İttihatçıların Küçük Efendisi Kara Kemal’le rüyada hasbihal...

İsmail Küçükkılınç Yazar
20.09.2014

Kara Kemal’in idaresindeki şirketlere hem Damad Ferid Hükümeti hem de bilahare Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından el konulmasıyla, dindar-muhafazakâr insanların içtimai-siyasi-iktisadi hayattan belli bir müddet içinde dışlanması aşağı-yukarı aynı şeydir.


İttihatçıların Küçük Efendisi  Kara Kemal’le rüyada hasbihal...

Bu İttihadçıları Allah bildiği gibi etsin; öldüler, öldürüldüler, buna rağmen hayalet gibiler; hiç peşimizi bırakmıyorlar. Sıkça rüyama giriyor, hatta bazen kâbus görmeme bile sebep oluyorlar. Yakınlarda rüyada Kara Kemal’le mülaki olduk. Malta’da birlikte bulunduğu bir gazetecinin “Kara Kemal, bir politikacıdan ziyade takım takım müritleri olan, ruhlara hükmedebilen bir şeyh intibaını yaratıyordu. Birçok kimseyi, karşılığında hiçbir menfaat olmadan derin saygı ve sevgi hisleriyle kendine bağlı bulundurabilen bir Kemal Bey... Belli bir zümre üzerinde Kemal Bey’in esrarlı bir tesiri olduğu göze çarpıyordu. Sürgün hayatında mesela Kemal Bey’in nargilesi için üzülen, tömbekisi kalmadığı için uykusu kaçan arkadaşlar vardı. İstanbul İttihat ve Terakki teşkilatına mensup takım takım adamlar ya saygı ve sevgi hisleriyle veya menfaat ümitleriyle, onun emirlerini körü körüne dinliyorlar, gazabı karşısında titriyorlardı. Kara Kemal esnaf teşkilatını kuvvetli bir hale getirmiş, eski loncaları canlandırmış, loncaları ve birliği olmayan esnaf arasında yeni teşkilat kurmuştu. Bilhassa hamallar teşkilatı onun, daima seferber olan bir nevi komando kuvvetiydi. Kara Kemal, fırıncılar, hamallar, bakkallar gibi grupların, lonca ve birliklerin başına kendi inandıkları adamları getirmelerine meydan bırakmamış, bunlardan her birine kendi adamlarından birini yerleştirmişti. Bu gibi teşebbüs ve hareketleriyle Tal’at, Enver ve Cemal’den ibaret üçlü diktatörlüğe bile şu intibaı vermişti ki kendisinin istediği yapılmazsa, emrindeki ayaktakımına dayanarak her şeyi alt üst edecek bir durumdadır. Gerek diktatörler, gerek parti umumi merkezi, Kara Kemal’i şakaya gelmez bir kuvvet diye kabul ediyor, onunla hoş geçinmeye bakıyorlardı. Eğer adam tanımakta çok yanılmıyorsam, Kara Kemal’in şahsi olarak bir ihtiras adamı olmadığına inanıyorum. Kendisinde kuvvetli bir vatanseverlik hissi vardı” şeklinde tanıttığı Kara Kemal... Bu meşhur gazeteci aynı zamanda Kara Kemal’in intihar etmeyip polisler tarafından vurulduğunu da yazan biridir. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin davetini tebellüğ için gittiği Kartal’da Polis Siyasi Kısım Başmemuru Hulusi Bey’den duydukları şöyledir: “Kara Kemal’in gizlendiği evden geliyorum. Kendisini evin kümesinde saklı bulduk. Elinde silah vardı. Derhal vurduk. Ölümünden sonra elinden aldığımız silah da işte budur”.

