İslamcıların rengi ve ‘demokrasi sınavı’

Doç. Dr. BURHANETTİN DURAN / [email protected]
22.12.2012

Tartışılması gereken İslamcıların ideoloji olarak demokrasiyi benimseyip benimsemedikleri değil spesifik aktörlerin pratiklerinin ne olacağıdır. Bu yönüyle sorulması gereken, İslamcıların demokrasi ile İslamcı tasavvurları arasında nasıl bir sentez üretecekleridir?


İslamcıların rengi ve ‘demokrasi sınavı’

Her on yılda bir hem Ortadoğu hem de Türkiye yeni bir değişim dalgasına şahitlik etmektedir. 21. yüzyılın ilk on yılı sona ererken Tunus’ta başlayan ve Yemen’e kadar ulaşan Arap devrimlerini de kuşkusuz bu yüzyılın ikinci on yılını belirleyen en önemli olgu olarak tespit etmek gerekir. Arap devrimleri başladığında Ortadoğu analistleri protestocuların demokratik/sivil kavramları İslamcı sloganlara tercih ettiği “gözlemlerini” bizimle paylaşmakta acele ettiler. Devrimlere sahne olan siyasal sistemlerdeki en organize muhalefet olan İslamcı hareketlerin yapılacak ilk özgür seçimlerle birlikte iktidara yürüyeceği ve bu sistemlere kendi renklerini vuracakları kısa süre içinde belirginleşti. Nitekim yapılan seçimlerde Nahda Tunus’ta ve İhvan-ı Müslimin (ve Selefiler) Mısır’da siyasi hayatı belirleyen en önemli aktörler olduklarını gösterdiler.

Tunus ve Mısır’da iktidara gelen bu hareketlerin yüzleşmek zorunda oldukları dört meydan okuma bulunmaktadır: Düzeni ve istikrarı koruyarak eski rejimin otoriter yapısının dönüştürülmesi, radikal İslamcı muhalefetin demokratik sistem içinde tutulması, geniş halk kitlelerini tatmin edecek ekonomik kalkınma (modernleşme) performansı ve seküler-liberal kesimleri mutlu edecek demokratik bir yapının (anayasa) kurulması.

Bütün bu meydan okumaların hepsi de İslamcılık ve demokrasi ilişkini yeniden problematize etmektedir. Daha önce soru muhalefetteki İslamcıların demokratik sisteme nasıl entegre edileceği iken bu defa İslamcıların demokrasi ile ne yapacağıdır. Seçimlerle iktidara geldiler, güç temerküzüne uğraşıyorlar ancak bu hangi sonuçları üretecektir?

‘Postmodern otoriterlik’

İhsan Dağı Zaman gazetesinde kaleme aldığı iki yazı ile (“İslamcıların demokrasi ile sınavı” ve “postmodern otoriterlik”) yukarıda bahsedilen soruyu tartışmaya açtı. Dağı, çoğunluğun iradesini temsil ettiği iddiasıyla İslamcıların iktidarlarını “sınırsız” görme eğilimi taşıdıkları ve böylece kendi doğrularını toplumun tümüne teşmil etme arzusunda olduklarını söylemektedir. Diğer bir deyişle, “demokratik meşruiyete” sahip İslamcılar zihinlerindeki İslami hayat tarzını, ahlakı ve değerler sistemini “yasalaştırma yetkisini” kendilerinde görmektedir. Dağı, toplumsal desteği sebebi ile bu İslamcı iktidarların eski otoriter yapılardan daha baskıcı ve güçlü olacak yeni bir otoriterlik türü (“postmodern otoriterlik”) ürettiği kaygısını dile getirmektedir.

Bu analiz sadece Ortadoğu’daki otoriter siyasal rejimlerin adaptasyon kabiliyetini ve kendisini nasıl yeniden üretebileceğini hatırlatmakla kalmamakta ve İslamcılık-demokrasi-otoriterlik tartışmasını yeniden başlatmaktadır. İlginç olan bu tartışmanın İslamcıların demokrat olmadıkları ve seçimlerle gelirlerse gitmeyecekleri söyleminin sanki gerçekleşmekte olduğunu düşündüren bir tonda yapılmasıdır. Arap devrimleri öncesinde otoriter rejimlerin İslamcılık üzerinden kurdukları felaket senaryosu sanki “postmodern” bir şekilde gerçekleşmektedir. Hala modernleşme sorunlarını yaygın bir şekilde yaşayan Ortadoğu toplumlarının ne tür bir postmodern otoriterlik üretebileceği tartışması bir yana İslamcıların demokrasi “sınav”larından erken ve aceleci bir notlandırmaya tabi tutulduklarını söylemek mümkün.

İslamcılık-demokrasi ilişkisini, her şeyden önce, ideolojik bağlamda değil pratikler, seçkinlerin tercihleri ve her bir ülkenin kendi tecrübesi düzleminde ele almak yerinde olacaktır.

