‘Kürt sorunu’nun bölgesel analizi

Dr. Nebi Miş - Sakarya Ünv. Ortadoğu Arş.
3.08.2013

Bölgesel gelişmeler, Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir yapının bir çırpıda ortaya çıkma olasılığını azaltmaktadır. Ancak uzun dönemli otonom yapıların oluşmasına, aktörlerin zihnen ve siyaseten hazırlıklı olması gerekir.


‘Kürt sorunu’nun  bölgesel analizi

Türkiye’de dış politikanın çoğu zaman, hatta istisna oluşturmayacak bir biçimde iç siyasal mülahazaların mücadele alanı olması özellikle mücavir coğrafyaya yönelik siyasetinde elini zayıflatan stratejik bir zafiyet ortaya çıkarmaktadır. Bu hususun en net ortaya çıktığı gelişmelerden birisi, geçen yıl Temmuz ayından itibaren günden güne toparlanan ve daha güçlü bir siyasal aktör haline gelen Suriye’nin Kuzeyindeki Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) son haftalarda Kuzey Suriye’de yürüttüğü faaliyetlerdir. Suriye’deki Kürt hareketinin, son bir senedir izlediği siyasete bakıldığında konjonktürel gelişmeler üzerinden hareket ettiğini kolaylıkla gözlemlemek mümkündür. Bu anlamda Türkiye’de dış politika yapıcılarının iç gündem üzerinden sürece yaklaşması ve bölgedeki tüm Kürt yapılanmalarına ve siyasal hareketliliğine karşı ötekileştirici bir dil ve siyaset izlemesi, sorunu daha da derinleştiren bir sürece sokabilir. Ayrıca bölgesel siyasette Türk dış politikasının geleneksel refleksi olan ve aslında iç siyasetin bir dayatması olan “kırmızı çizgi” siyaset söylemini tekrar devreye sokması politika yapıcılarının manevra alanını daraltacaktır.

Baas rejiminin Kürt kartı...

Bugün Suriye’deki, özelde PYD genel olarak da diğer Kürt grupların Kuzey Suriye’de de facto yapılanmalar içerisinde bulunmasını sadece PKK sorunu üzerinden ya da sadece bugünkü iç siyasi pozisyonlar üzerinden değerlendirmek sorunu etraflıca görmeyi engelliyor. Hatırlanacağı gibi 2012 Temmuz’unda PYD başta olmak üzere Suriyeli diğer Kürt partilerinin bir çatı altında birleşmesine yönelik süreçte de Türkiye medyasında benzer bir teyakkuz hali yaşanmış, iktidar çevrelerinden de bugünküne benzer söylemler dile getirilmişti. Bu anlamda 2012 Temmuz’unda Başbakan Erdoğan, PKK-PYD dayanışmasının Suriye’de, yanlarına farklı oluşumları da almak suretiyle adım atmaları durumunda bu yapılanmanın müsamaha ile karşılanmayacağını belirterek, söz konusu gelişmeleri kenardan seyretmelerinin mümkün olmayacağını ve buna müsaade edilmeyeceğini vurgulamıştı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise, “de facto yönetim ve alanlar ilan edilerek otonom bölgeler oluşturulması” girişimlerinin iç savaşı tetikleyeceğini ifade etmiş ve buna müsamaha gösterilmeyeceğini belirtmişti. Bu anlamda, bu tip söylemler iç politikanın bir tezahürü olarak daha çok iç kamuoyuna dönük ‘beklenti yönetimi’ olarak ifade edilmişti.

Dolayısıyla bugün bölgede her gün bir yenisi yaşanan gelişmeler üzerinden günlük yapılan yorumlar ve analizler bir gün sonrasının yol haritasını belirlemede çoğu zaman taraflar arasında güvensizliği sürekli kılmaktadır. Bu bağlamda belki bugünkü durumu anlamak için birkaç hususun altının çizilmesi gerekmektedir. Bunlardan ilki, Suriye’de halk ayaklanmasının yaşanmasının ardından Suriyeli Kürt grupların, geçmişte Suriye yönetimi tarafından kimlik verilmemesi başta olmak üzere birçok ayrımcılığa, hak gaspına ve dışlamaya maruz kalmalarına rağmen niçin muhalefet gruplarını desteklemediği hususudur.  

Tarihsel olarak bakıldığında bugüne kadar Baas rejimi, Kürt kimlik gruplarına karşı ayrımcı ve şiddete varan birçok uygulaması olsa da, bu grupları zaman zaman dış politik çıkarları ve iç politik manevraları için kullanmıştır. Örneğin 1970’lerin ilk yarısında Hafız Esad döneminde Suriye’nin kuzeyindeki Kürt nüfusun çoğunlukta yaşadığı yerlere Arap nüfusu yerleştirerek ve yerleşim yerlerinin adını Kürtçeden Arapçaya çevirerek bu gruplara baskı uygularken, 1976’dan itibaren Irak ve Türkiye’ye yönelik politikalarında bir istikrarsızlık unsuru olarak kullanmak için Kürt nüfusa yönelik baskılarını gevşetmiştir. 

