IŞİD’in soykütüğü... Şiî-imâmet ile selefî-tekfîr kıskacında Sünnî kimlik...

Prof. Dr. Mehmet Evkuran/Hitit Ünv. İlahiyat Fak.
26.07.2014

Politik-psikoloji açısından IŞİD, kadim ve çağdaş sorunların üst üste birikerek karşımıza çıkardığı çok boyutlu ve yoğun bir yapıdır. Korku ve arzuların birleştiği bir vecd/sekr pratiğidir. Batı’nın İslam’ı en derininden yakalayıp bitirmek üzere desteklediği bir saldırı aygıtıdır. İslam düşüncesi IŞİD ile imtihan edilmektedir.


IŞİD’in soykütüğü... Şiî-imâmet ile selefî-tekfîr kıskacında Sünnî kimlik...
Dünyada yaşamak için onu kurmak gerekir. Bilgi, değer, anlam, haz, hedef, ilişki üretmek dünyada yaşamanın hakkını vermektir. Bunları yaparken tarihin, değerler, şimdiki zaman insanı topyekûn kuşatır. İslam dünyasında zaman zaman yaşanan kısa ve yoğun olaylar, eksik olan şeyleri açığa çıkarıyor. Entelektüel, sistemli ve tutarlı düşünceler yerine nefesi kesen fanatizmler üretmeye eğilimli Ortadoğu coğrafyasının sakinleri, sükûnetlerini korumakta zorlanıyorlar. Coğrafyanın çok inançlı, çok kültürlü ve çok etnisiteli yapısına uygun bir politik düzeni ancak Müslümanlar üretebilir. Gerek nüfus gerek etkinlik açısından Müslümanlar bu önemli sorumluluğu taşıdıklarını fark etmelidirler. Ancak politik sistem üretmek, politik-teoloji birikiminden bağımsız bir iş değildir. O nedenle geçmişte üretilen ve inanç unsuru olarak post-modern çağa kadar Müslüman mezhepler tarafından kararlılıkla taşınan imamet ve hilafet gibi kavramlarla yüzleşmeksizin siyasî düşünce kurmak imkansız görünüyor.

IŞİD kontrol ettiği bölgede hilafet ilan etti ve halife olarak Ebubekir el-Bağdadî’yi seçtiklerini açıkladı. Bu sıcak gelişme, Sünnî dünyayı olduğu kadar Şiî bloğu da fiilî bir durumla karşı karşıya bırakmış görünüyor. Bu yeni durumu anlamaya çalışmak, sadece siyaset bilimini değil ilahiyatı da göreve çağırıyor. Konuya dair çözümlemeler sadece olaya özgü ve onunla sınırlı olamaz. İslam dünyasının ve dünyanın felsefî ve teolojik analizinden kopuk siyasî-stratejik açıklamalar kesinlikle yetersizdir, sığdır ve bu nedenle de yanıltıcıdır. Aslında İslam dünyasının asırlardır ihmal ettiği yenilenme/tecdit ve bundan sonra gelmesi gereken dinî aydınlanmanın eksikliğidir tüm sorunların kaynağı...

O nedenle “IŞİD’in hilâfeti caiz midir?” sorusunu, din hakkında “...caiz/caiz değildir.” diliyle konuşan alimler cevaplandırmalıdır!.. Fıkıh dili, çağdaş sorunlar karşısında tek başına yol gösterici olamaz. İlimler içinde fıkhın bir itibarı olduğu doğrudur. Ancak ona olan bu teveccüh, toplumun ya da iktidarın arzu ve heveslerinin meşrulaştırmada oynadığı rol ile de ilgili olmasın!... Nitekim şimdilerde herkesin lanet okuduğu saltanat, fıkhın meşrulaştırıcı gücü sayesinde tarihte yerini alabilmiştir. Kısacası arkasında sağlam bir kelam, metafizik ve estetik arka plan bulunmayan bir fıkıh pratiği, gönüllere hoş gelse de sadece ve sadece dünyevî arzuların tercümanı olabilir. Oysa İslam dünyasının daha derinlikli ve cesur açılımlara ihtiyacı vardır. İslam ve siyaset konusunu, hilafet-imamet-saltanat ekseninden daha geniş bir çerçevede çağdaş dünyanın siyasî ve sosyal değerlerini de hesaba katan değerlendirmeler bize yarar sağlayabilir.

