İslamofobinin anatomisi: Fantazma, korku, nefret

Doç. Dr. İBRAHİM KALIN - Siyaset Bilimci / [email protected]
22.12.2012

İslam karşısında duyulan korku, vehim, paranoya, öfke ve nefret tam da 18 ve 19’uncu yüzyılda Avrupa tiyatrolarında kullanılan “fantazmagorya” tekniğinin yarattığı etkiye benziyor. Bir ışık projektörüyle tiyatro duvarına iskelet, kafatası ve hayalet kıyafeti gibi garip ve korkunç görüntüler yansıtmak suretiyle elden edilen etkinin amacı, fantazinin korkuya dönüşmesini, korkunun da kendini gerçekliğin yerine ikame etmesini sağlamaktır.


İslamofobinin anatomisi: Fantazma, korku, nefret

İslam ve Batı toplumlarının birbirleriyle ilişkilerinde belirleyici unsurların başında ‘fantezi’ geliyor ve bu konuda iki taraf da masum değil. Müslüman dünya Batı medeniyetini bir öteki olarak bellediğinden beri zihnindeki fantazileri, kurguları, hayalleri, korkuları, vehimleri muhayyel bir ‘Batı’ üzerinden inşa ediyor. Her şeyin hem en iyisini hem de en kötüsünü Batıda görüyor. Diktatörlük, yolsuzluk, kötü yönetim, geri kalmışlık gibi sorunların müsebbibi olarak da Batıyı görüyor; onlardan kurtulmanın yolu olarak da. Kötü giden her işin arkasında Amerikan emperyalizmini, Siyonist planları, Batı yayılmacılığını, vs. görenlerle “medeniyet ancak batıdan gelebilir; insanlık sadece onlarda var...” diyenler Müslüman dünyasında bir arada yaşıyorlar. Körü körüne Batı düşmanlığı yapanlar da, kayıtsız şartsız Batıya teslimiyeti önerenler de kendi zihinlerindeki hayalleri, fantazileri yansıtıyorlar. Batıcı kanadın uslanmaz savaşçısı Abdullah Cevdet tam yüzyıl önce Balkan savaşlarının hemen akabinde bu psikolojiyi yansıtan bir örnek olarak çıkıyor karşımıza.

‘Çatalca’ya dayanan Avrupa’

Balkan savaşları sırasında Bulgarların İstanbul’un batı yakasındaki Çatalca’ya kadar ilerlemesi, savaşın kritik dönüm noktalarından biriydi. Zira Çatalca’nın düşmesi, İstanbul’un işgaline açılan bir kapı olabilirdi. Balkan topraklarını kısa sürede karış karış kaybeden Osmanlı, Çatalca’ya kadar gerilemek zorunda kalmış ama direniş hattını burada tutmayı başarmıştı. Abdullah Cevdet bu hadiseye atfen bir analiz yapar. Avrupa medeniyetini ve medenileşmeyi bir türlü idrak edip içselleştiremeyen kitleler için hazırladığı ve ilk olarak 1914 yılında yayımladığı Mükemmel ve Resimli Âdâb-ı Muâşeret Rehberi adlı kitabında, Avrupa’ya yaklaşmamakta inat eden İstanbul’a Avrupa’nın yaklaştığını söyler:

“Üç sene evvel şu satırları yazmıştım: .’..Avrupa İstanbul’a yaklaşıyor, İstanbul Avrupa’ya yaklaşsın! Tekâmül kanunu şefaat ve merhamet nedir tanımaz; fakat onun merhametsizliğinde derin ve geniş bir nev-i merhamet mündemiçtir. Bu merhametsiz yahut pek merhametli kanun-u tabiat daha iyiyi yaşatmak için iyiyi ortadan kaldırır, kuvvetliyi yaşatmak için zayıfı ezer, pâkı yaşatmak için nâ-pâkı öldürür, zekiyi yaşatmak için gabiyi kahreder, çalışkanı yaşatmak için tembeli ortadan süpürür. Bu, daima böyle olmuştur, böyle olmaktadır, ale’d-devam böyle olacak ve böyle olmanın neticesi hayr, hüsn, kuvvet olacaktır.’ Avrupa bize yaklaşıyor, Avrupa’ya yaklaşalım demiştim; biz Avrupa’ya yaklaşmamakta ısrar ettik. Uzaktan ve kable’l-vukû gördüğüm ‘yaklaşma’nın bugün vukû ve şuhûduyla dağdârız. Avrupa Çatalca’ya dayandı, Avrupa bize yaklaştı.” [Dr. Abdullah Cevdet, Mükemmel ve Resimli Adab-ı Muaşeret Rehberi, 2’inci baskı (İstanbul, Yeni Matbaa, 1927), s. 4-5.]