Tartışılması gereken İslamcıların ideoloji olarak demokrasiyi benimseyip benimsemedikleri değil aksine spesifik aktörlerin (Tunus’ta Nahda, Mısır’da İhvan) pratiklerinin ne olacağıdır. Bu yönüyle Dağı’nın “İslamcılar demokrasi ile ne yapacaklar?” sorusunu farklı şekillerde sormak da zihin açıcı görüyor: İslamcılar demokrasi ile İslamcı tasavvurları arasında nasıl bir (melez) sentez üreteceklerdir? Kamusal alana kendi renklerini vururken farklı yaşam tarzları için diyalojik ve özgür bir ortamı temin edebilecekler midir? Daha net ifade ile İslamcıların post-otoriter bir dönemde mevcut sistemlere (İslami hayat tarzına ait) getirecekleri normalleşmenin rengi olacak?

Ayrıca, İslamcı hareketlerin tek “sınavı” demokrasiyi kurumsallaştırmakla ilgi değil. Aynı zamanda etkili, istikrarlı ve güçlü yönetimler kurabilmeleri de bekleniyor. İkinci beklenti halen kırılgan olan iktidarlarında güç temerküzü sağlayabilmeleri ile karşılanabilecektir. Paradoks, kaçınılmaz bir şekilde bu temerküz arayışının aynı anda bir otoriterlik suçlamasını beraberinde getirmesidir. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin yetkileri elinde toplaması ve Şeriat vurgulu anayasa taslağını hızlı bir şekilde referanduma götürmesi bunun bir örneği olmuştur. Mübarek rejiminin devamı olan yargının kendisini muktedir olmaktan engelleyeceği kaygısıyla güç temerküzüne yönelen Mursi, liberaller tarafından yeni Mübarek olmakla suçlanmıştır. İran devriminin İslamcı olmayan aktörleri tasfiyesini hatırlatarak İhvan’ın hegemonyasından korkulmasını anlamak mümkün. Ancak İhvan’ın önündeki performans ve istikrar sınavı da hiç kolay görünmüyor. Bu ikisi arasında kurulacak denge Mısır’daki İslamcıların iktidar pratiğini şekillendirecektir ve her şeye rağmen hala ucu açık bir süreç olarak görünmektedir.
Ortadoğu’da İslamcı partilerin iktidara gelmesi İslamcılıkta yeni bir evreye girildiğinin göstergesidir. Arap dünyasının kalbi Mısır’da İslami hareketlerin en köklü ve yaygın karşılığı olan İhvan-ı Müslimin’in iktidara gelmesi, İran ya da Sudan tecrübeleri ile kıyaslanamayacak kadar derin etkiler bırakacaktır. Bu etkilerden ilki yukarıda tartıştığımız İslamcılık-demokrasi bağlamı ise de diğeri İslamcı iktidar tecrübesinin milli devletler düzlemindeki yansımalarıdır. Hilafetin ilgasından sonra İslamcıların milli devletlerin laik/milliyetçi ideolojilerine karşı geliştirdikleri İslami devlet ideali Sünni dünyada Arap devrimleri ile büyük bir fırsat yakaladı.

‘İktidar bozar’ iddiası

Bu fırsat nasıl değerlendirilecektir? İslamcı hareketlerin iktidar tecrübesinin özcü bir şekilde ideolojileri bağlamında değil içinde bulundukları ortamla etkileşimleri ve dönüşümleri bağlamında değerlendirilmesi gerektiği ilgili literatürde ağırlık kazanmış durumdadır. Buradan hareketle, demokratik yollarla iktidara gelen İslamcı hareketlerin (ilk sınavı demokrasiye ilişkin ise de) önünde ikinci bir sınav daha bulunmaktadır: Milli devletin dönüştürücü ihtiyaçları ve iktidarın gerçekliği.

Muhalefette iken ümmetçi yan daha öne çıkarken iktidar tecrübesi (hoşnut olunmasa bile) teritoryal/milli gerçeklikleri ve çıkarları öne almayı dayatmaktadır. Bu da İslamcı aktörlerin Üçüncü Dünyacı, Batı karşıtı söylemlerini gözden geçirmeye yöneltmektedir. Uluslararası örgütler ve kuruluşlarla çalışmak zorunda olmanın getirdiği reel siyaset zorunluluğu ve geniş halk kitlelerinin milli reflekslerinin tatmini İslamcı hareketlerin ümmetçi siyaset anlayışını dönüştürmektedir. Yeni Ortadoğu’da İran ve Suudi Arabistan arasında farklı İslam anlayışlarının mezhepçiliğe savrulan rekabeti de İslamcıların milli devlet çıkarları ile hesaplaşmasını mecbur kılmaktadır. Bu analizlerden yola çıkarak önümüzdeki on yıl bölgede farklı İslamcılıkların rekabetine, etkileşimine ve melezleşmesine şahitlik edeceğimiz ileri sürülebilir. Son on yılda uyguladığı aktif dış politikasıyla bölgenin yeni düzenini kurma iddiasındaki Türkiye’nin İslamcılık tecrübesi nerede durmaktadır?