Selefîlik versus Sünnîlik!

Politik-psikoloji açısından IŞİD, kadim ve çağdaş sorunların üst üste birikerek karşımıza çıkardığı çok boyutlu ve yoğun bir yapıdır. Korku ve arzuların birleştiği bir vecd/sekr pratiğidir. Batı’nın İslam’ı en derininden yakalayıp bitirmek üzere desteklediği bir saldırı aygıtıdır. İslam düşüncesi IŞİD ile imtihan edilmektedir. Onun içsel ya da dışsal kökenli bir problem olması burada önemini yitiriyor. İslam dünyası ve Ortadoğu toplumları, eğer yoluna devam etmek istiyorsa bu problemleri çözmek zorundadır.

İslam dünyası, Ortadoğu gibi zorlu bir coğrafyanın tüm problemlerini yaşamaktadır. Batı medeniyetinin bitmeyen meydan okumalarıyla baş ederken, kendi kadim problemleriyle de yüzleşmek zorundadır. İslam dünyasının temel problemi teknik ya da kurumsal değil paradigmatiktir. O, bir yandan kendi içinde Ortaçağı yaşarken diğer yandan öteki (özellikle Batı) ile olan ilişkilerinde modern-post-modern çağları yaşamaktadır. Bu bölünme, İslam dünyasının yabancılaşmamış samimi yönetici ve entelektüellerinin işinin ne kadar zor olduğunu yeterince ortaya koyar. Bir taraftan hala canlı ve aktif mezhebî kimlikler diğer yandan uluslararası ilişkiler, küreselleşme, demokratikleşme süreçleri zihinsel ve duygusal bölünmüşlüğe yol açmaktadır.

Selefi düşünce kendini Ahmed bin Hanbel’e ve İbni Teymiyye’ye dayandırır. Modern selefiliğin İbni Teymiyye ile ilişkilendirilmesi kolay geçilecek bir konu değildir ve incelenmeye muhtaçtır. Ancak yaşadığı dönem itibarıyla İbni Teymiyye tam bir çöküş düşünürüdür. Çöküş dönemi psikolojisi onun söyleminde açıkça görülür. Bir yandan acımasız Moğol istilası diğer yandan Haçlı saldırıları İslam’ın siyasî ve sosyal varlığını yerle bir etmiştir. Yetmezmiş gibi mezhepçilik ve aşırı sufi akımlar yarılmayı derinleştirmiştir. Böyle bir dünyada İbni Teymiyye öze, köklere ve asla dönüşü çara olarak gördü. Felsefe, tasavvuf, kelam, mezhepler vs. onun söyleminde bidat ve sapma olarak yerini aldı. Modern selefilik ile İbni Teymiyye düşüncesi arasında dinsel saflık ve öze dönüşcülük noktasında bir benzeşme bulunabilir. Ancak İbni Teymiyye’ninki hesabı verilmiş derinlikli bir düşüncedir. Modern selefi düşünce ise tecahül-i arifâne yapıyor. Batı kültürünü küfür olarak görmekte ve onu görmezden gelmektedir. Ancak İslam geleneğinin tüm etik, estetik, kültürel, sosyal ve siyasî birikimini de yok sayıyor. Ve asıl zararı İslam dünyasına veriyor. Vandalizmden hakikat devşirmeye çalışıyor.