“Çatalca’ya dayanan Avrupa”, medeniyetin beşiği kabul edilen Avrupa’nın vatan topraklarını işgal ettiğinin acı bir işaretidir. Lakin Abdullah Cevdet geri adım atmaz ve bunun “tekâmül” ve evrim kanununun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyler. Biz bugün acı çeksek de akıbet, hayr olacaktır! Abdullah Cevdet “Avrupa bize gelmeden biz Avrupa’ya gidelim” derken Avrupa sömürgeciliğinin farkında değil miydi? Tabii ki farkındaydı ama onun zihninde kutsadığı, her tür “acı gerçek”ten özenle koruduğu bir “Avrupa Medeniyeti” fantazisi vardı. Bu fantezi, ne pahasına olursa olsun -ve Batının kendisine rağmen- korunmalıydı.

Bugün de bu fantaziyi sürdürenler var. Onlara göre Avrupa gibi medeniyetin beşiği olan bir yerde ırkçılık, ayrımcılık, İslam nefreti gibi sorunlar varsa bunların mutlaka bir izahı, rasyonel bir açıklaması vardır. Mesela bunun sebebi “Arapların ve Türklerin yaşadığı yerlerde sosyal hayatın renginin değişmesi” olabilir. Bir diğer sebep, Avrupa’nın kültür ve toplum normlarına entegre olmayan ve direnen; ileri modernliğin tadını çıkartmaktansa gettolarda yaşamayı tercih eden “modern ilkellikler” olabilir. Cami, minare, ezan, sakal, başörtüsü, kurban gibi İslam’ın modern görünürlüğünü tescil eden manzaralar düşünüldüğünde, İslamofobinin ve İslam karşıtlığının mutlaka rasyonel ve haklı bir izahı olmalıdır... Yoksa modern, çağdaş, Aydınlanmış, rasyonel bir medeniyetin durup dururken ırkçılık ve ayrımcılık yapması mümkün müdür?

Meseleye böyle baktığınız zaman ortada bir sorun yok. Avrupa-merkezciliği bir medeniyet kimliği haline getirerek Batıyı tezkiye etmek isteyenlerin bundan öte söyleyeceği fazla bir şey de kalmıyor zaten. Fakat mesele hiç de böyle basit ve rasyonel değil. Akıl ile izah edilebilecek olguların ötesine geçen korkuların, vehimlerin, fantazilerin hüküm sürdüğü bir alan burası.

Fantazmalar dünyası

Batı, İslam’ın tarih sahnesine çıktığı yedinci yüzyıldan bu yana İslamiyet’te ve Müslüman kültüründe kendisinde olmayan ne varsa onları görmek istedi. Siyasi ve ekonomik başarıdan maddi hazza, entrikadan mistisizme, iktidar arzusundan işret alemlerine, erotizmden hareme, dinî fanatizmden “Asyatik despotizm”e Batının hayal ve fantazi dünyasını gıdıklayan ne varsa hepsini “Doğu”da aradı. Ortaçağ Avrupa medeniyetinin İslam ve Doğu muhayyilesinde her şeyin hem en iyisi ve güzeli hem de en kötü ve sefil olanı yine Müslüman dünyasında vardı. Tolkien’in “Arz-ı Vasat”ı (Middle Earth) uzaklarda, yer altında, mitolojik bir alemde değil, Avrupa’nın hemen yanı başında, güney doğusunda duruyormuş meğer: Orada erdemli krallar, Hobbitler, Şövalyeler, savaşçı cüceler, Gendalf’lar, Elfler de var; Sauron’lar, Saruman’lar, Orklar, Gollum’lar, Nazgullar, Balroglar ve daha nice canavarlar ve vahşi mahlukat da! Avrupa kimliğinin “kurucu ötekisi” olarak İslam ve Müslümanlar, Batı fantazmasının dışında müstakil, nesnel bir varlığa ve kimliğe hiç bir zaman sahip olamadı.

Edward Said 1978’de Oryantalizm’i yayımladığında bu basit ama temel gerçeğe ışık tutuyordu. Said’den bir yıl sonra Fransız edebiyat tarihçisi Alain Grosrichard Sultan’ın Divanı: Avrupa’nın Doğu Fantazileri (Fransızca orijinal başlığı: Haremin Yapısı: Klasik Doğuda Asyatik Despotizm Kurgusu) kitabını yayımladı ve 17 ve 18’inci yüzyıl Avrupasının Osmanlı hakkındaki “Asya despotizmi” fantezileri üzerine çarpıcı bir çalışma ortaya koydu. Her iki çalışmanın da ortak noktası aynı: Avrupa düşüncesinde, edebiyat ve tarih yazıcılığında karşımıza çıkan Doğu, İslam, Müslümanlar, Osmanlı, tarihî ve sosyolojik bir gerçeklik olmaktan ziyade bir Avrupa fantazisidir.

