Kapitalizm fıtri midir?

HAKAN ÇOPUR - Yazar
15.11.2014

“İnsanlar sevilmek için yaratıldılar; eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni, eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır.” Cemil Meriç


Kapitalizm fıtri midir?
Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’nin dindar kesimlerinin bugün yüzleşmek zorunda olduğu en temel meydan okumalardan biri, İslam ahlakı ile Protestan ahlak arasındaki denge arayışıdır. Bu denge arayışı, “bir lokma, bir hırka”dan “Müslümanların dünya sisteminde her bakımdan güçlü olması lazım”a kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Önceki hafta Açık Görüş’te Mücahit Küçükyılmaz’ın değindiği bazı soru(n)lardan hareket edecek olursak, “Mal ve servetin, sadece zenginler arasında dönüp duran bir kudret aracı haline geldiği” sistemi kabul etmeyen İslam, hepimizi sahici ve samimi bir imtihana davet ediyor: Bireysel ve toplumsal zenginleşmeyi bir arada götürmek ve adil bir bölüşüm düzeni kurmak.
 
Bu dünya ve hayat, başlı başına bir imtihandır. Allah, insanı zorluk zamanında sabır, bolluk zamanında şükür ile imtihan etmek ve bu çerçevede kimlerin daha güzel amel edeceğini sınamak için yaratmıştır. İmtihanı anlamlı kılan şey ise, insanın hem iyiye/sevaba hem de kötüye/günaha meylinin olmasıdır. Tam da imtihan sorusu, bu meyli kontrol etmek ve iyiye yönelip kötülükten kaçınmakla ilgilidir. Dolayısıyla insanın yaratılışı gereği bu dünyaya ve içindekilere ciddi bir meylinin olduğunu kabul etmek, onunla anlamlı ve makul bir ilişki kurabilme noktasındaki ilk adım olacaktır. Bu çerçevede bir Müslümanın mal ve servet sahibi olması ile kapitalistleşmesi arasındaki denge, çağımızın temel soru(n)larından biridir.
 
Türkiye, içinden geçtiği restorasyon döneminin beraberinde getirdiği tüm imtihanlarla yüzleşirken bu imtihanların kaçınılmaz bedellerini de yavaş yavaş ödüyor. Eski Türkiye’nin hastalıklı bakiyesini temizlemek ne kadar hayati bir süreç ise, yeni Türkiye’nin sağlıklı inşasındaki engellerle mücadele de bir o kadar önemlidir. Siyasi istikrar ve iradenin en önemli çıktılarından biri olarak son 10 yıldır yakalanan ekonomik büyüme, ülkenin kalkınmasını hızlandırdığı gibi toplumsal refahın da artmasına vesile oldu. Bu refah artışı, Türkiye’deki değişimin temel dinamiği olan dindar kesimleri hayati bir soru ile yüz yüze getirmiştir: Başlı başına imtihan olan bu dünya nimetleriyle nasıl makul bir ilişki kurulmalı? Özellikle refah artışından daha fazla pay alan dindar kesimler için bu soru, “bu dünyadan nasibini almak” ile “kapitalistleşmek” arasındaki ince çizgiyi ifade ediyor.
 
İfrat ile tefrit arasında 
 
İnsan, özü itibariyle (derecesi kişiden kişiye göre değişse de) mal-mülk biriktirmeyi arzu eden bir varlıktır. Bunu inkâr edip yok saymak, bunun gibi birçok fıtri özellikleri olan insanı robotlaştırmak demektir. Hiçbirimiz robot olmadığımıza göre salt öte-dünyacı bu anlayışı bir kenara koyup tam da bu dünya içinde nasıl dengeli/makul bir hayat sürebileceğimiz konusuna ciddiyetle eğilmeliyiz. 
 
Bakara Suresi 143. ayeti “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resul’ün de size şahit olması için sizi orta (mutedil) bir millet kıldık” der. “Orta ümmet” ifadesini tefsircilerin hemen tamamı makul, mantıklı, aşırı olmayan, mutedil gibi anlamlarla açıklarlar. Buradaki incelik, insanın fıtratına yapılan vurgudadır. Mesela vücudunun temel gıda ihtiyacı doğrultusunda herkes yiyip içer; ama İslam, bazı dönemlerde Allah’ın emrine uyarak oruç tutmayı emreder. Yemek-içmek kadar oruç tutmak da hayatın doğal bir parçasıdır. Ama her gün oruç tutmak insanın fıtratını zorlayacak bir ameliyedir ve Hz. Peygamber’in sünnetinde yeri yoktur. Bunun gibi, insanın makul bir çizgide ve helal yollardan mal-mülk sahibi olması doğal bir durum iken, tüm varlığını sermayeye armağan edip kapitalistleşmesi ise kendi fıtratının sınırlarını çiğnemesi anlamına gelecektir.
 
