‘Medeniyetler Çatışması’nın yeni cephesi: İslamofobi

0
24.09.2012


‘Medeniyetler Çatışması’nın  yeni cephesi:  İslamofobi

Yeni bir ırkçılık türü olarak İslamofobi, din ve medeniyet alanlarına sirayet eden, temel hak ve hürriyetleri ihlal eden ama mevcut küresel siyasi-hukuki düzen içinde müeyyidesi olmayan bir ayrımcılık türüdür.

Doç. Dr. İBRAHİM KALIN / Siyaset Bilimci

“Müslümanların Masumiyeti” adlı İslam karşıtı filmin yol açtığı küresel infial, İslam-Batı ilişkilerinin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha teyit etti. Menfur filmin amacının, Müslümanların kutsallarına saldırarak yeni bir çatışma alanı yaratmak olduğu aşikar. Bu provokasyon teşebbüsü bile tek başına hukuki bir konu olarak ele alınmalı ve nefret suçu olarak muamele görmelidir. Fakat asıl tehlikeli trend şudur: İslam’a ve Müslümanlara karşı temelsiz bir korkuyu, önyargıyı, nefreti ve şiddeti ifade eden İslamofobi, medeniyetler çatışması taraftarlarının yeni antrenman alanı haline gelmiştir.

Bu yüzden İslamofobik faaliyetlerin arkasında yatan zihniyet dünyasını doğru anlamak gerekiyor. Batıdaki siyaset ve hukuk kurumlarının İslamofobik saldırıları münferit olaylar olarak görüp hafife alması, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmesi ve umumiyetle cezasız bırakması, ağır siyasi ve sosyal sonuçları olan bir hatadır. Papa 16’ıncı Benediktus’un Regensburg konuşmasından Danimarka’daki karikatür hadisesine, Ebu Gureyb hapishanesindeki insanlık suçundan “Müslümanların Masumiyeti” filmine kadar sadece son on yılda yaşanan olaylar, onlarca insanın ölümüne, yaralanmasına neden oldu. Dahası, İslam ve Batı dünyaları arasındaki mesafe giderek derinleşti ve bir uçuruma dönüştü.

İslam’ı paranteze almak

İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Fakat içinde yaşadığımız anlık iletişim çağında “bilmemek” bir bahane olamaz. Batının İslam konusundaki tarihi cehaleti, bir imkan ve kapasite meselesi olmaktan ziyade bilinçli bir tercihtir. Ortaçağ tarihçisi Southern’ın ifadesiyle “Batının İslam konusundaki tarihi cehaleti”, Greko-Roman ve Hıristiyan Batı medeniyetinin ben-tasavvurunun kurucu unsurlarından biri haline gelmiştir. Batı, İslam konusunda bilmemeyi, görmemeyi, tanımamayı tercih ederek bir güvenlik alanı inşa etmekte ve bu alanın dışında kalan uzak yakın her şeyi, bir öteki, bir düşman, bir şeytan, bir cehennem olarak kurgulamaktadır.
Bu genellemeye istisna teşkil eden örnekler şüphesiz mevcuttur ve bunların ifade ve takdir edilmesi ilmi ve ahlaki bir sorumluluktur. Bir avuç fanatik Hıristiyan’ın ve Yahudi’nin patolojik İslam karşıtlığı, bütün Hıristiyanlara ve Yahudilere asla teşmil edilemez. Aynı şekilde bir avuç fanatik Müslüman’ın şiddet yanlısı söylem ve eylemleri de bütün İslam dünyasına teşmil edilemez.

Ontolojik üstünlük teolojisi

Fakat medeniyetler çatışmasının yeni cephesi olarak örgütlenen ve desteklenen İslamofobi’yi, Batı medeniyetinin Hıristiyan ve seküler kanatlarının “ontolojik üstünlük” iddiasından bağımsız ele alamayız. Buna göre dînî manada Hıristiyanlık İslam’dan, seküler-dünyevi-maddî manada Batı kültürü ve medeniyeti ise İslam dünyasından üstündür. Avrupa-merkezciliğin ana rüknünü teşkil eden bu “üstünlük”, siyasi yahut teknolojik eşitsizliğe değil, ontolojik bir farka dayanır. Bu yüzden fark çok derindir ve politik tercihlerle aşılması mümkün değildir. Müslüman dünya istediği kadar Batılılaşsın, sekülerleşsin, sanayileşsin, aradaki ontolojik mesafenin kapanması mümkün değildir!