Modern Selefî hareket ise bu bölünmüşlük karşısında şaşkın ve yaralı dinsel bilincin kendisi için güvenli (tanımlanmış ve aşina kılınmış anlamında güvenli) bir dünya inşâ etmek için başvurduğu bir çekilme, yoğunlaşma, karşı-saldırı hareketidir. Geçmişten gelen ve mezhebî kimlikler yoluyla bugünlerden yarınlara aktarılan yoğun acı ve husumetlerin üzerine, günümüz küresel güçlerinin bölge halklarına yaşattıkları trajediler eklendiğinde ortaya tam bir kaos çıkmaktadır. Ortadoğu soğukkanlı düşünce ve siyaset üretilemeyen bölge özelliğini sürdürmektedir. Entelektüel güç bastırıldıkça coşku, isyan ve kendinden geçme (cezbe ve şatahât)duygusu toplumsallaşmakta ve kitlelere yayılmaktadır. Şu an İslam dünyasının durumunu anlatan tanımlama, bir kendinden geçme halidir. Sessiz ve olgun çoğunluk ise kendini ifade edecek bir söylemden yoksundur.

İslam dünyası, Ortaçağ’a ait mezhep çatışmalarının akla uygun analizini yaparak aşma yeterliliği göstermemişken modern, post-modern ve küresel dünyanın problemleriyle karşı karşıya kalmıştır. Şimdi ise tam anlamıyla arkaik bir dönüşle hilafet iddiasıyla yüz yüzedir. Bir dünya görüşünden dünyayı anlamlı bir şekilde kurması/tanımlaması beklenir. Tarihin (özellikle kendini kuran tarihin), bugünün ve geleceğin birbirlerine süreklilik ilişkisi içinde bağlanması gerekir. Geçmişle işi bitmemiş olanlar bugünü anlamakta ve geleceği kurmakta zorlanırlar. İslam dünyasında yaşanan toplumsal her olay, geçmişle olan problemli ilişkileri daha da giriftleştiriyor.

Hilafetin teo-politikası

Geleneksel ve çağdaş İslam siyaset algısında hilafet ne anlama gelir? Bu soruya cevap vermek için, klasik hilafet teorisinin fıkhî ve kelâmî yönlerini anlamak gerekir. Sünnî siyaset literatüründe yönetici ve devlet başkanı halife olarak anılır. İmâmet daha çok Şia tarafından sahiplenilir ve özel bir anlamda kullanılır. İslam siyaset tarihi pratik bağlamda “hilafet versus imamet” şeklinde formüle edilebilir ve mezheplerin teolojik görüşleri de bu formülün dinsel alandaki yansımalarıdır. İdeal anlamda yönetim imamet (de juro), fiilî ve pratik yönetim hilafet (de facto) algıları tanım düzeyinde ayrışır. Sünnî siyaset tarzının baskın biçimde pratik, pragmatik; Şiî siyaset algısının ise ütopik karakter taşır. İlki (Sünnîlik) konformist, diğeri (Şia) trajik teo-politika içinde dünyayı algılar.

Halife kelimesi, Kur’an’da insanın yaratılışı ile ilgili olarak kullanılan siyasî değil ontolojik bir kavramdır. İnsanın yeryüzünde halife olduğu, bazı peygamberlerin ve kavimlerin yeryüzünde halife olarak seçildiği anlatılır. Üstünlük, yetenek, özgürlük ve sorumluluk vurgulanır. Yaygın bir yanlış kullanım olan “Allah’ın halifesi” ifadesi Kur’an’da geçmez. İslam kelamcıları, insana niçin Allah’ın halifesi denilemeyeceğini dilsel ve teolojik delilerle açıklamışlardır. Buve “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi tehlikeli deyimleri Abbasîyöneticileri kullanmışlardır. Paradoksal biçimde halifenin gücü azalırken onu tanımlayan payeler fetişleştirilmiştir.

Siyasî liderlik anlamında hilafet kavramı, Hz. Ebu Bekir için (peygamberin halifesi) anlamında kullanıldı ve yaygınlaştı. İslam siyasî geleneğinde yönetici için halife yanında imam, sultan, emiru’l-müminin sıfatları da kullanılmıştır. Halife sıfatıyla Ebubekir, Hz. Peygamberin liderliğinin hangi yönünü üstlenmiştir? Sorusu siyaset tartışmalarında temel önem taşır. Peygamberin deneyiminde dinî/teolojik liderlik ile siyasî liderlik içkindi. O, son peygamber olduğuna göre O’ndan sonra hiçbir yönetici dinsel liderlik iddiasında bulunamayacaktır. Geriye siyasî ve dünyevî liderlik kalmaktadır. O nedenle halife peygamberin liderliğinin dinsel değil siyasal boyutunu üstlenmiştir. Sünnî siyaset anlayışı hilafete bu pragmatikyönüyle bakar.

