Kürtlerin ve Türklerin tayin edici ittifakı

Vahdettin İnce / Yazar
8.11.2014

Son bir aydır, memleket yanıyor. Sokaklar cayır cayır. Sürecin bitmesi ihtimalinin tedirgin ettiği gözler çakmak çakmak. Bir dil var ki “Ebu Leheb”in ki kadar yakıcı. Enseden vurulanlar, boğazı kesilenler, eşinin yanında kurşunlanan masum askerler. Faili meçhuller. Yaylalara kış erken geldi. Umutlar soğuk değmiş bir çiçek yaprağı kadar pörsümüş. “Ebu Leheb”lerin elleri kurusun...


Kürtlerin ve Türklerin tayin   edici ittifakı
Peygamberimiz, ilk olarak peygamberliğini ilan etmek isterken yakın akrabalarına evinde bir ziyafet verir. Kendisine yardımcı olmaları durumunda dünya ve ahirette kavuşacakları nimetleri anlatır ve sonunda “İçinizden kim benim yardımcım olacak?” diye sorar. Henüz ilk gençlik yıllarındaki Ali kalkar ve “Ben olacağım!” der. Bir Batılı yazar “O küçük el o büyük eli tuttu ve dünyanın kaderi değişti.” diye anlatıyor bu hadiseyi. 
 
Teşbihte hata olmaz, ama ben tarihin akışı içinde Kürtlerin ve Türklerin ittifaklarının yukarıdaki örnek düzeyinde olmasa da hep tayin edici olduğunu düşünüyorum. Ne zaman el ele vermişse bu iki millet, bölgenin kaderi değişmiştir.
 
Kürdün dostu Türktür 
 
Türkler buralara gelmeden önce Kürtler Araplar ve İranlılar arasında dağlara sığınmış bir halk olarak yaşamını sürdürüyordu. İslam’ın özgürlük mesajı, Emeviler ve sonrakiler tarafından bir zulüm cenderesine dönüştürülmüştü. Şuubilik akımları İslam’ın özgürlük mesajını ırkçı bir manifestoya dönüştürmüştü. Arapların gözünde Müslüman da olsa Arap olmayanlar mevali yani köleydi. Farslar kadim ve köklü kültür ve medeniyetleriyle İslam kılıklı Emevi Arap ırkçılığına karşı koyabiliyordu. Ama Kürtlerin iki topluluk arasında bir eşik mesabesindeki dağlık yurtlarında fiziki direnişten başka yapacak bir şeyleri yoktu. Düz ovada Kürtler için hayat bir zindandı. “Kürdün dostu Kürdün dağlarıdır” sözü ta o zamanlardan beri kullanılıyor olsa gerektir.
 
Sonra Türkler geldi. Eğersiz atların sırtında dal kılıç gelen bu taze müminlerin hasbiliği Kürtleri cezp etti. İranlılar onları da küçük görüyordu. “Torkî rûzî...” (Türkün biri bir gün...) diye başlayan fıkralar üretilmişti bu zamanlara kadar gelen. Kendi ‘iki yüzlü bedeviliklerini unutmuş görünen’ ve aşağılamak maksadıyla Kürtlere ‘Farsların bedevileri’ diyen, Emevi ırkçılığıyla zehirlenmiş Arapların gözünde Türkler de mevaliydi. Köle yani. “Türklerin Faziletleri” diye kitaplar yazılıyordu, ama nasıl muti köleler, nasıl becerikli askerler oldukları falan anlatılıyordu. Kürtlerle bir kader birliktelikleri vardı anlayacağınız. İki millet de bunun farkındaydı. 
 
Malazgirt ve Çaldıran
 
Moğol istilaları, Haçlı Seferleri derken Kürtlerin ve Türklerin kaderi fiili olarak önce Malazgirt’te kesişti. El ele verdiler ve Anadolu’nun bin yıllık kaderini tayin ettiler. Ümmetin mefahiri bir ittifakları daha var ki resmen tarihin seyrini değiştirdiler. Türkmen Nureddin Zengi ile Kürt Selahaddin Eyyyübi’nin ittifakını ve bunun neticesinde Kudüs’ün Haçlılardan alınışını kast ediyorum. 
 
