme alınıp yayınlanmasını gerektiren dış bağlam, hem de bildiri metnindeki iç bağlamdan anlaşılacağı gibi, “gassâlin elindeki meyyit” misalince siyasi iktidara koşulsuz biat ve teslimiyet anlamına gelmediği gibi, iktidarın her icraatını peşinen tasvip fikrini de içermemekte, aksine siyasi gücünü seçim yoluyla elde etmiş bir iradeyi hile, desise ve kumpas yoluyla bertaraf etmegirişimine asla rıza göstermemek, dolayısıyla siyaset oyununun siyasi alanda kuralına göre oynanması, cemaat denen yapının da haddini bilip kendi işine bakması gerektiğini imlemektedir. Kaldı ki Güler’in bildiriye imza atan İlahiyatçı akademisyenleri eleştirdiği yazıdaki, “Demokratik toplumlarda STK’ların faaliyet alanları bellidir. Kendini ‘dini cemaat’ olarak lanse etmiş bir camia-çevre veya topluluğun, sivil-kültürel, ahlaki, eğitimsel faaliyetin dışına çıkarak kendine ‘mehdilik’ misyonu ile oluşturulan ‘irrasyonel’ politik ‘ütopya’lar koyması ve bu hedefe ulaşmak için yabancı istihbaratlar ile ‘diyalog’a girerek kendi ülkesinde demokratik mekanizmalarla iktidara gelmiş bir hükümeti illegal ve korsan yöntemler ile düşürmeye kalkışması, asla kabul edilemez” cümlesi de söz konusu bildirinin gerekçesiyle birebir örtüşmekte, bu yüzden de eleştiri kendi içinde çelişmektedir.

Kanımca bildiriye yönelik eleştirilerdeki temel motivasyon siyasi iktidara kızgınlık, kırgınlık ve gücenmişlik sendromudur. Münhasıran İlahiyat alanıyla ilgili olarak konuşmak gerekirse, siyasi iktidarın açık veya zımnî desteğiyle YÖK’te güç ve salahiyet sahibi olan kimi figürlerin totaliter tutumları ve katı muhafazakâr (gelenekçi ve selefi) karakterli düşünce yapılarıyla tanınan bu figürlerin İlahiyat fakültelerine “Ben yaptım oldu” tarzında müdahalede bulunma çabaları söz konusu kızgınlık ve kırgınlığın önemli sebeplerinden biri olarak görülebilir. Bunun yanında çeşitli üniversiteler ve İlahiyat fakültelerinde “paralel yapı”ya mensup akademisyenlerin istedikleri gibi at oynatmalarına uzun süre göz yumulması ve bu zaman zarfında sayısız haksızlık, mağduriyet, dışlama, fişleme ve ötekileştirme gibi olumsuzlukların yaşanmış olması da kızgınlığın hatırı sayılır sebepleri arasında sayılabilir. Kızgınlık ve kırgınlık sendromunu yoğunlaştıran faktörler arasında, mevcut siyasi iktidar döneminde unutulmuşluk hissine kapılma, birçok yönden hayal kırıklığına uğrama, beklentilerin boşa çıktığına tanık olma gibi birey merkezli travmatik tecrübelerden de söz edilebilir. Ancak bütün bu sebeplerden hiçbiri, halkın tercihiyle iktidar imkânını elde etmiş bir siyasi iradeyi son derece ilkesiz ve ahlaksız bir taarruzla devirme girişimini haklı kılmadığı gibi, böyle bir taarruz karşısında susmayı da ilim adamına yakışan tarafsızlık ve ilmî-ahlaki çaplılık diye tanımlamayı gerektirmez.  