Klasik Sünnî siyaset teorisi ilk olarak iktidarın gerekliliği (vucubu’l-imamet) konusuyla başlar. İnsanların bir yöneticiye niçin ihtiyaç duydukları öncelikle aklî ve tecrübî delillerle açıklanır. Ardından dinsel delillerle teyid edilir. Sünnî kelamcıların, yöneticinin gerekliliğini aklî ve tecrübî delillere dayandırmaları, Şia’nın imameti bir inanç ilkesi olarak görmesinden dolayıdır. Bununla birlikte dinsel dayanakları ihmal etmezler. Ancak bir ilke olarak Sünnî hilafet teorisinde siyasî yöneticilik; Şiî imamet teorisinde ise dinî-siyasî rehberlik algısı baskındır. Şia, imameti nübüvvetin bir devamı olarak görür ve ona özel bir dinsel anlam verir. Şiî dünyada dinî önderlerin kitleler üzerindeki karizmatik ve çok yönlü etkileri, Şiî imamet teorisinin sonucudur. Sünnî sistemde hilafet içtihadî, Şia’da ise usulî (dinin aslına ve itikada ait) bir konudur.

İmamın/halifenin şartları (şurutu’l-imamet) bölümünde, yöneticide bulunması gereken özellikler ele alınır. Halife; Müslüman, erkek, adil, ilim sahibi, dindar ve faziletli, Kureyş kabilesine mensup biri olmalıdır. Sünnî teoride yönetici vizyonu zamanla değişim göstermiş, dindar ve adil olma şartı gevşetilmiş, güçlü kimselerin yöneticiliği tecviz edilmiştir. “İmam, zalim de olsa ona itaat edilir.” ilkesi Sünnî siyasal kültürün bir refleksi olmuştur. Sünnî siyaset teorisi gerçek bir teori olmaktan öte varolan fiilî durumu meşrulaştırma çabasıdır. İçerdiği ahlakî söylem, nasihat niteliğindedir. Ve hukuksal bir yaptırımdan yoksundur. Nitekim çarpık ve karşıt tarihsel-politik durumlar teoriyi zorlamış veahlakî ilkeler paranteze alınmıştır. Kendi ilkelerini ihlal etmek zorunda kalmıştır. Örneğin aynı anda iki imamın olamayacağı ilkesi kurulan İslam devletçikleri pratiği karşısında yumuşatılmış veklasik halife seçme yöntemlerinden olmayan darbeyle başa geçme (kahr, cebr ve istilâ yoluyla emirlik) meşru sayılmıştır.

İlk dört halifenin yanı sıra sonraki saltanat dönemlerini de veri alan Sünnî teorisyenler, yönetici olmak için şu yolları saymışlardır: 1- İcmâ2- Şura 3- Tayin ve atanma 4- Aday gösterilme 5- Hukuksal çözme ve bağlama yetkisine sahip bir kurulun (Ehlu’l-hallve’l-akd) kararı...

Tüm bu yöntemler, İslam tarihinde uygulanmıştır. Yaşanan tarihin bir onaylanması niteliğiyle Sünnî anlayış bunları teorisine yansıtmıştır. Pratik ve pragmatik gelişmeler teoride revizyonu zorlamıştır. Abbasîlerin son dönemlerinde ortaya çıkan Sünnî devletler teoriyi zora sokmuştur. Zorla ve kılıç gücüyle iktidarı ele geçiren komutanlar çıkmıştır. Yasadışı sayıldığında daha büyük zorluklara yol açacağı mülahazasıyla bu fillî durum da teorize edilmiştir. Sonraki dönem siyaset fıkhında “kahr, cebr ve istila yoluyla imaret/sultanlık” da meşru sayılmıştır. Bu siyasal kültürümüz açısından çok kritik bir noktadır. Sünnî teorinin içten içe darbeci ve elitist bir damar taşımaktadır. Bu totaliter yön; güç, yetki ve imkân algıladığında açığa çıkma eğilimindedir.