Elbette bugünümüz için de önemli dersler barındıran Çaldıran süreci de en az Malazgirt ve Kudüs ittifakları kadar önemlidir. 
 
Çaldıran süreci derken, Osmanlı ile Safevi Devletleri arasındaki savaştan tamamen bağımsız ve aslında bu savaştan sonrasını ilgilendiren Anadolu tarihini kast ediyorum. Mevlana İdris-i Bitlisi Kürt beylerinin biatını Yavuz’a sundu ve Yavuz da Kürtlerden aldığı destekle Mısır seferine çıktı, Memluklar üzerine yürüdü. Böylece Ortadoğu’da beş yüz yıllık Osmanlı barışını başlattı.
 
Birinci Dünya Savaşı hercümercinde Kürtler, galip devletlerin kendileriyle ilgili bir bağımsızlık planının olmadığını, olsa da bunun Kürt yurdunun en az yarısının Ermenilere verilmesini öngördüğünü anlayınca tercihlerini bir kez daha Türklerle birlikte yaşamak yönünde kullandılar. O süreçte kaderlerini Türklerin kaderiyle bir gören tek Müslüman millet Kürtlerdi. Bir kez daha el ele tutuştular ve bu sefer her ikisinin de ebediyen imhasını öngören süreci tersine çevirdiler. 
 
Sonra bir şeyler oldu. Yeni Türk devleti kader arkadaşını adeta tanımıyordu. Dilini inkar etti, varlığını kabul etmedi, kültürünü, edebiyatını, hiçbir şeyini muteber saymadı. Adını kayıtlardan sildi, mevali muamelesi yaptı. Hele katliamları saysam sayfalar yetmez anlatmaya. 
 
Kürtler, şu Cumhuriyet tarihini, tabiri caizse eski kader arkadaşına kendilerini hatırlatmak için harcadılar. Bazen acıtarak, bazen düşündürerek. Eski arkadaşın da zaman zaman boğazına bir şeylerin düğümlendiği belli oluyordu ama ah o stratejik konum yok muydu, müsaade etmiyordu kucaklaşmaya, itiraf etmeye.
 
Derken bir iktidar geldi. Stratejik konumun canı cehenneme dercesine kardeşlik demeye, barış demeye, analar ağlamasın demeye başladı. Bu iki elin kavuşması durumunda ülkenin, bölgenin kaderinin değişeceğinin farkındaydı. Ne idüğü belirsiz stratejik konum efsanesinin yerine tarihten gücünü alan stratejiyi oturttu. Ve memnuniyetsizliğini en üst perdeden dile getiren, dağlara çıkan uçları dahil elini uzattı Kürtlere. Yaylalar bir anda yeşerdi, umutlar onlardan da hızlı. Dağdakiler dahil bütün Kürtler bu aşina eli tutmaya koştu. Bahar gelmişti memleketimin dağlarına.
Rivayetler anlatıyor: O malum toplantıda Ali, Hz. Peygamberin elini tutunca, Ebu Leheb: ellerin kurusun, bunun için mi çağırdın bizi” diyerek toplantıyı sabote etti, moralleri bozdu.
 
Son bir aydır, memleket yanıyor. Sokaklar cayır cayır. Sürecin bitmesi ihtimalinin tedirgin ettiği gözler çakmak çakmak. Bir dil var ki “Ebu Leheb”in ki kadar yakıcı. Enseden vurulanlar, boğazı kesilenler, eşinin yanında kurşunlanan masum askerler. Faili meçhuller. Yaylalara kış erken geldi. Umutlar soğuk değmiş bir çiçek yaprağı kadar pörsümüş.
 
“Ebu Leheb”lerin elleri kurusun...