‘İstanbul benden sorulur’

İttihadçıların Küçük Efendisi Kara Kemal’e “yahu hiç mi insafınız, vicdanınız yok, niçin beni mütemadiyen rahatsız ediyorsunuz?” dedim. Kara Kemal “aşk olsun, bu kadarcık da mı hatırımız yok; kaldı ki biz daha sahneye yeni yeni çıkıyoruz; önümüzdeki dönem bize ilgide patlama olacak; birçok kişinin rüyasına gireceğiz, ayrıca bazılarının da kâbusu olacağız” dedi. Hayırdır İnşallah... Kara Kemal, “geçenlerde Talat Paşa ile konuştuk; işi bayağı ilerletmişsiniz; kendisiyle Nehir Söyleşi yapıyormuşsunuz; fakiri de unutmayın; Talat, şefimizdir, reisimizdir; ancak fakir de az adam değildir; Talat ülkeyi, ben de İstanbul’u idare ederdim; ancak haddimi aşmadan şunu söylemeyi de bir vazife addederim. Bazen, İstanbul’u idare etmek, tekmil memleketi idare etmekten daha müşkildir, daha mühimdir; İttihad ve Terakki’nin İstanbul Murahhası, cemiyetin Katib-i Umumisi’nden daha az ehemmiyeti haiz bir pozisyonda değildi” dedi. Sonra bana kendisiyle ilgili olarak çok dikkat çekici bir şey söyledi: “İsmail bey kardeşim, biliyorsunuz mütarekeden sonra bizi yargıladılar. Hem İstanbul hükümetleri -ki buna Hürriyet ve İtilaf demek daha doğru olur- hem de Kemalistler... Fakat hiç bugüne kadar birileri çıkıp da söyledi mi ki İstanbul’daki Divan-ı Harbi Örfi muhakemesinde neredeyse en fazla Kara Kemal ismi geçmiştir.”

Şaşırdım, “bir dakika muhterem üstadım, biz gıyabınızda cereyan eden Divan-ı Harb-i Örfi muhakemesinin Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Harbi’ne girişi ve tehcir işiyle alakalı olduğunu biliyoruz; bu vaziyette siz nasıl yargılamalarda en fazla ismi geçen insan olabilirsiniz; kaldı ki siz, tehcir esnasında İstanbul’da değil miydiniz?” dedim. Kara Kemal, önce ufak bir tashihte bulundu. “İsmail Bey kardeşim, siz bile mevzuya vakıf biri olmanıza rağmen ‘tehcir’ yargılamasından bahsediyorsunuz. Rica ederim, muhakeme zabıtlarını bir kez daha dikkatle okuyunuz. Esasen Divan-ı Harb-i Örfi bile ‘tehcir’i muhakeme mevzuu yapmadı, yapamadı. Bu manaya gelen ifadeleri dikkatlice okuyunuz; onlar umumiyetle ‘taktil’ dediler. Biz tehcirden yargılanmadık; devrin idarecileri ne kadar suiniyetli olurlarsa olsunlar tehcirin bir ıztırar hali olduğunu biliyorlardı. Onlar tehcir esnasında vuku bulduğu iddia olunan hadiseleri yargıladılar. Biz bu vak’aların bir kısmını zaten inkâr etmedik; inkâr etmediğimiz gibi birçok faili cezalandırdığımızı da söyledik.”

“Üstadım, bence çok mühim bir mevzuya parmak bastınız; ben de birilerinin ‘soykırım’ teranesi adı altında tehciri mesele yaptıklarını düşünüyorum; kaldı ki onlar da uydurdukları rakamlarla sanki ‘soykırım’ varmış gibi numara çeker

ken esasında tehcirin kuyruk acısını dile getiriyorlar” dedim. Kara Kemal, “şimdi gelelim işin bam teline: Madem Divan-ı Harb-i Örfi, tehcirdeki taktili ve harbe girişimizi yargılıyor, o halde niçin tutanaklarda ismi en fazla geçenlerin başında ben yer alıyorum? Benim tehcire ve tehcirde vuku bulduğu iddia olunan taktile zi-medhal olduğum iddia olunmadığına göre ne gibi bir özelliğim var da yargılamada ben öne çıkarılıyorum” dedi.