Kapitalizm salt ideoloji değildir
 
Sermaye sahibi olmak anlamında kapitalizmi sadece bir ideoloji olarak görmek, ancak sosyalizmin veya kapitalizm karşıtı diğer seküler ideolojilerin içine düşeceği bir tuzaktır. Zira fıtri bir temayül olan mal ve servet sahibi olma olgusu, adına kapitalizm denen salt bir ideoloji olarak kodlanırken; sosyalizm de, makul bir toplum yerine eşitlikçilik uğruna insanı yok eden bir ideoloji olarak ortaya çıktı. Nasıl ki kapitalizm, bireyi kutsayan bir değerler dünyasına sahipse sosyalizm de (tersinden) bireyi yok sayıp toplumu kutsayan bir ahlaka sahiptir. Ancak, sonuca bakıldığı zaman, kapitalizmin de sosyalizmin de ben-merkezci, çıkarcı ve bu-dünyacı bir rasyonalite ile hareket eden insanlar topluluğu oluşturduğu görülebilir. Aradaki fark, yöntemle ilgilidir; biri modernleşmeyi (toplumu baskılayıp) birey üzerinden gerçekleştirirken, diğeri (bireyi baskılayıp) toplum üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu yönüyle, insanın bu dünyada sahip olduğu serveti öte dünyadaki iyiliğine/kurtuluşuna işaret olarak yorumlayan Protestan ahlak, tam da kapitalizmin değerler dünyasını inşa etmektedir ve İslam ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte malları insanlar arasında eşit yayma ilkesinden hareketle insanın iradesine, şahsiyetine ve yeteneklerine ket vuran sosyalist ahlak da, İslam’ın hem bireyi hem de toplumu aynı anda gözeten dengeli yaklaşımıyla örtüşmez.
 
Üretim ve emekte adalet
 
12 yıldır aynı iktidar eliyle yönetilen Türkiye, bu süre zarfında hemen her alanda devrimsel aşamalar kaydetti. Eski Türkiye’nin vesayet bakiyesiyle, askerin siyasi müdahaleleriyle, çeteler ve hukuk dışı yapılanmalarla mücadele edildi. Dış politikada özne ve söz sahibi bir ülke olabilmek için bedeli yüksek tarihî adımlar atıldı. Başta sağlık, ulaştırma ve sosyal yardımlar olmak üzere toplumun tüm kesimlerini doğrudan ilgilendiren alanlarda bir üst lige çıkıldı. Ve yakın zaman önce Türkiye, pirincin içindeki beyaz taşların dişlerini kırmaması için (belki de son vesayet unsuru olan) paralel yapı ile esaslı bir mücadeleye girişti. Toplamda atılan tüm bu adımlar ve karşılığında sandıkta kazanılan başarılar; AK Parti’nin, milletin taleplerine kulaklarını açıp en iyi şekilde gereğini yapmasıyla ilgilidir. Bugün gelinen noktada ise, yeni Türkiye’nin kaba inşaatını atan iktidarın artık ince işçiliğe geçmesi; başta eğitim ve gelir dağılımı olmak üzere toplumsal alanda yapısal reformlar yapması, yeni talepler olarak karşımızda duruyor. Bugüne kadarki performansı, siyaset erkinin bu talepler hususunda da gayret göstereceğine işaret ediyor. Dolayısıyla yeni Türkiye’de kısa sürede zenginleşen, asıl işini bırakıp müteahhitliğe ya da kârlı diye madenciliğe soyunan; buna karşılık en temel insani ve hukuki sorumluluklarını yerine getirmede ise eski Türkiye’nin ölçüleriyle hareket etmek isteyen kişi ve kurumlar, yeni Türkiye’nin en büyük sorunları olmaya namzettir. Bu muhtemel sorunları aşmak, “bir avuç kömür için bir ömür veren” insanların alın terine karşılık boynumuzun borcudur.
Modern çağın, Müslümanları bu-dünyacı Protestan ahlak ile öte-dünyacı Katolik öğreti arasına sıkıştıran en büyük hastalıklarından biri kuşkusuz seküler bir dünya görüşünü vaz etmesidir. Hâlbuki ne bu dünyaya el pençe durmayı, ne de bu dünyadan el etek çekmeyi öğütleyen İslam, orta ümmet anlayışıyla hepimize dünya ile makul bir ilişki kurmamız gerektiğini söylüyor. Bu makul ilişki, ancak her alanda mutedil bir insan profili ile mümkün olabilir. Bu bakımdan maddi eğitim kadar manevi eğitime de önem veren bir yaklaşım ile ülkemizin geleceğini şekillendirmeliyiz. 
 
Sadece “Büyük, güçlü ve müreffeh bir Türkiye” bize yetmez; ülkenin her ferdinin bizzat kendinde bu büyüklüğü, gücü ve refahı hissettiği bir Türkiye gerçek anlamda “Yeni Türkiye” olacaktır. Bu da sınıfsal farklılıkları derinleştiren, kâr maksimizasyonunu hedefleyen Protestan ahlakın aksine üretim, emekte denge ve adaleti vazeden vasat ümmet anlayışını idrak etmekle mümkün olacaktır.