Bize göre asıl ilmî ve ahlaki çaplılık, 28 Şubat darbesi ve Gezi Parkı kalkışması gibi olaylarla aynı kategoride tarih envanterine kaydedilecek olan 17 Aralık sürecinde İlahiyatçı akademisyenlerin suskun kalmamasıydı ki maalesef bu olmadı; aksine İlahiyatçı akademisyen camia, büyük oranda suskun kalıp kendini güvende hissedeceği bir siperde mevzi almayı ve olup bitenlere tarafsız gözlemci edasıyla seyirci kalmayı yeğledi. Ülkenin eşine az rastlanır türden bir kaosa sürüklenmeye çalışıldığı bir vasatta İlahiyatçı akademisyenler kahir ekseriyetle pusmuşluğun en güzel temsilini ortaya koymuş olmasına rağmen bu sinik, silik ve özgüvensiz duruşu ilim adamına yakışır saygınlıkla eş tutmak objektif bir tespit ve değerlendirme olmadığı gibi inandırıcı da değildir. 

İlahiyatın meşruiyet krizi

İlahiyatçı akademisyen camianın zor zamanlarda kendini ortaya koyma ve inisiyatif alma konusundaki genel sicil karnesi maalesef çok bozuktur. Bunun temel sebeplerinden biri, Prof. Ömer Özsoy’un dile getirdiği gibi, toplumdaki sorunlu İlahiyat algısı ve bununla bağlantılı olarak İlahiyat alanının Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ciddi bir meşruiyet krizi yaşamasıdır. Daha açıkçası, Türkiye’de İlahiyat alanı ilmî ve toplumsal bir ihtiyaç olarak değil, siyasi bir lütuf olarak algılanmakta, dolayısıyla İlahiyatçılar da toplumun ihtiyacına cevap veren saygın bir kadro, bir ilim ordusu olarak değil, tabiri caizse, sığıntı veya besleme olarak görülmektedir. Daha da vahimi, bu algının çoğu İlahiyatçının bilinçaltını da kuşatan bir kültür haline gelmiş olmasıdır. Nitekim İlahiyatçılarımız güvenilir danışman olarak hizmet verirken de, zor zamanlarda tarihe tanıklıktan içtinap ederken de, muhtaç oldukları meşruiyeti hep bu kültürden devşirirler. Sorunun doğru adını koymak gerekirse, en azından Cumhuriyet dönemi itibarıyla, İlahiyat alanı başından beri bir meşruiyet krizi yaşamaktadır. Bu kriz önemli ölçüde İlahiyatların kuruluş amacını dünyevileştirme ve çağdaşlaştırma gibi kavramlarla hatırlayan toplumsal hafızayla irtibatlıdır. Toplumun önemli bir kesimine göre İlahiyat fakültelerine biçilen bu misyon toplumsal ihtiyaçların bir ifadesi değil, siyasal elitlerin tercihlerinin bir yansımasıdır. Aynı hafızaya sahip başka bir kesime göre ise İlahiyat tam da bu hedeflerden saptığı için meşruiyetini kaybetmiştir. 

İlahiyatlarda öteden beri siyasi bir inayet/lütuf olarak algılanması ve bu algının bizzat İlahiyat camiası tarafından da kanıksanması, camianın kendisini hem besleme olarak görmesi hem de lütuf sahibine şükran borçlu olduğunu hissetmesi gibi kötü bir sonuç doğurmuştur. Bunun yanında, İlahiyatçı akademisyenlerin Cumhuriyet tarihinin özellikle Tek Parti döneminde aşağılanan, kimi zaman da çok sıkı takibata uğrayan dindar-muhafazakâr kesime mensup olması ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan dinî alana tazyik neticesinde kayıt dışı yapılanmalar şeklinde vücut bulup hayatiyetlerini uzun yıllar boyunca bu minvalde sürdürme mücadelesi veren dinî grup ve cemaatlerle çok sıkı bir bağının bulunması İlahiyat akademyasında “din içinde din” ya da “dine karşı din” diye ifade edilebilecek çatışma ve ayrışma zeminleri oluşturmuştur ki bu olgunun çok çarpıcı tezahürlerini belli bir dinî cemaat ve harekete mensubiyeti bulunan İlahiyatçı akademisyenler ile İlahiyat öğrencilerinde gözlemlemek mümkündür.   