Merhumun “Milli İktisat” politikası hakkında konuşmak istediğini anladım ve açıkça “Küçük Efendi, okuduğumuz, bildiğimiz harc-ı âlem şeyler haricinde bir malumat vermeniz müsterham ve memuldür” dedim.  Kara Kemal “Anladım, siz Başvekil Ahmet Davutoğlu üzerinden anakronizme düşmeden benim tatbik ettiğim milli siyasetle günümüz arasında bir alaka kurmamı istiyorsunuz” dedi ve devam etti: “Aslında Kara Kemal denilince akla gelmesi iktiza eden şey, hayattayken yaptıklarımın gelecek nesillere nasıl intikal ettiği, bunun siyaseten tevarüs edilip edilmediği, takip ve tatbik ettiğim iktisadî siyasetteki bazı mühim ve hayatî hususların içtimaî bünyeye kök salıp salmadığıdır. Yoksa ‘Millî İktisat’la naçizane ismimizin müradif olduğu malum ve meczumdur. Sevgili kardeşim, artık malumdur ki biz, iradî bir tercihle sadece gayrimüslimlere değil, Levantenlere ve her biri birer güçlü devletin tebaası olan yabancılara karşı da Müslümanları kayırmış, kollamıştık. İstanbul’u ve Anadolu’yu bir küll halinde/bütün olarak ele almış, İstanbul ve Ege’de yerli-yabancı gayrimüslimlerin tekelinde olan ticari faaliyetlerde Müslümanların isbat-ı vücud etmelerini, başta Konya olmak üzere de Anadolu’da da Müslümanların mevcut hallerinde bir istihaleyi istihdaf etmiştik. Ne yazık Konya’da yaptıklarım şimdiye kadar sadece tadad edilmiş, bunun içtimaî-siyasî akisleri henüz bihakkın tespit ve teslim edilmemiştir. İstanbul’da esnafı, Konya’da ise çiftçiyi yeni ve milli iktisadî siyasetin merkezi haline getirdik. Bu siyaset muvacehesinde İstanbul-Konya ve İstanbul-Ege arasında kurmuş olduğum bağlantı aslında Konya merkezli İç-Orta Anadolu’nun İstanbul’la beraber ülke kaderine ve geleceğine hâkim olmasına müncer oldu” dedi.

Rüyama giren Kara Kemal’e Birinci Dünya Harbi’nin, Kapitülasyonların ilgasının, Ermeni Tehciri’nin bir asrı tecavüz etmesi hasebiyle İTC’nin ve İttihadçıların daha çok tartışılacak olması ihtimalinden hareketle sualler tevcih ettim. Mesela Kara Kemal’i rüyada yakalamışken ona İstiklal Mahkemelerini sormamazlık edemezdim.

