‘İslami teklif’in sosyolojik ve entelektüel sınırları

Dr. Mehmet Özkan - SETA Dış Politika Araştırmacısı
22.11.2014

21. yüzyıl üç açıdan İslami siyasetin ve yönetimin normalleşmesi, rasyonel bir zemine oturup tepkisellikten çıkmasının hikâyesi olacaktır. Bunlar kısaca bireysel normalleşme, örgütsel normalleşme ve devletsel normalleşme olarak adlandırılabilir.


‘İslami teklif’in sosyolojik ve entelektüel sınırları
Bugün için İslam dünyasının en temel sorunlarından birisinin yönetim meselesi olduğunu iddia etmek bir abartı değil aksine kanayan bir yaraya parmak basmaktır. Özellikle ekonomik ve genç nüfus anlamında diğer ülkelere göre çok daha fazla potansiyele sahip olan Müslüman ülkelerin tüm bu zenginliklere rağmen neden vatandaşlarına saygın bir hayat alanı sunamadığı meselesi üzerinden durulması gereken bir konudur. Geçen haftaki Star Açık Görüş’te “Teklifsiz Müslümanlık” (Ömer Aslan, 9/11/2014) olarak ifade edilen bu konu Malezya’dan Fas’a daha önceleri de bir çok defa tartışma konusu olmuş ve çeşitli dini ve siyasi hareketlere ilham ve motivasyon kaynağı sağlamıştı. Fakat özellikle 2002 yılı sonrası Türkiye tecrübesi ve sonrasında gelen Arap baharı sürecinde bu yönetim yeniden önem kazanmıştır. Yalnız bu seferki tartışma önceki dönelerin ötesinde farklı bir çerçeve ve bakış açısıyla tartışılması gerekmektedir. 
 
Değişimin dinamikleri
 
Günümüzde İslam dünyası üzerinden yönetimle alakalı olarak yapılması gereken tartışma ancak ve ancak Müslüman camiada son 20 yıldır yaşanan gelişmeler dikkate alınırsa anlamlı bir çerçeveye oturabilir. Siyasal mücadele sadece olayın görünen yüzü olup, aslında sorun ciddi bir değişim-dönüşüm sancısıdır. Genel anlamda Türkiye’deki İslami camia 1994 yerel seçimlerine kadar ciddi bir şekilde iktidar, para ve güç ile yüzleşmemişti. İlk iktidar deneyimi sadece Müslüman insanların makamlara gelmesi değil aynı zamanda o Müslüman bireyin kendi dünyasında makam, maddiyat ve her türlü lüksle imtihanıydı. Bu iktidar süreci ve sonrasında 28 Şubat’la beraber aslında Müslümanlar bireysel anlamda bir sınav verdiler. İlk nesil sendromu denilen bu tecrübenin daha çok bireysel düzeyde yaşandığı bu dönemde aileler dahi parçalanmış, camianın tasvip etmediği birçok değişim-dönüşüm yaşanmıştı. Geleneksel davranış kodlarının ve tarzların tartışmaya açıldığı bu dönemdeki sınav genelde bireysel kaldığı için savrulma ve dağılma keskin ve sert olmuştu. İste 30 yıllık Milli Görüş Hareketinin politikalarını tartışmaya açan ve siyaset yapım tarzını sorgulayan bir neslin ve partinin bu süreçte ortaya çıkması da yaşanan bu ilk nesil tecrübenin ürünüdür. 
 
28 Şubat süreci iki açıdan İslami camiayı dönüştürmüştür. Birincisi bireysel anlamda yapılanma ve sorgulamaların önünü açmış, ikincisi ise cemaat aidiyeti ve kimliğini sorgulayan bireyler ortaya çıktığı için bu tür örgütsel yapılar eski etkinliklerini yavaş yavaş kaybetmişlerdi. İşte 28 Şubat sürecinin bu etkisi dolayısıyladır ki AK Parti yeni bir tarz, model ve örneklik kurmaya çalışmış, önceden yasak kabul edilen şeyleri normalleştirmiştir.
 
Bu açıdan bakılınca 21. yüzyıl üç açıdan İslami siyasetin ve yönetimin normalleşmesi, rasyonel bir zemine oturup tepkisellikten çıkmasının hikâyesi olacaktır. Bunlar kısaca bireysel normalleşme, örgütsel normalleşme ve devletsel normalleşme olarak adlandırılabilir. 28 Şubat süreciyle bireysel anlamda normalleşmenin önünü açan Türkiye bu konuda ciddi bir mesafe kat etmiştir. Özellikle iktidar, para ve güçle tanışan bu elitin her biri kendisi açısından ciddi bir sınav vermiştir. Bireysel sayılabilecek bu sınav sonrasında genel olarak başarılı bir model çıkmıştır. Bu bireysel normalleşmenin en temel sonucu olarak hem grupsal hem de devletsel anlamda bazı hareketlilikler yaşanmaya başlamıştı.
 
Fakat grupsal normalleşme tam olarak yaşanmadan Türkiye özellikle Erdoğan döneminde devletsel anlamda bir normalleşme sürecini de başlatmıştı. İşte sırf bu devletsel normalleşme dolayısıyladır ki birçok insan Türkiye modelinden bahseder hale gelmiştir. Aslında 17 Aralık süreciyle beraber grupsal normalleşme daha hızlanıp derinleşirken, devletsel (yani dış politika ve batıyla ilişkiler çerçevesinde) normalleşme anlamında geçici bir geri gitme görüntüsü oluşmuş olabilir. Bu konjonktürel bir görüntü olup, eğer örgütsel dönüşüm ve normalleşme hızla tamamlanırsa Türkiye üzerinden çok daha sağlıklı bir devletsel normalleşmenin önü açılmış olacaktır. 
 