Bunun en bariz örneği PKK’nın üst düzey yöneticileri başta olmak üzere diğer unsurlarına karşı yıllarca ev sahipliği yapmasıdır. Yine özellikle ülke içinde azınlık grubu olan kendi destekçisi Nusayri yapıya ek olarak, en büyük azınlık gruplardan biri olan Kürtleri diğer unsurlara karşı kullanmak için zaman zaman havuç politikasını izlemiştir. Bu anlamda, Kürt bölgesine yönelik farklı dönemlerde, göstermelik yatırımlar yapmış ve hapisteki Kürtleri serbest bırakmıştır. En son 12 Mart 2004’teki Kamışlı’da Kürt ve Arap futbol takımlarının karşılaşmaları sırasında yaşanan olayları, Suriye yönetiminin birçok kişinin ölümüne yol açacak şekilde sert biçimde bastırması ve birçok kişinin bu süreçte tutuklanması Suriyeli Kürt grupların rejime karşı yoğun bir öfkesine neden olmuştu. Ayrıca bu yaşananların ardından bölgedeki Kürt partilerin kuruluş izni olmadığı için faaliyetlerin yasak olduğu belirtilmişti. Ancak, Esad yönetimi Kürtlere yönelik havuç ve sopa politikasını bu olayda da devreye sokmuş ve yasadışı ilan ettiği Kürt partilerini ilk defa Şam’a çağırarak gizli bir toplantı tertip etmişti. Bu toplantının ardından da bölgedeki gerginlik sona ermiş, kimlik talepleri hariç, tutukluların serbest bırakılması başta olmak üzere Kürtlerin birçok istekleri kabul edilmişti. 

Vaziyeti fırsata çevirmek

Baas rejiminin Kürtlere yönelik son manevrası ise halk ayaklanmasının hemen ardından gelmiş ve Esad yönetimi, Suriyeli Kürtlere yönelik yeni bazı haklar sunmuş ve Kürtlerin vatandaşlık haklarını tanıma kararı almıştır. Hatta özellikle Suriye’de çatışmaların yoğunlaşması ve Kuzey Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nun daha güçlü olduğunu gören Esad yönetimi, Kürt örgütlerinin liderleriyle çeşitli düzeylerde bir araya gelerek kendilerine, gelecek süreç içerisinde özerkliğin tanınabileceğine yönelik vaatlerde bulunmuştur. Rejim ve Kürt grupları arasındaki bu ilişkinin tarihsel seyrini ve son yaşananları göz önünde bulundurduğumuzda, Baas rejiminin Kürt grupları kritik süreçlerde politik manevralar için kolaylıkla araçsallaştırdığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Suriyeli Kürt grupların niçin başta tarafsız ardından da rejimin yanında yer kaldıkları bu zaviyelerden bakılınca daha iyi anlaşılır. Bu anlamda bugün Esad yönetiminin PYD ve diğer Kürt grupların faaliyetlerini desteklemesi, aslında geçmişte PKK’yı desteklediği sürece benzer bir şekilde Türkiye’yi zor durumda bırakmak içindir.

Suriye’de PYD ve Kürt siyasal oluşumunun hareketliliğinin anlaşılmasında ikinci altı çizilmesi gereken husus, 2012 Temmuz’undan itibaren Türkiye’nin PYD konusundaki tutumudur. Hatırlanacağı üzere 16 civarında olan Kürt partilerinin dağınıklığını gidermeye yönelik girişim 9-10 Temmuz 2012 tarihlerinde Mesut Barzani’nin ev sahipliğinde Erbil’de gerçekleşmişti. Bu toplantının ardından özellikle PKK ile ideolojik ve siyasal olarak aynı çizgideki PYD’nin Mesut Barzani’nin KDP’siyle (Kürdistan Demokrat Partisi) uzlaşması bölgede yeni bir aktörün de siyasal dengelerde göz önüne alınması zorunluluğunu ortaya çıkarmıştı. PYD’nin diğer Kürt partilerine göre öne çıkması ve Türkiye’nin hemen hemen tüm Suriye sınırında bu örgütün etkin olması, Türkiye dış politikası açısından da endişeyle karşılanmış, Kürt jeopolitiğinin bölgede yeniden şekillenmesi korkusu, Türkiye dış politika yapıcılarını başta sert açıklamalara itse de, bölgesel aktörlerle geliştirmiş olduğu diplomatik çabaların ardından, bu “geleneksel devlet refleksleri” üzerinden şekillenen teyakkuz hali yerini daha sakin bir sürece bırakmıştı. 