Milli iktisatın kurucusu

Küçük Efendi’ye “İstanbul iaşesi için lazım olan unu Konya’dan aracısız, çiftçinin ürününü hayatında görmediği, memnuniyetini mucip olan bir meblağdan satın almanız, ihracat işleri ile ve bu arada bilhassa tiftik, yapağı ve tütünle meşgul olan ve sizin kurduğunuz Milli Mahsulat Şirketi sayesinde harp senelerinde yapağı fiyatının 7-8 kuruştan 60-70 ve tiftik fiyatının 8-10 kuruştan 90-100 kuruşa kadar çıktığını, Almanya ile Türkiye arasındaki yollar açılıp da bir dereceye kadar muntazam nakliyat başladığı zaman gerek yapağı, gerek tiftik için İstanbul’da Almanya için iptidai madde tedariki ile meşgul müessesenin gerek levazım ve gerek onun adamları vasıtasıyla bu malları toplamakta olduğunu görünce sizin milli mahsulat şirketinin dahildeki mübayaa teşkilatına derhal fiyatlara zam ederek mütemadiyen mübayaa ve mütemadiyen zam emri verdiğini ve bu suretle fiyatları yükselterek piyasayı o zamanlar köylünün hayalinden bile geçmemiş derecelere kadar götürdüğünü, eğer milli mahsulatın bu müdahalesi olmasaydı, mesela Karasu ve emsalinin pek çok para kazanacaklarını ve memlekete de Almanya’dan o kadar para girmeyecek olduğunu” birçok insan yazdı ama siz zannedersem Konya ve İç-Anadolu üzerinden aslında Anadolu insanın ülke iktisadıyatında geçmiş asırların aksine müessir bir vaziyete geldiğini, bunun zaman içinde muhafazakar-dindar kimliğiyle siyasi-içtimaî bir takım tezahürleri olduğunu ifade ediyorsunuz” dedim. Kara Kemal “dikkat buyurunuz, benim yerli-yabancı gayrimüslim tüccara karşı kayırdığım Müslüman esnaf için yani bakkallar, kayıkçılar, fırıncılar, hamallar için ‘ayak takımı’ tabirini kullanıyorlar. Bu insanlar günümüzde de ‘bidon kafalı’, ‘tahıl kafalı’ filan diye tesmiye ve tahkir ediliyor. Zihniyet aşağı-yukarı aynı. Türk köylüsü, çiftçisi, esnafı bizim dönemimize kadar yerli ve yabancı gayrimüslim tüccarın sömürdüğü, zavallı diye gördüğü insanlardı. Ancak kısa müddet zarfında biz bu sömürüyü nihayete erdirdik. ‘Müslüman’ kimliğinin haricinde Muhafazakâr-dindar vasfına hiç vurgu yapılmayan bu insanlar aslında benim de tercih ve inancımı ifade etmekteydi. Kara Kemal’in idaresindeki şirketlere hem Damad Ferid Hükümeti hem de bilahare Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından el konulmasıyla dindar-muhafazakâr insanların içtimai-siyasi-iktisadi hayattan belli bir müddet içinde dışlanması aşağı-yukarı aynı şeydir” dedi. Üstadım “siz bu gidişle Dersaadet Ticaret Odası’ndan başka bir surette teessüs ve istihale eden Odalar ve Borsalar Birliği ile Milli Görüş de benim eserim diyeceksiniz?” şeklinde biraz nahoş bir söz sarf ettim. Zülüflü merhum hafif bir tebessümle “ya ne zannettin sevgili kardeşim” dedi. “İslamcılar, muhafazakârlar, mütedeyyinler salt Abdülhamid ve bazı İtilafçı ulema hatırına sabah-akşam bize sövmeyip de tatbik ve takip ettiğimiz iktisadi siyaset hakkında biraz tetkik ve tefekkürde bulunsalardı hem İstanbul’da hem de Anadolu’da hâkim ve cari iktisadî-siyasî-içtimaî geleneğin bizim eserimiz olduğunu ya da hâkim rengin bize ait olduğunu görürlerdi” diye de ilave etti.

İstediğini almış biri rahatlığıyla artık Kara Kemal’e daha bilinen hususları sordum: “Üstadım birçok kimse sizin ve tesisi şahsi ve ferdi teşebbüsünüz eseri olan Heyet-i Mahsusa-i Ticariye’nin ve anonim şirketlerin I. Cihan Harbi’nde ‘ihtikar/vurgunculuk’ yaptığını iddia ediyor; talihsizliğimiz ve talihsizliğiniz sizi pek müdafaa eden de yok; bu konuda ne söylemek isterseniz” dedim. Küçük Efendi “Aziz kardeşim, evvela ben Meclis’te kurulan komisyonda ifade vermiştim. Bunları Divan-ı Harb-i Örfi’de de detaylandıracaktım; ancak malumunuz, biz yargılanmadan İngiliz gâvurları tarafından derdest edildik” dedi. Kara Kemal devamla “sevgili kardeşim, bazı arkadaşlarımız, üç-beş kişilik heyetlerce aklandı; ancak ben kongre kararıyla aklanan biriyim; benim üzerimde hemen hemen hiç şahsi mal yoktu; kaldı ki Divan-ı Harbi Örfi bile benim şahsıma yontmadığıma kani olmuştur; ancak ben bu millete yonttum” dedi.

