‘Kürdinsan’ın şartı Türksüzleştirme mi?

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur - Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi / GORAM
23.11.2013

İstersek, semboller üzerinden savaşmak yerine kurucu motiflerimizi mutabakat yaratacak/tazeleyecek formlarda yorumlayabiliriz. Böylece, çok emek sarfettiğimiz demokratik dönüşümün ruhuna da uygun davranmış oluruz.


‘Kürdinsan’ın şartı Türksüzleştirme mi?

Padişah Hazretleri dahi eytti: “Lala, dediğin gerçekdir. Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem’eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçe’yi öğrense ve belâya mu’tâd olub ba’dehû ulûfeye yazdırub ve ba’dehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer?âsâra gönderseler olmaz mı? idi” Fatih Sultan Mehmet (Kanunnâme)

Andımız ve Türkiye bayrağı tartışmaları, Diyarbakır’da indirilen tabela, Barzani ziyaretiyle yükselen Kürdistan vurgusu...  Bunlar, başlıca özellikleri arasında Türklükle ilgili ifade ve sembollerin kamusal görünürlüklerinin azaltılmasını ve vatandaş kimliğini temsil yeteneği reddedilen Türklüğün etnik sınırlara çekilmeye zorlanmasını sayabileceğimiz “Türksüzleştirme” sürecinin gerilimli kilometre taşlarını oluşturuyorlar. Eğer çözümden beklenen, başörtüsü meselesinin son karesinde gördüğümüze benzer biçimde toplumun genelinin nihayetinde kabul edebileceği bir değişim ise, Türksüzleştirme ters istikâmette sonuçlara gebe. Demokratikleşme sürecinin önceki uğraklarından farklı olarak yalnızca hak kaybı yaşamış kitlelerin mağduriyetlerinin giderilmesi meselesiyle değil bütüne atfedilecek kimliğin nasıl tanımlanacağı sorusuyla da yüzyüzeyiz. Semboller evreninde çoğunluğa ortak kimliğin kaybı duygusunu yaşatan düzenleme ve mesajlar, zannedilenin aksine, cevabı zorlaştırıyor.

Kastettiğimizin daha iyi anlaşılabilmesi, halihazırdaki yaygın analiz tarzından farklı olarak, çoğunluğu çözümün paydaşı sayıp final sahnesinde de yüzü Ankara’ya/İstanbul’a dönük bir bölge görmek isteyen perspektiflere aşinalık kazanılmasıyla mümkün. ‘Kürdinsanın*’ talepleri/Kürdistan’ın gerekleri arasındaki tahteravalliye odaklanmak suretiyle bu doğrultudaki ilk adımımızı atabiliriz. Tahterevallide ‘Kürdinsan’ metaforunun yer aldığı taraf, evrensel düzeyde kabul görmüş temel hak ve hürriyetlerin tesisi ile kültürel farklılıkların doğal tezahürlerinin serbestçe ifade edilmesi gibi talepleri içeriyor. Burada doğallık, vurgulanması gereken bir nitelik. Farklılıkları korumak kadar Türkiye’nin bütünüyle paylaşılan ortaklıklarla da barışık kalmak anlamına geliyor. Doğal hâliyle millet, etnik çekirdeklerin zemin sarsıldığında farklı yönlere dağılacak bilyeler gibi birbirlerine yalnızca değdikleri yan yanalık hâlinin ötesinde bir beraberliği ifade ediyor. Tarihin, inancın, akrabalıkların, ortak kurumların, ekonominin... inşâ ettiği bağlar etnik çekirdekleri içe içe geçirmiş vaziyette. Bu yüzden, farklılıkları yok saymak nasıl gerilimler yaratıyorsa doğal köprülerin tahribi de yeni çatışmalara davetiye çıkarıyor.

İşte tahterevallimizin diğer kefesindeki ‘Kürdistan’ metaforu, söz konusu doğallıkla savaşmadan varolamayacak böyle bir ulusalcı siyasi projeyi sembolize ediyor. “Türksüzleştirme”, Kürdistan projesinin olmazsa olmazı. Kürtlerden, yanı başlarındaki komşularıyla farklarının altını çizerken muhayyel cemaatlerinin daha uzaktaki üyeleriyle ortak köklerini keşfetmelerini ve “saflaşmalarını” istiyor. Örneğin, anne yüreğinden akan Kürtçe’nin sözkonusu projeye uygun kıvama gelebilmesi için Türkçe kelimeleri süzüp atan ideolojik filtrelerden geçirilmesi lazım. Öteki olarak Türklüğü gören bu bakışın “milletin” kalan kısmı nezdinde uyandırdığı haklı tepki, ‘Kürdinsan’ın taleplerinin uzun müddet işitilmeyişinde ciddi paya sahipti. Demokrasi rüzgarı, ‘Kürdinsan’ın çağrısına kulak verilirse varılacak yerin Kürdistan olacağı kaygısını hafifleterek denklemi tersine çevirdi. Yeni kabule göre, Kürdistan projesinin güç kaybetmesi için ‘Kürdinsan’ın taleplerinin karşılanması gerekiyordu. Toplumumuzun önemli kısmı, terör örgütüyle başlatılan süreci izlemeye Kürdistan projesinin bu şekilde yenilgiye uğratılacağı vaadiyle ikna edildi. Türksüzleştirme adımlarının Kürdistan projesinin olumlanmasıyla buluştuğu mevcut konjonktür ise eski korkuları gündeme taşımış vaziyette. ‘Kürdinsan’a bakışı da yeniden değiştirebilecek muhtemel tepki dalgasının yıkıcı sonuçlarından sakınmak için Türksüzleştirmenin açmazlarını ve sürecin stratejik zaaflarını tahlil etmek gerekiyor.