Ne hilâfet ne imâmet...

Sünnîlik içinde gereken özeleştiri yapılmadığı ve şu günlerde bu daha da zorlaştığından Sünnî paradigma tarihsel-politik bir tıkanma ile karşı karşıyadır. İçerden, samimi ve çözüme dönük eleştirileri bir zındıklık ve sapıklık olarak gören merkezî ulemâ, koruduğunu iddia ettiği şeye en büyük zararı kendisi veriyor. Ne yaptığını daha iyi bilen, daha örgütlü ve organize Şia karşısında böylesine eyyamcı ve gelenekçi bir tutumla nereye kadar Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat savunusu yapılabilir?

İşte buyurun hemen önümüzde IŞİD pratiği durmaktadır. Sünnî dünyanın birikmiş tüm patolojisini ve hassasiyetlerini sırtlanmış gelmiş ve önümüze yığmıştır. Üstelik bizden taraf olmamızı istemektedir. Sünnî dünya içinde zihinsel ve teolojik olarak IŞİD’le aynı paradigmadan beslenenlerin, bu sorunu atlatacak politik ve tarihsel beceriyi göstermeleri çok zordur. Bunun için şimdiye kadar belki de hiç yapmadıkları bir şeyi yapmaları gerekiyor: Özeleştiri ve yenilenme...

Nedir yani! Batı işgaline, darbelere ve Şiî yayılmacılığına karşı Sünnî dünyanın üretebileceği yegâne yanıt IŞİD midir? Bu yanıltıcı tablo, Sünnî kitlelerin bile vicdanını titreten katliamcılar ve hayranlarının teo-politik şehvetlerini kabartsa da uzun vadede Şia’nın mazlûmiyetini ve mağduriyetini teyid edecektir. Trajik ve ütopik teo-politika uzmanı Şia’nın bundan kazançlı çıkacağını görmek için kahin olmaya gerek yoktur.

Türkiye hem teolojik olarak hem de politik olarak tikel olanın aklına ve arzularına uygun hareket edemez. Toparlayıcı, kuşatıcı ve çoğulcu bir yerden bakmalıdır. O yer mezhepçilik değildir. Özgürlüklerden yana, birey haklarına saygılı, çoğulcu, farklılıkları saygı ve sevinçle karşılayan bir dil kullanmalıdır. Fanatizm oyununu bizden çok daha iyi oynamasını bilenlerin kışkırtmaları bir tuzaktan ibarettir. Batı’nın, çok iyi bir gelişme ve açılım ivmesi yakalamış Türkiye’yi sözümona “bölgenin hamisi” söylemiyle doldurarak tüketmesi daha önce de denenmiş bir stratejidir. Bölgenin hamisi olacaksak eğer, bölgenin ruhuna ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde bu coğrafyaya ait yerli projelerle olacaktır.

Sahip olduğumuz zenginliği değerlendirmek, sadece İslamcı dindar ve muhafazakârların deneyimleriyle sınırlı değildir. Liberaller, solcular, Alevî aydınları, ülkücüler, Kürt düşünürleri... Kısacası bu ülkede politik bir duruşa ve söyleme sahip her kesimden insanın bir araya gelerek konuşmalarının sağlanması ve çözüm üretmek için ortak akıl çalışması yapmalarının ortamı sağlanmalıdır. Zira IŞİD’in sadece İslamcıların ya da Sünnîlerin sorunu olmadığını; liberallerin, Kemalistlerin, Alevîlerin, azınlıkların vs. da hayatî bir problemi olduğunu söylemeye gerek var mı? IŞİD üzerinden yakalanan bir politik ve kültürel aydınlanma, geleceğimize ışık tutabilir.

[email protected]