Vurgunculuk iftirası

Kara Kemal’e “Üstadım en fazla da ekmekte, iaşede vurgun yaptığınız iddia olunuyor” dedim. Küçük Efendi “Sevgili kardeşim, benim ekmek işinden, iaşeden vurgun yaptığımı iddia etmek, namus ve şerefe taalluk eder. Kara Kemal, hakkında en son söylenecek söz, vurgundur; hele de ekmek işinden dolayı vurgun iddiası adi bir iftiradır. Hem Esnaf Cemiyetleri’ndeki hem de İttihat ve Terakki İstanbul Heyet-i Merkeziyesi’ndeki arkadaşlarımın hepsi namusu müsellem insanlardı. İttihadçıların içinde aksini söyleyecek hiç mi hamiyetli, namuslu insan yoktu da kongrede o kadar insan namusuma kefil oldu. Sadece Sadrazam Said Halim Paşa hazretleri, ticaretle ilgilenilmesin dedi. Kara Kemal, milletini soyacak adam değildir. Buna aslında cevap vermeyi de zül addederim. “Peki, üstadım, bu iddiayı neye bağlıyorsunuz?” dedim. Üstad “Siz, Divan-ı Harbi Örfi zabıtlarıyla ilgili bir çalışma yapıyordunuz galiba. Mahkeme reisinin en fazla sorduğu soru neydi bilirsiniz. Biz bu işten kazandığımız parayı niye vakf-ı İslamiyeye vakfetmişiz. Mahkeme Reisi lâakal 10 defa ‘bu paralarda gayrimüslimlerin de katkısı var, onlar da ekmek yediler, yedikleri ekmeğe ücret ödediler; ama siz bu kazandığınız paraları vakf-ı İslamiyeye hasrettiniz; gayrimüslimler bu paralardan istifade edemeyecek’ dedi. Kimse o zaman ki İstanbul nüfusunu, gayrimüslim oranını, onların zenginliğini hesaba katmıyor. Bu mevzuyu başka bir rüyada mülaki olursak daha teferruatlı şekilde anlatırım”. “Peki, üstadım, siz iaşe gibi birçok alanda tekel gibiydiniz; aradaki kârları ne yapıyordunuz?” dedim. Kara Kemal “İsmail Bey, meramınızın kurduğumuz anonim şirketleri olmadığını tahmin edebiliyorum; niçin hamiyetli birileri çıkıp da kurduğumuz aşhanelerde onbinlerce insanın meccanen (bedava) doyurulduğunu söylemiyor. Sırf Beşiktaş’taki aşhanede onbinin üzerinde insan karnını doyuruyordu. Bundan gayrimüslimler bile istifade ediyordu. Bu konuyu ben daha fazla anlatmayacağım; sen bunu müstakil bir makale konusu yap” dedi. Kara Kemal’e “üstadım, sizin niye yargılandığınızı yavaş yavaş daha iyi anlıyorum; yani siz düşmana karşı şirin görünmek isteyenlerin ‘bakın gayrimüslimlerin iktisadi kazançlarına ket vuran birini yargılamada öne çıkarıyoruz’ dediklerini mi imaya çalışıyorsunuz?” dedim. Kara Kemal, “Benim çevremdeki insanların hemen hepsi, bugün birilerinin ayak takımı dedikleri insanlardı. Rica ederim, istatistiklere bakınız, ihracat hep gayrimüslimlerin elindeydi; bunlar hasat mevsimi hemen tekelleşir Anadolu’da yerli üreticiye istedikleri fiyatı dayatır, onları sömürürlerdi. Çünkü bizler, onlara göre ticaretten anlamayan, sadece savaşta ölmesi gerekli insanlardık; ayak takımının başka ne gibi özelliği olabilirdi ki... Biz, bu algıyı kırdık elhamdülillah; ihracatı bir nebze de olsa elimize aldık, sömürülen insanların ürünlerine hak ettikleri fiyatı verdik/verdirdik. Arada ciddi kârlarımız oldu; bu kârların bir kısmının hissedarlara dağıtıldığına bakmayın, bunların çoğu ile demin bahsettiğim aşhaneleri kurduk, insanları savaş döneminde aç bırakmadık; buna rağmen her istediğimizi yapabildiğimizi söyleyemem” dedi.

Kara Kemal’e “Anadolu insanın ülke iktisadıyatında geçmişin aksine müessir bir vaziyete geldiğini, bunun muhafazakar-dindar kimliğiyle siyasi-içtimaî bir takım tezahürleri olduğunu ifade ediyorsunuz” dedim. O da “Benim yerli-yabancı gayrimüslim tüccara karşı kayırdığım Müslüman esnaf için ‘ayak takımı’ tabirini kullanıyorlar” dedi. 