Çoğulculuğun sınırları

Fakat fantazi deyip geçmemek lazım. Zira fantaziler insanların düşünce dünyalarını, ahlak kodlarını, siyasi tutumlarını - bilerek ya da bilmeyerek— tayin edebilir. Bugün karşımıza İslamofobi olarak çıkan ve bildiğimiz kaba-saba ırkçılıktan farkı olmayan korku-nefret tutumunun arkasında derin fantastik kurgular yatıyor. Bernard Lewis gibi bir tarihçinin bile “30 yıl sonra Avrupa tanınmaz hale gelecek; Avrupa, “Eurobia” olacak” kehaneti, sağcı-ırkçı gruplara bir göz işareti olmanın yanı sıra, “Oryantal fantazileri”ni tazeleyen bir işleve de sahip. Batının mutlak bir ekonomik ve askeri üstünlüğe sahip olduğu bu yüzyılda bile birileri hala “İslam’ın kılıcı gelecek, Batı medeniyetini kesecek, insanlık bitecek” paranoyasına sarılmasının rasyonel bir temeli yok. Bu olsa olsa, Aristo’nun -Eflatun’dan mülhem- ‘fantazma’ dediği, gerçek ile hayali, hakikat ile vehmi birbirine karıştıran ve aklın prensipte idrak ettiği ama hislerin ve vehimlerin bulanıklaştırdığı bir “psikolojik kayma”yı ifade edebilir.

Bu tam da 18 ve 19’uncu yüzyılda Avrupa tiyatrolarında kullanılan ‘fantazmagorya’ tekniğinin yarattığı etkiye benziyor. Bir ışık projektörüyle tiyatro duvarına iskelet, kafatası ve hayalet kıyafeti gibi garip ve korkunç görüntüler yansıtmak suretiyle elden edilen etkinin amacı, fantazinin korkuya dönüşmesini, korkunun da kendini gerçekliğin yerine ikame etmesini sağlamaktı. Marx, optik yanılsamaya dayanan bu etkiyi, modern kapitalizmin, tüketim kültürünün ve sahte devrimlerin bir sembolü olarak görür. Fantazmagorya’nın bir kurgu olması, optik yanılsamaya ve psikolojik tekniklere dayanması, onun etkisinin olmadığı anlamına gelmiyor. Tıpkı İslam karşısında duyulan korku, vehim, paranoya, öfke ve nefret gibi.

Fantazmagorya, Eflatun’un mağarası olmadığı için, insanların o sahte görüntülerin ne olduğunu idrak ederek hakikatin aydınlığına yönelmesini beklemek naiflik olur. Zira geç modernite de bize “gerçeklik, görünenden ibaret; bunu kabul et ve mutlu ol” diyor. Fakat korku ve nefretin meşrulaştırdığı, siyasi hesapların ve ekonomik çıkarların rasyonelleştirdiği İslamofobi, insani ve ahlaki bir sorun olarak önümüzde duruyor. Meşrulaştırmak, gerekçelendirmek, hafife almak ve yok saymak bir sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor.

İslam’ın ve Müslüman toplulukların -özellikle Avrupa ve Amerika’daki varlığı ve tezahürleriyle- modern çoğulculuğun dayandığı sınırlar olarak tanımlanması, “duvar çekme” refleksinin ne kadar derinlere uzandığını gösteriyor. En marjinal alt grupları bile çoğulculuğun bir erdemi olarak gören aydınlar ve siyasiler iş, zaten entegre olmuş, vatandaşlık hakkı kazanmış Müslüman topluluklara geldiğinde “çoğulculuk da bir yere kadar efendim” diyebiliyor.

Türkiye’nin AB üyeliğine -daha doğrusu bir türlü üye olamamasına- bu açıdan bakan Nilüfer Göle İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa kitabında bunu İslam’ın “Avrupa’nın Ötekisi” olarak kurgulamanın sonuçlarından biri olarak değerlendirir: “Bugün Avrupa ‘Birlikte nasıl yaşanır?’ sorusunun çifte bir süreç içinde gündeme geldiği bir yerdir: Biri genişleme ve Doğu Avrupa ülkelerinin katılımı süreci, diğeri ‘İslami farklılık’ ile kültürel çatışma süreci”. Bu ‘farklılık’ın ontolojik düzeylere taşınması, siyasi bir proje haline getirilmesi ve rasyonelleştirilmiş nefret söylemlerine dönüştürülmesi, fantazmagorya sorununun temelini oluşturuyor.

Ne İslam dünyasının ne de Batının birbirlerini hayalet aynalarında, fantazmagorya perdelerinde görmesi sağlıklı bir durumdur. Bu hayal, korku ve nefret dünyasından kurtulmak için doğulu, batılı herkesin çaba göstermesi gerekiyor.