Türkiye’nin hassasiyetleri

Bu sakin süreci ortaya çıkaran gelişme, Davutoğlu’nun, Türkiye’nin hassasiyetlerini bildirmek üzere, Kuzey Irak’a bir ziyaret gerçekleştirerek, Kuzey Irak yönetimi ile sorunu etraflı bir şekilde görüşmesiydi. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile Davutoğlu’nun Suriye konusunu müzakere etmesi ve ardından Kerkük’ü de ziyaret etmesi, Irak Merkezi yönetimi ile krize yol açsa da, ziyaretin ardından yapılan açıklamada Suriye konusunda bölgesel yönetimin aktörleri ile görüş birliği içerisinde olduğu vurgulanmıştır. Bu görüş birliğinin ortaya çıkmasında bir taraftan özellikle Suriye Ulusal Kürt Konseyi’nin bazı temsilcilerinin bu ziyaret sırasında Davutoğlu ile görüşmesi yer alırken; diğer taraftan PYD’nin Türkiye’ye yönelik komşuluk ilişkilerini de gündeme getiren ılımlı açıklamalarının etkisi olmuştur. 

Geçen Temmuz ayında yaşanan gerginliğin ardından bugüne, Türkiye’den çeşitli düzeylerdeki temsilcilerle PYD temsilcileri bir araya gelmiş ve diyalog yolları aramıştır. Tüm bu süreçlerde Türkiye’nin PYD’den üç talepte bulunduğu bilinmektedir. Bu taleplere bakıldığında ilk şart PYD’nin Esad rejiminin yanında yer almaması iken, ikinci şart ise Suriye’de halkın seçimle işbaşına getireceği bir parlamentonun oluşmasına kadar PYD’nin de facto durum yaratarak bölgeyi kendisinin ilan etmemesidir. Üçüncü istek ise, PYD’nin Türkiye’ye yönelik olarak PKK’nın faaliyetlerine destek vermemesidir. Son haftalarda yaşanan gerginlik ve bu gerginliğin üzerinden yapılan sert açıklamaların, İstanbul’da PYD ve Türkiyeli yetkililerin görüşmesi ile yerini daha mutedil bir sürece bırakması aslında sorunun yönetilebilir olduğunun da bir göstergesidir.

Otonom yapılar mümkün mü?

Bu bağlamda bugün Kuzey Suriye’de, Batı Kürdistan olarak adlandırılan bölgede, PYD’nin yönetiminde özerk bir yapının oluşmasına yönelik tartışmaları üç açıdan ele alarak sorunu daha itidalli değerlendirebilir. İlk olarak, olaya PYD açısından bakıldığında, Türkiye’de sorunun, PYD’nin kapasitesinin çok ötesinde değerlendirildiği gözlemlenmektedir. Her şeyden önce Suriye’nin Kuzeyinde PYD’nin dışında birçok Kürt partisi ve diğer Kürt olmayan etnik gruplar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu gruplar arasında ileriye dönük çerçevesi belirlenmiş bir yol haritası bulunmamakta ve Suriye’de bugünkü gelişmeler dikkate alındığında bir yol haritası üzerinde kolayca ittifak etmeleri zordur. Ayrıca, PYD özellikle Kuzey Irak bölgesel yönetimi ile bile arasında önemli itilaflar bulunmaktadır. Bu zorlukları PYD lideri Salih Müslim’in tüm açıklamalarında görmek mümkündür. 

İkinci olarak, bölgedeki Arap Baharı sonrası yaşanan değişimi merkeze koyarak soruna daha geniş açıdan bakılması gerekmektedir. Bu anlamda bölgesel gelişmeler, Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir yapının bir çırpıda ortaya çıkma olasılığını azaltmaktadır. Ancak uzun dönemli otonom yapıların bölgede oluşmasına, aktörlerin zihnen ve siyaseten hazırlıklı olması gerekir. Böyle yapıların ortaya çıkmasını geleneksel devlet refleksleri üzerinden tanımlayarak müdahale ve savaş konsepti ile soruna yaklaşmak sürece hâkim olmayı oldukça zorlaştıracaktır.  Bu durumda, sorunlar ertelenecek ve çatışma süreçleri uzayacak ve bölgesel istikrarsızlıkların sonlanması ertelenecektir. 

Üçüncü olarak, Türkiye dış politika yapıcıları açısından gelişmelerin nasıl görülmesi ve yönetilmesi gerektiğidir. Özellikle iç politikadaki siyasal mücadelenin dış politika üzerinden de yürütülmesi, hükümetin dış politika söylemini sertleştirmektedir. Bu durum da özellikle ileride yaşanacak gelişmelere göre dış politikada manevra alanını oldukça daraltmaktadır. Dolayısıyla da yeni gelişmeler karşısında dış politika yapıcıları, yeni politikalar çerçevesinde söylemsel ve stratejik değişiklikleri kolayca yapamamaktadır. Bu anlamda Türkiye, Kürt sorununa yönelik bölgesel gelişmeleri mümkün olduğunca, en azından söylem düzeyinde, alt seviyede ve itidalle değerlendirmesi gerekmektedir. Böylesi belirsizlik dönemlerinde dış politik dilin ve angajmanların mümkün olduğunca esnek olması gerekli olduğu durumlarda pozisyon değişimini de kolaylaştırır. Türkiye’nin kendi Kürt siyasetini ve çözüm mekanizmalarını artık bölgesel mikro süreçlerden ayırmak neredeyse imkânsızdır. Bu durumda Türkiye’nin esnek olmasını adeta bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.