Kara Kemal’e “Yani üstadım siz Robin Hood’luk mu yaptınız?” dedim. Merhum “O herifi pek bilmem, ama biz biraz da gayrimüslimden ve

zenginden alıp Müslüman’a ve fakire verdik. Birçok iş normal ticaret şeklinde olsa, kâr yine gayrimüslimin, tüccarın, zenginin cebine gidecekti. Adamdan yardım alabilmek için ya rica edecektik ya da tehdit... Para öyle bir şeydir ki, insan kazandıkça kazanmak ister, harp filan dinlemez. Zenginin çoğunun dini-imanı paradır; hele bu zenginin, tüccarın çoğu gayrimüslimse savaş döneminde ondan değil gayret, müzaheret ve muavenet bile beklemek imkânsızdan öte muhaldir de. Ticaret ve para çarkını devlet ve millet namına benim döndürmem bilhassa harp şartları tetkik edildiğinde hayati bir ihtiyaç, zaruret ve mecburiyetti. Şu kadarını söyleyebilirim ki namusumuz elhamdülillah malum ve mücerrebdir.

Vedat Eldem gibi ciddî bir iktisat araştırmacısının “Her türlü yolsuzluk, istifçilik, spekülasyon, irtikap ve ihtilasa rağmen, bu devrede [harp esnasında] bugünkü anlamda büyük servetler yapıldığı iddia olunamaz. İktidar mevkiinde bulunanlardan zengin olmuş kimseyi zikretmek mümkün olmadığı gibi, ikinci ve üçüncü plandaki memurlardan da servete kavuşmuş olanlar nadirattandır” tespiti üzerinden nev-zuhur zenginleri sorduğumda Kara Kemal hayli mufassal bilgiler verdi ama hasbıhalin bu kısmı çok uzun olduğundan başka bir yazıya bırakmak mecburiyetinde kaldım.

Sohbet başka mecralara da kaydı; I. Dünya Harbi’nin, Kapitülasyonların ilgasının, Ermeni Tehciri’nin bir asrı tecavüz etmesi hasebiyle İTC’nin ve İttihadçıların daha çok tartışılacak olması ihtimalinden hareketle Küçük Efendi’ye başka sualler de tevcih ettim. Mesela Kara Kemal’i rüyada yakalamışken ona İstiklal Mahkemelerini sormamazlık edemezdim: “Üstadım, ne talihsiz adammışsınız; hem Hürriyet ve İtilafçılar kurdukları Divan-ı Harb-i Örfide sizi yargılamak istemiş, hem de Kemalistler meş’um İstiklal Mahkemelerinde...” dedim. Kara Kemal “Aziz kardeşim, var, gerisini sen hesap et... İddia edebilirim ki Hürriyet ve itilafçıların Divan-ı Harb-i Örfisi, İstiklal Mahkemelerinden daha mazur ve adildi. Onlar hiç olmazsa işgal devletlerinin baskısı altındaydılar. Buna rağmen bizden de korkuyorlardı. Bize komitacı diyenler, ne yazık ki İstiklal Mahkemeleri’nin komitacı vasfını unutuyorlar. Biz, hesapsız-kitapsız insanlardık. Komitacılık yaptıysak da komitacılığın adabına uygun davrandık. Mert adamlardık. Yanlışta da merttik. Ancak bize komitacı diyenler, sanki işbaşından ayrılana kadar muhalif avındaymışız gibi bir hava yaratıyorlar; bu ahlakî ve doğru değildir.” “Peki, üstadım, İstiklal Mahkemelerinin komitacılığı nasıl bir şeydi?” dedim. Küçük Efendi “Bir kere şunu söyleyeyim, biz yanlışımızda dahi samimiydik; evet, yanlıştı, bir gazeteci en ağır şeyi yazsa ne olurdu ki, ama gitti bizim arkadaşlarımız gereksiz şekilde üç gazeteciyi öldürdü. Bu arkadaşlar, Makedonya’daki alışkanlığı hemen terk edemedi. Malum, İttihadçı Komitacılığı; Rum, Bulgar, Yunan çetecilerini imha amacına yönelikti. Yine de kısa bir süre sonra bu işlerden el-etek çektik. Nihayetinde devlet idare ediyoruz. Hatta malumunuz, Yakup Cemil’in kurşuna dizdirilmesi olayında herkes Talat Bey ile beni başaktör olarak görür. İstiklal Mahkemeleri ise komitacılığı ‘mahkeme kararı’ şeklinde icra etti. Adeta bugünkü Paralel Yapı’nın yargıyı kullanıp belli bir kadroyu siyaseten tasfiye etmek istemesi gibi... Kemalistler doğrudur, Ali Şükrü Bey ve Deli Halit Paşa gibi kıymetli isimler istisna edilirse yüzlerce, binlerce insanı kurşunla öldürmediler; onlar bu işi hukuku, mahkemeleri kullanarak hallettiler. Liberal iktisat politikalarını sevmezdim ama Cavid bizim arkadaşımızdı; onu, silahla suikast yaparak öldürmediler ama İstiklal Mahkemesi’nin idam kararı en az bu kadar adi ve bayağı idi. Ermenilerin ölüm listesinde olup da canını ülkeye kaçarak kurtarmış Dr. Nazım’ı mahkeme ve yargılama adı altında idam ve infaz etmek Allah aşkına komitacılığın dikalası değil de nedir? Nazım, farz-ı muhal Sarı Paşa’ya ‘Gazoz Paşa’ demiş olsun, bunun için adam mı asılırdı? O halde işbaşındayken dahi sabahtan akşama küfür yiyen ve bunların çoğuna gülüp geçen Talat Paşa’nın habire adam astırması gerekirdi.