Ortadoğu’da İslamcı partilerin iktidara gelmesi Türkiye’de de AK Parti tecrübesini İslamcılık bağlamında sorunsallaştırmaktadır. İslamcılığın “ölüm” ya da “iflas” düzleminde bile olsa tekrardan tartışılmaya başlanması Türkiye İslamcılığının da yeni bir evreye girdiğini düşündürmektedir. Tartışmanın “İslamcılık tanımına” odaklanması ya da “eski İslamcılara ne olduğu” boyutuna (muhalifliklerini kaybederek hegemon yapıya absorbe olmaları gibi) gitmesi asıl gündemi gözden kaçırmayacaktır: Eski/yeni İslamcılar hem ülkenin kamusal alanına hem de bölgesel düzene renklerini vurmaktadırlar. Diğer bir deyişle, İslamcıların geçmişleri ile yarım kalmış hesaplaşmaları yeniden canlanmaktadır. Mesele sadece iktidara ram olarak İslamcılıklarını kaybedenlerin hikayesi değil; aynı zamanda “normalleşen” Türkiye’de yarım kalmış hesaplaşmaların devam eden hikayesi.

Türkiye İslamcılığı

Hatırlanacağı üzere, kurucuları arasında çok sayıda İslamcı bulunan AK Parti’nin “İslamcı bir proje” peşinde olmadığını açıklıkla belirtmesi ve kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlaması Türkiye’de İslamcılığın 28 Şubat sürecinden öğrenilenlerle dönüştüğü şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorumda eksik kalan şey Kemalistlerin baskıcı/güvenlikleştirici uygulamaları yüzünden İslamcıların kendi İslamcı pratikleri ve söylemleri ile yüzleşmesinin tamamlanmamış olduğudur. İslami referansların tümüyle terkedilmesi eski İslamcılara iktidarın yolunu açacak bir dönüşüm getirmiştir. Ancak bu sadece madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise bu terkedişin getirdiği fakirleşme bulunmaktadır. Zira İslamcılıkla yüzleşme yarım kalmıştır. Kemalist ideolojinin güvenlikleştirici laiklik anlayışı sebebiyle İslamcılık ile demokrasi arasındaki buluşma da hep eksik kaldı. Bu eksiklik sadece İslami taleplerin (başörtüsü, dini eğitim gibi) ertelenmesi alanında değil sekülerlik ve bir yaşam biçimi olarak demokrasi ile yüzleşme ve hesaplaşma alanında da yaşandı. Sünniliğin ‘sabır siyaseti’ ve aşkın bir kavramlaştırma olarak devleti nihayetinde kendine ait görme yaklaşımı İslamcıların dönüşümünü kolaylaştırsa da bahsedilen eksikliğin getirdiği fakirleşmeye merhem olamadı.

“Müslüman demokrat” sıfatını bile kullanamayan siyasetçiler uzun bir mücadele sonucu Türkiye siyasetinde muktedir olmayı başarmışlardır. Bu başarı bir yandan eski/yeni İslamcıların Türkiye siyasetine kendi renklerini vurma isteğini güçlendirmektedir. Yani İslami hassasiyetleri ile laik bir düzende iktidar olmalarını biraraya getirecek, meşrulaştıracak bir pratiği ve söylemi üretmek istemektedirler. Adalet, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek gibi İslami kavramların AK Parti’nin söylemine girmiş olması böylesi bir arayışın göstergeleri olarak okunabilir. Yani muhalefette iken yarım kalan yüzleşmenin iktidarda tamamlanması söz konusudur. Başbakan Erdoğan’ın son iki yılda artan İslami referansları, imam hatiplerin orta kısımlarının açılması ve “dindar nesil yetiştirme söylemi” yukarıda bahsedilen fakirleşmenin telafisine yönelik görünmektedir. Sorun muktedir bir partinin bu yüzleşmeyi kendi iktidarında yapıyor olmasının getireceği dönüşümün boyutlarıdır. Devlet kurumlarını bu yüzleşmede kullanmasından ve Türkiye genelinde bir İslamlaşmayı beraberinde getirmesinden korkulmaktadır. Osmanlı-Türk modernleşmesinin bütün seküler geçmişine rağmen dört yıl önce kapanma davasından zor kurtulan ve son iki yıldır muktedir olan AK Parti’nin “İslamcılığından” korkulması başka bir zaafa işaret etmektedir: Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak bile hala kasabadaki tek oyun olarak görülmediği kaygısı.

Eski/yeni İslamcıların önünde (hadi moda tabiri kullanalım) iki yönlü bir “sınav” durmaktadır: Hem yarım kalmış hesaplaşmaları demokratik yaşamı zenginleştirecek bir şekilde yaparak kendi rengini de vurmak hem de yeni tür bir otoriterlik üretmemek. Bu sınavın sonucunu ilan etmek için vakit henüz erken.