...ki zübde-i alemsin sen!

Dr. Necdet Subaşı / Din Sosyoloğu
20.04.2013

Bugün insanı hemen her fırsatta tebcil eden bir Peygamberin ortaya koyduğu prensipleri başlı başına kritik etmek, yaşadığımız ihtilafların çözümünde 15 asra yaklaşan bir tecrübenin belli başlı özelliklerini incelemek gerekiyor.


...ki zübde-i alemsin sen!

Diyanet İşleri Başkanlığı Kutlu Doğum Haftalarının her birinde yeni bir temayı gündeme getiriyor ve böylece toplumda bir farkındalık oluşturmayı hedefliyor. “Hz. Peygamber ve insan onuru” bu yılki kutlamaların ana teması.

Eşrefi mahlukat insan 

Onur kavramı her şeyden önce insan merkezli bir kavram. Varlık dünyasındaki yeri ve statüsü esas alındığında insana, hangi kontekstten bakılırsa bakılsın, 

-bu dini-teolojik bir çerçeve de olsa felsefi-entelektüel çerçeve de olsa- pek değişmiyor. Onur, inanın bizatihi insan olmasının bir sonucu. Esasen onur kavramının insan olarak yaratılmış olmakla mı yoksa hayat akışı içinde kazanılmış yetkinlik ve yeterliliklerle mi elde edileceği konusunda hemen her iddiayı temellendirecek dini ya da felsefi argümanlara ulaşmak mümkün. Öte yandan insan olmanın tanımı, örneğin herhangi bir vecibeler dünyasındaki sorumluluk bilincini hissetmekle ilişkili olarak tanımlandığında o dünyanın dışında kendine bir yer bulmaya çalışanların konumu açıkta kalıyor. 

Pek çok dini gelenekte insanın şeref ve haysiyeti varoluşsal bir statü içinde ele alınıyor. Örneğin İslam tasavvur zincirinde insanın, “Allah’ın halifesi” olarak yaratıldığı, “meleklerin kendisine secde ettiği” ve “eşref-i mahlukat” olarak tebcil edildiği, “zübde-i alem” olarak tasavvur edildiği” sıkça tekrarlanan ve bilinen bir husus. 

Bununla birlikte insanın kendisine verilen emanete hakkıyla riayet etme konusunda ne derece sorumlu ve gayretli olduğu, kendi itibarını koruma konusunda ne ölçüde istikamet sahibi olduğu, cehaleti, zalimliği, isyankârlığa meyli, şeytana ve nefsine uyma konusunda bütün ölçüleri göz ardı edebilecek bir seyyaliteye sahip olduğu açıkça vurgulanıyor. İnsan onurla doğuyor ancak yaşamı bu onuru koruma ve güçlendirme, kaybetme ve bayağılaştırma arasında gidip geliyor. Yine aynı bakış açısı içinde insan emaneti almakla kazandığı onuru ancak bunu korumaya azmettiği ve koruduğu ölçüde sürdürebiliyor. Ancak bütün bunların nihayet Allah indinde geçerliliği olan kıstaslar olarak bilinmesi gerekiyor. 

Vazgeçilmez bir form

Din dilinin içinde geçerli bir anlamlandırma sistemi Allah-insan ilişkilerini belirlemede vazgeçilmez bir ilişki formu yaratıyor. Nihayet insan yaşadığı sosyal gerçeklik dünyasında ya geçmişten devraldığı payelerle ya da kendi yaşam deneyimi içinde elde ettiği statülerle toplumsal düzeydeki konumunu devam ettiriyor. 

Onur: Temel espri

İnsan onuru dinlerin temel esprileri arasında yer alıyor. İnsanı doğuştan günahkâr sayan ve arınmasını bir dizi ritüele bağlayan Hıristiyanlıkta ya da onu seçilmiş bir gruptan olma şartıyla ancak bağrına basabilen Yahudilikten farklı olarak İslam’da insan saflığı ve temizliği ifade eden bir kavramla, fıtratla ilişkilendiriliyor. Fıtrata dönüş çağrısının yapıldığı her seferinde insanın her türlü etki ve müdahalelere açık hale gelmiş kimliğinin arındırılması ve öze yani insan olma gerçeğine döndürülmesi amaçlanıyor.

Bugün onur kavramının aldığı yeni şekillere ve ilerlediği mecralara dikkat edildiğinde artık konunun temel bir insan hakkı olarak kavranmaya başladığı söylenebilir. İnsan hakları söyleminin belki de en anahtar temaları arasında yer alan insan onuru kavramı, insanı insandan korumayı önceleyen bir dikkatle onarılmaya ve tahkim edilmeye çalışılıyor. Buna bağlı olarak uygulamadaki karşılıkları ne olursa olsun insan onuru kavramı hemen pek çok anayasada merkezi bir konumda tutuluyor, kendisine sık sık atıfta bulunuluyor.

İnsan hakları alanındaki dramatik gelişmeler bir yandan hak kavramının sınırlarını yeniden tanzim etme konusunda vicdan ve sorumluluk taşıyan kişilere birtakım ödevler yüklerken, bir yandan da kavramın dini ve felsefi köklere açık tanımlamaları birbirinden bağımsız çözümlemelere elverişli alanlar açıyor. Ne var ki insan hakları söyleminin bugün çeşitli dinler ve felsefi yaklaşımlardan beslenerek çoğalan kolları, hemen her seferinde ciddi bir onur kaybına maruz kalan insanın felaketine müdahale etme konusunda somut çözümler üretemiyor. Birbirine kasteden ve meşruiyetini sözüm ona dinden ya da felsefi geleneklerden alan pek çok yaklaşımdan söz etmek mümkün. Bugün dramatik bir şekilde hak ihlallerine maruz kalan insanlar şu ya da bu dine, şu ya da bu felsefi sisteme, bir düşünüş biçimine, bir kimliğe sahip olmanın ağır bedellerini ödemeye mahkûm oluyor. Irk ve cinsiyet ayrımcılığı, kimlikte seçicilik, inanç ve düşünce hürriyetine yönelik incitici politikalar, siyasi ve kültürel ya da ekonomik açıdan zayıf düşürülmüş toplumlara yönelik gizemli stratejilerle buluşan ve sonuçta insanlığı zalim ve mazlum dikotomisine taşıyan ağırlaştırılmış uygulamalar varlığını sürdürmeye devam ediyor.