Cumhuriyetin yan etkileri

Türkiye’de Cumhuriyet tecrübesi, özellikle başlangıçtan Tek Parti döneminin sonuna kadar, Osmanlı bürokratik elitinin bir başarısı olarak tarihe geçen Tanzimat fermanından itibaren halka tepeden bakan ve kendi iradesini taşımaya müsait olmadığı noktasında halktan şüphe duyan, ama halkın da kendisinden şüphe duyup nefret ettiği aydın tipinin söz sahibi olduğu bir dönemolarak karşımıza çıkar. Bunun yanında bilhassa Tek Parti’nin iktidar yıllarındaki uygulama itibariyle Cumhuriyet dönemindeki modernleşme tarzı Osmanlı’daki sentezci tarzın aksine geçmişi tümden reddedici ve kök sökücü bir özellik taşır. Öyle ki bu dönemde devletçi elitin tarih ve gelenekle irtibatı koparmaya yönelik siyasi modernleşme politikası devletin toplumla bağlarının kesilmesi gibi bir sonuç vermiştir. Hâl böyle olunca devlet toplumla işe koyulmak, toplumla birlikte hareket etmek yerine, muhayyilesindeki ulusa tekabül edecek hayali bir toplum üzerinden politikalar üretme yoluna gitmiştir. Dahası, devlet gerçekte var olan toplumu silip süpürmüş, toplumsal tabandan gelen hiçbir talebi meşru görmemiştir. Devletçi elitin bu tutumu, geniş toplumsal katmanları resmî modernleştirme projesine küstürdüğü gibi muhafazakâr kesimlerin hem reaksiyoner hem de ürkek ve korkak bir tavır takınmasına sebebiyet vermiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren dinî alana uygulanan baskı politikaları bir yandan muhafazakâr halk kesimlerini Osmanlı döneminden tevarüs edilen ve o dönemin toplumsal dokusunda çok önemli bir işlev görentarikatlar, cemaatler, vakıflar gibi sivil yapıların çatısı altına sığınmaya sevk ederken, bir yandan da bu kesimlerde devlete karşı iflah olmaz bir güvensizlik duygusunun güçlenmesi ve bununla bağlantılı olarak ürkeklik ve korkaklığın özümsenmesi gibi çok kötü bir sonuç vermiştir. Kuşkusuz tarikatlar ve cemaatlere yönelik rağbetin arka planındaki göç, şehirleşme, metropollerde hayata tutunabilme ve dinî tecrübeyi yoğun biçimde yaşama arzusu gibi sosyolojik ve psikolojik etkenler bir yana cemaatler ekseninde oluşturulan alt kimlikler ve mensubiyetler İlahiyat akademyasına da önemli ölçüde taşınmış ve bu durum İlahiyatçı akademisyenlerde çift kimliklilik gibi patolojik bir duruma yol açmıştır. Bu durum kimi zaman resmi İlahiyat çatısı altında cemaat, tarikat menşeli asıl kimlik ve aidiyetini gizleme, temekkün şartı oluştuğunda ya da yeterli güç tedariki hâsıl olduğunda ise kendi cemaatinin çıkarlarına hizmet etme şeklinde dışa vurmuştur. Yine bu, İlahiyatçı akademisyenin kendi cemaatinden bağımsız hareket etmemesi, kendi adına görüş bildirmemesi ve hep cemaat hiyerarşisindeki üst mercilerden gelecek talimatlar uyarınca tutum ve davranış tarzını belirlemesi gibi sonuçlar doğurmuştur. 17 Aralık sürecinde tanık olunan İlahiyatçı suskunluğu bir yönüyle cemaat ve tarikat menşeli bu alt kimlikler ve mensubiyetlerle, diğer bir yönüyle de Cumhuriyet’in başından beri sık sık yaşanan dinî alana baskı politikasının kalıcı yan etkilerinden olan ürkeklik, korkaklıkve özgüvensizlik travmasıyla ilgilidir. 

[email protected]