Sembolleri yeniden tanımlamak

Her ne kadar tartışmalar sırasında birbirlerinden farklılaşan gerekçelerle izaha çalışılsalar da, girişte zikredilen örneklerdeki uygulamaların temelde Türksüzleştirme motivasyonuyla gerçekleştirildikleri anlaşılıyor. Ulus devlete geçiş süreci ve darbe dönemlerinde yoğunlaşan sorunlu uygulamalara odaklı haklı tenkitler ile geleneğin dünyasına yapılan göndermeler, Türksüzleştirmeye meşruiyet zemini aranırken en fazla başvurulan yöntemler oldular. Ancak her iki kulvarda da Türksüzleştirmeyi derinleştirmek isteyecekler için önemli açmazlar mevcut. İlkiyle, yüzyılın başındaki ulus devlet anlayışına ve sembollerine yöneltilen eleştirilerin mantıkî sonuçlarını izlediğimizde karşılaşıyoruz. Örneğin, andlar gibi, marşlar da modern devletin sembolik inşâ süreçlerinde yer tuttular. “Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celal?” mısraıyla kapıyı açacak bir İstiklâl Marşı tartışmasını kim hazmedebilir? Âkif’in bugün anladığımız manada bir “ırk/race” övgüsü için kalemini oynatmadığını biliyoruz ve yazdıklarını bu gözle açıklıyoruz. Gayet de doğru yapıyoruz. Bu örnek bize şunu gösteriyor. İstersek, semboller üzerinden savaşmak yerine kurucu motiflerimizi mutabakat yaratacak/tazeleyecek formlarda yorumlayabiliriz. Böylece, çok emek sarfettiğimiz demokratik dönüşümün ruhuna da uygun davranmış oluruz.

Diğer kulvarda yüz yüze gelinen açmaz da aslında bunu gerekli kılıyor. Geleneğin evreninden geleceğe taşımak isteyeceğimiz çok şey var. Fakat, bu işe girişirken şu gerçeklerin aynasında muhayyilemizin sınırlarıyla yüzleşmeliyiz. Referans yaptığımız olaylarla zaman oku üzerindeki mesafemizin de katkısıyla, beğendiğimiz geçmiş tasarımından daha çok olumlu yönleri ışıldayan seçmeler yapmaya meyyaliz. Geleneği çok özlesek, halihazırdan şikâyetçi olsak da yaşadığımız çağın insanlarıyız. Ne kadar arzu etsek de, geçmişin küçük bir bölümünü bile zamanımıza aynen taşıyabilmemiz mümkün değil. Anakronizmin çekiciliği, bizi eleştiri oklarımızı sivriltirken yahut övgü çelenklerimizi örerken yakalayıp yanılsamalar dünyasına hapsedebiliyor. Mahpusken gerçeklikle aramıza çektiğimiz perdede aslında muhayyilemizi izliyoruz. Nitekim bu yüzden, “Türk, Kürt, Çerkez, Zaza...” sıralamasıyla tüm kimlikleri etnisite esasında eşitleyerek sorunu çözdüğünü varsayan Türksüzleştirmeci perspektifin, göndermeler yaptığı Osmanlı asırlarında da Kürt ulusalcılığını rahatsız edecek örneklerle karşılaşması mukadder.

İngiliz sefiri Canning’e “Devlet-i Aliyye dört esas üzere müesses olup bunlar ile nasıl istenilir ise idaresi ve ilerlemesi kabil olur ve bunlardan kangısı nakıs olur ise idâre kabil olmaz. Dört esas budur. Millet-i İslâmiyye, Devlet-i Türkiyye, Salâtin-i Osmaniyye, Pâyitaht-ı İstanbul” diyen Fuad Paşa, modern bir anlayışı değil, Fatih’in bizzat kaleme aldırdığı Kanunnâmelerde de karşımızda bulduğumuz kurucu ruhu aksettiriyordu. Yazının başındaki epigraf, Ayasofya’dan çıkıp askeri selamlayan padişahın, yakın zamanda müslüman olmuş, Türkçe bilmeyen bir yeniçerinin kendisine hitap biçiminden rahatsızlık duyuşunu anlatarak başlıyor. Fatih, sadrazamını çağırıyor, mazeretini dinliyor ama tatmin olmuyor. Türk’ün yanında Türkçe öğrenmelerini istiyor. Elbette, bu topraklarda müesses “Türk Devleti”nin Kemalizmin icâdı olmadığını gösteren tarihî malzemeyi çağdaş ulus devletin parametreleriyle idrak edemeyiz. Fakat, aynı şeyin Kürdistan projesinin önünü açmak için başvurulan tarih yorumları için de geçerli olduğunu unutmamalıyız.