Normalleşme siyasetleri
 
Aslında 2011 yılında Arap Baharı süreciyle başlayan Ortadoğu’daki değişim-dönüşümdeki birinci temel sorun bireysel ve örgütsel dönüşüm olmadan doğrudan devletsel dönüşümü ve normalleşmeyi sağlama çabasıydı. Bugün için Arap dünyasının sorunu siyasal değil sosyaldir tespiti işte tam da bu gerçeğe işaret etmektedir.  Bu anlamda 3 Temmuz 2013 Mısır askeri darbesiyle sürecin geriye gittiğini iddia edenler tüm bu kısa zamanda farklı katman ve yoğunlukta yaşanan bireysel ve örgütsel dönüşümü görmezden gelmektedir. İhvan’dan Nahda’ya birçok dini hareketin siyasallaşınca cemaatten partiye nasıl dönüşeceği, ya da aralarındaki ilişkinin nasıl olacağı meselesi bu içsel ve derin dönüşümün parçasıdır.
 
Bu değişim ve dönüşüm süreci o kadar derin ve kapsayıcıdır ki, selefiler bile bireysel ve grupsal anlamda bu süreçten kaçamamış ve selefiler ilk defa siyasal sürecin parçası olmuşlardır. Dolayısıyla Arap baharı sürecinin de İslami aktörleri ön plana ittiği bu süreçte bu çok boyutlu değişim dönüşüm dalgasını görmezden gelmemek gerekir. Bu dalga öyle bir dalgadır ki sosyal dinamikleri ciddi bir şekilde harekete geçirmiş olup artık önceden olduğu gibi siyasal süreçler bu sosyal anlamda yeniden yapılanma ve dönüşüm sürecini engelleyememektedir. 
 
Bu değişim-dönüşüm sarmalındaki ikinci mesele İslam dünyasının farklı bölgelerinde bu üçlü sacayağındaki kırılma ve yenilenmelerin farklı aşamalarda olmasıdır. Bu durum İslam dünyasındaki ortak sorunlara ortak çözümler bulan zihni ve siyasi çözümü zorlaştırmaktadır. Farklı sosyolojik tecrübelerin oluşturduğu farklı yaklaşımlar İslam dünyasının birçok konuda ortak hareket edememesinin asıl sebebidir.  Bu konuda yapılabilecek en iyi şey farklı tecrübelerin paylaşıldığı ve birbirinden faydalanıldığı bir ortak zemin ve havuzunu genişletmektir. Buda daha fazla iletişim ve daha fazla etkileşimle mümkün olabilir. 
 
Modelden muktedire...
 
Dolayısıyla genel ve üst perdeden bakılınca bazı hareketlerin bir nevi tarihin ruhuna direnmekte olduğunu ve grup kimliğini güçlü tutarak bireysel anlamda normalleşmenin önünü geçmeye çalıştığını da tespit etmek gerekir. Bu çerçevede siyaseti okuyan ve şekillendirebileceğini düşünen hareketler için aslında pozitif gibi görünen ve atılan her adım kendisini daha da kontrol edilemez bir hale getirmekte ve kendi içindeki krizi daha da derinleştirmektedir. Bu sebepledir ki son dönemde ülkemizde yaşanan süreç genel anlamda İslami siyasetin bireysel, örgütsel ve devletsel anlamda kendisini yeniden yapılandırması ve normalleştirmesi nazariyesinden okunduğu zaman anlamlı hale gelmekte ve büyük resim ortaya çıkmaktadır. Bugün bu büyük resmi göremeyenler yüksek ihtimal önümüzdeki yıllarda doğal değişimler sonucu hem kendilerini tanıyamaz hale gelecekler hem de süreci anlamlandırmaktan uzak kalacaklardır.  
 
İslam dünyasındaki yönetimin asıl temeli Müslümanların bir “aktör” olarak hem kendilerine saygı hem de güven duymaya başlamalarıyla doğrudan orantılıdır. Bu çerçevede komplo teorilerini önceleyen ve ilk olarak başkalarının planlarına yoğunlaşarak küresel ve yerel siyaseti okuyan zihinler aslında “zihnen” sorunlu bir alana işaret etmektedir. Dolayısıyla İslam dünyasının normalleşmesi hem bireysel anlamda zihin dünyasının berraklaşıp ilk önce kendi planlarına yoğunlaşması, hem de diğerlerine komplo teorileri bağlamında bakmaması anlamına 
gelmektedir.
 
Bugün küreselleşmeyle birlikle dünyanın birçok yerine farklı amaçlarla seyahat eden, oralarda ikamet eden insanlar bu değişim ve normalleşmenin öncü unsurlarıdır. İslam dünyası Arap Baharıyla beraber artık aktör olma sürecini tamamlamak ve bir nevi muktedir olduğu alanı inşa etmek istemektedir. Bu durum başlı başına bir zihni ve fikri normalleşmenin ürünüdür. İşte bu yüzden önümüzdeki süreçte İslam dünyasının geleceği, “teklifli” ya da “teklifsiz Müslümanlık” olarak alacağı haller, büyük oranda bireysel, toplumsal ve devletsel dönüşümlerdeki trendlerle doğrudan alakalıdır. Dolayısıyla bu trendleri doğrudan şekillendirecek mikro ölçekli iş yapmayı önceleyen politikalar muhtemel tekliflere kapı aralayacaktır.