Bugüne damgasını vuran insan hakları söyleminin tükettiği lehçenin ağırlıklı olarak Batılı bir arka plandan beslendiğinden kimsenin kuşkusu yok. Esasen bu, bir rüçhaniyetten çok yaşanan dramların kaynağını göstermesi açısından da esaslı bir burukluk yaratan güçlü bir referans beyanı havası taşıyor. İnsan hakları düzleminde ortaya çıkan ve insan onurunu her seferinde tartışılır kılan yaklaşımların kökeninde Rönesans ve Reformasyon süreçlerinden başlayarak Aydınlanmacı gelenek içinde bugünlere kadar taşınan “modern” bir arayışın kalıplaşmış klişe beyanları yer alıyor: Oryantalizm, sömürgecilik, ancak bir ikilemin parçası olarak tasavvur edilebilen Doğu-Batı ayrışması, ilerlemeci bir paradigmadan beslenen yeni medeniyet kurguları. Bütün bu arayışların sonunda herkes için iyi bir insan (insan-ı kâmil) beklentisini birbirinin cehennemi hatta birbirinin zalimi olmaya aday insan üretimiyle sonuçlandırması hayal kırıcı.

Onuru aslına irca etmek

Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iğdiş edilmiş ve tüketilmiş bir kavramı yeni bir duyarlılıkla kadim statüsüne davet etmesi oldukça önemli. Bilindiği gibi İslami gelenekte başka her konuda olduğu gibi insanın statüsü konusunda da genel ve kalıcı çerçevelendirme Kur’an ve Sünnet’e aittir. Tarihsel süreç içinde insan onurunu ayaklar altına alan uygulamalar söz konusu olduğunda Müslüman toplumların ne denli masum kalmayı başardıkları ayrı bir tartışma konusudur ve ciddiyetle üzerinde durulması gerekir. Ancak şu da bir gerçek ki insan onurunu hiçe sayan uygulamaların sahibi Müslümanlık iddiasını ne ölçüde sürdürürse sürdürsün İslam ona cevaz vermeyecektir. İnsanı göz ardı eden bir yönelimin İslam’da hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. En başta bu özelliği İslam’ı diğer dinler ve gelenekler nezdinde açıkça özel ve ayrıcalıklı kılmaktadır. 

Karneye bakmak

Diyanet, Hz. Peygamberin fiili ve kavli sünnetinden hareket ederek, bir şekilde onur kavramı etrafında geldiğimiz noktada hepimizi bir muhasebeye davet ediyor. Aslında bugün onur kavramı etrafındaki teorik müktesebatla övünmek yerine mutlak bir duyarlılıkla insanı çökerten düzenekler karşısında sağlam ve muktedir adımların önünü açmak gerekiyor. Dinin temel ölçülerini göz ardı ederek başta ırk ve nesep ayrımı olmak üzere insan haklarını hemen her kertede zayıflatmaya, sönümlendirmeye, çarpıtmaya yönelik girişimler karşısında insanlık karnesinin mütemadiyen gözden geçirilmesi öncelik arz ediyor. Bu bağlamda karmaşık, iç içe geçmiş sorunlar arasında insanı türlü mevzilerde rencide eden saldırı afetleri karşısında güçlü bir inisiyatife duyulan ihtiyaç hiç de gereksiz değil. Aşınmış kardeşlikler, defterden silinmiş hatıralar, anlamını yitirmiş dostluklar, birbirine karşı şirretleşmiş duygular arasında iç tutarlılığı yüksek bir referans sistemine, inandırıcılığına hepimizin kani olabileceği bir uygulama cetveline ihtiyaç var.

Tüm insanlık için hatırlatma

Onur kavramını insanlık temelinde ele alırken temel referans olarak kendisine başvurulan Hz. Peygamber hiç kuşkusuz sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için sahici değerler sunmaktadır. Bugün insanı hemen her fırsatta tebcil eden bir peygamberin ortaya koyduğu prensipleri başlı başına kritik etmek, yaşadığımız ihtilafların çözümünde on beş asra yaklaşan bir tecrübenin belli başlı özelliklerini incelemek gerekiyor. Hegemonik ilişkilerin sorgulanmadığı, her haneye sızmayı başarmış bir korkuyla yüzleşmeyi göze almayan, insana sevgiyle dokunmayan, hayatın akışını kollamayan ve buna karşılık ağdalı bir retorik ve edebiyatla yetinen bir tutum ne yazık ki acılar içinde kıvranan insanlığın arayışında makul ve inandırıcı bir sese dönüşemiyor. 

Diyanet İşleri Başkanlığı hayırlı bir girişime öncülük ediyor. Kutlu Doğum Haftası bize bu heyecanı tattırmakla kalmıyor, kendi insanlık durumumuzun da sonuçta kuru bir retorikle vicdan sahibi bir eylemlilik arasında gidip gelen karakteriyle temayüz ettiğini deşifre ediyor.

[email protected]