 Mehmet Akif’in yari ayrı

Bu işlerden el-etek çekmemiz, kendimizi savunamayacağımız manasına gelmemekteydi. Biz hiç olmazsa birilerini vatana ihanet ediyor düşüncesiyle öldürmüştük; isteseydik yine birilerinin canına okurduk ama bu yolun yol olmadığını herkes gibi bizler de görmüştük. Ancak bizleri asanların ve beni kümesin bulunduğu bahçede katledenlerin en emin oldukları şey bizim hamiyet-i vataniyemizdi.”

“Üstadım ama kararı verenler sizin arkadaşlarınız değil miydi?” dedim. Kara Kemal “Onlar piyondu. Bizim dönemimizde de piyondu. Enver Paşa, Kafkaslıya tek ayaküstünde saatlerce dur dese, durur; köpek gibi havla dese, havlardı. Biliyorsun, bu mel’un aslında Türkistan’a Enver’in yanına gitmek isterken Celal Bayar’ın yönlendirmesiyle Ankara’ya gitti. Mustafa Kemal, önce buna hiç inanmadı, ona it muamelesi yaptı, sonra it gibi sadık kalacağını anlayınca maiyete alındı. Öbürü ise, zahir geçmişte kendisine hep it muamelesi yapıldığını düşündü ve ‘adam oldum’ zannıyla itliğini gösterdi. İt, kimin kapısındaysa onun yalını yalar”. Kara Kemal’e Mehmed Akif’le ilişkisini de sordum. “Mehmed Akif’i çok severdim; eski arkadaşlarımdan biridir; zaten malumunuz beni Cemiyete alan kişi Mehmed Akif’i de alan Fatin Hoca’ydı” dedi. Kara Kemal’e “Üstadım 31 Mart Vak’ası’nda biraz ileri gitmiştiniz; ancak sizin kurtardığınız sarıklılar da az değildi; hatta kimsenin ricasını takmayan Kara Kemal, Akif’in telefonu üzerine ricaları emir telakki ederdi; Akif’in ricasıyla da bazı kelleleri idamdan masun kılmıştınız galiba” dedim. Kara Kemal “Çok doğru tespit etmişsiniz; Akif, bilhassa bir hoca için telefon açtı; kendisi öyle herkes için mutavassıt olacak biri değildir; ancak kim için telefon ederse ona kefil olmuş demektir ve Akif’in kefil oldukları da bizim kefil olduklarımız demektir. Akif, tam da idama gidecek bir hoca için telefon açtı ve ben bu emri derhal yerine getirdim” dedi.

Kara Kemal’le bilhassa kapitülasyonların ilgasını ve daha birçok sual tevcih ettim ama hepsini burada yazmam mümkün değil.

[email protected]