Kürdistan projesini savunanların ne kadar büyük bir hızla argüman değiştirdiklerini görünce, şimdi abes sayılan pek çok tartışmanın kapımızı çalabileceğine hükmediyoruz. Bu yüzden yakın gelecekte, Türkiyeliliği kabul ettirmek adına girişilen Türksüzleştirme faaliyetinin Türkiyesizleştirmeye davetiye çıkardığını görürsek şaşırmamalıyız. Zaten, bu mecradaki tartışma kendi içinde temel bir mantık kusuru barındırıyor. “Türk”, vurgulu biçimde etnik bir niteleme olarak kabul ve ilan edildiğinde, yerine önerilen Türkiyeliliğin aslında daha dışlayıcı bir çehre kazandığını görmezden geliyoruz: “etnik Türklerin ülkesine âidiyet”. Türkiye vatandaşlığı: “etnik Türklerin devletinin vatandaşlığı.” Oysa, modern örneklerde olduğu gibi uygulamada ve tarifte “civic” karakteri korunacak “Türklük” üzerinde ısrar etmek mümkün. Geçmişte daha derin çatışma yaşamış, etnik vurgusu yüksek vatandaşlık tanımlarına sahip ülkelerin başardıklarını yapamayacağımız kanaatinin hayli yaygın olduğunun farkındayım. Ancak, çözüm zannettiğimiz önerilerin de reddedildiğini gördükçe, kabullerimizi tekrar tartışmaya açmaktan başka çaremiz kalmayacak. 

Siyasetin etnikleşmesi

Nitekim, daha önce bu sütunda ele aldığımız gibi, bir büyük kimlik olarak Türklük üzerinde uzlaşı aramayışımızın olumsuz sonuçları maalesef belirmeye başladı. PKK’yı, terörü vs. değil Kürdistan projesi ile özdeşleştirilen Kürtlüğü öteki kabul eden bir etnikleşme dinamiği işliyor. Kürtlere baktığımızda ise, Türkiye’nin kalan kısmıyla zarar görmüş köprülerin bırakın tahkimini, daha çok içine kapanan ve keskinleşen bir siyasi atmosferle karşılaşıyoruz. Silahlı gücünü tasfiye etmeden politik aktöre dönüşen PKK, bölge siyasetinin merkezine temel rekabet paradigması olarak Kürdistan projesini yerleştirdi. Yani, bölgede taban tutmaya çalışan farklı ideolojik arka plana sahip hareketler, kendilerini PKK’ya hasım görseler de hakim siyasi psikolojinin de etkisiyle Kürdistan projesini en iyi kendilerinin başarabileceğini anlatarak oy toplamaya çalışıyorlar. Barzani’ye yakın çevrelerin kuracakları partiyle ilgili haberlere bakıldığında da bu rekabetin aynı çizgide keskinleşerek süreceği anlaşılıyor. Sonuçta, her geçen gün daha geniş bir kitle radikalleşmenin normalleştiği bir politik atmosferin parçasına dönüşüyor. Bölge, Türkiye’nin geneliyle siyasi bakımdan daha fazla bütünleşmek yerine ayrışmaya devam ediyor, kendi gündemi üzerinden içine kıvrılıyor.

Şüphesiz yeni başlamayan siyasetteki etnikleşme, “demosu” böldüğü için kaybedeni aynı zamanda demokrasi olan bir sorun. Her bir etnisitenin ayrı demoslar halinde örgütlendiği seçimli sistemlerde güç paylaşımı, siyasi partilerin başarı/başarısızlıkları esasında değil, nüfusa dayalı olarak gerçekleştiriliyor. Ulusal düzeyde temaslar seyrelirken, kimlikler içlerine kapanıyorlar. Ortak çatıyı korumak ise paylaşılanlar azaldıkça zorlaşıyor. Bu türden sistemler bireyi etnisitesine hapsederken, toplu pazarlıkların çoğu demokrasiye atfettiğimiz erdemleri çürüten manzaralar ortaya çıkarıyor. Kadir olabilecekleri somut sonuçları yanı başımızda yaşayan ülkeler var. Örneğin Irak’ta Şii, Sünni ve Kürt partileri arasında oy geçişkenliği yok mesabesinde. Tercih farklılaşması, etnik oy havuzlarının “içinde” gerçekleşiyor. Bir Şii/Sünni/Kürt partisini terk edip, diğerini seçiyorsunuz. Elbette böyle bir parçalanmayı değil, demokrasimizin öznesi olacak tek millet halinde yaşamayı istiyoruz. Bunun için ilk ve en önemli siperi kaybetmemeliyiz. Dileyen herkese etnik kimliğini ifade hakkı verirken milletin adını, yani Türkü korumalıyız. Unutmayalım; Fatih, kartal bakışlarıyla bizi izliyor...

*Kürdinsan, Vahdettin İnce’nin kitabının ismi. Yazıda ise daha farklı bir içerikle kullanılıyor.

[email protected]