Ontolojik üstünlük teolojisinin Hıristiyani ve seküler versiyonları bu iddiayı farklı biçimlerde ifade etmekten çekinmiyor. “Medeniyetler çatışması” ifadesini ilk defa Huntington’dan önce kullanan Bernard Lewis’in İslam dünyasının “Batının Yahudi-Hıristiyan geçmişinden, seküler bugününden ve bu ikisinin küresel hakimiyetinden nefret duyduğunu” ileri sürmesi, bir tesadüf değil.

Nakula Basil Nakula adlı, Mısır doğumlu Kıpti bir Hıristiyan’ın yaptığı söylenen “Müslümanların Masumiyeti” filmi, bu zihin dünyasının kötü, kerih ve zevksiz bir tezahürüdür. Nakula ve onun destekçileri bu film ile İslam’a ve Hz. Peygamber’e değil, insan aklına ve zekasına hakaret etmektedir. Zira İslam ve onun pâk Peygamberi, bu tür hezeyanlardan berîdir. Fakat İslam olan her şeyi kötü, şeytanî, vahşi, irrasyonel göstermek isteyen bu kaba-saba zihniyetin hastalıklı bir ruh haline dayandığını gözardı etmemek gerekir. Filmin kurgusundan oyuncuların kandırılmasına, asılsız dublajlardan vergi kaçakçılığına kadar tam bir sahtekarlık ürünü olan bu hadiseyi münferit bir olay olarak görüp küçümsemek mümkün. Nitekim bu yolu tercih eden yerli ve yabancı Oryantalistlerin büyük bir duygu seline kapılarak Müslümanların “öfkesinden, nefretinden, müsamahasızlığından”, Ortaçağ alışkanlıklarından, Rönesans ve Reform yapamayacak kadar akıl, zeka ve hikmetten (!) yoksun olmalarından dem vurduklarını geçtiğimiz bir hafta içerisinde gördük.

Hırsız nerede?

“Hırsızın hiç mi suçu yok” misalli bu analizler, Avrupa Aydınlanmasını, moderniteyi, sekülerleşmeyi kutsayarak artık dînî fanatizmden kurtulmak gerektiğini salık veriyor. Bu bakış açısına göre temel sorun, Aydınlanmacı aklın epistemik tahakkümünden ve kibrinden değil, Batılı olmayan toplumların ve bâ-husus Müslüman dünyanın dînî dogmatizmden kurtulamamış ve Batı gibi sekülerleşmemiş-dünyevileşmemiş olmasından kaynaklanıyor.

Oysa medeniyetler çatışması için zemin arayan akımların -ister dînî ister seküler isterse de bunların karışımı olsun- tamamı, Batı modernitesinin ana kavramlarını, mantık kurgusunu ve epistemik araçlarını kullanıyor.

Kendi dinini -Kıpti Nakula örneğinde olduğu gibi Hıristiyanlığı- üstün göstermek için bir başka dine ve kutsal geleneğe saldırmak, ancak modern bir paradoks olabilir. Bu paradokslar dizisi Müslüman dünyanın modernite karşısında “yenilmişlik ve kurban edilmişlik” psikolojisiyle birleşince, çatışma kaçınılmaz hale geliyor. İslamofobi, Medeniyetler Çatışmasının yeni öncü koludur. Yeni bir ırkçılık türü olarak İslamofobi, din ve medeniyet alanlarına sirayet eden, temel hak ve hürriyetleri ihlal eden ama mevcut küresel siyasi-hukuki düzen içinde müeyyidesi olmayan bir ayrımcılık türüdür. 19’uncu yüzyılın sonu ve 20’inci yüzyılın başında ortaya çıkan ve ırk ve renk üstünlüğüne dayanan ayrımcılık, bugün ırkçılık olarak reddediliyor ve cezâî müeyyidelerle yasaklanıyor. 1950’li ve 60’lı yıllarda yaygınlaşan kültürel ırkçılık da bugün büyük oranda bir nefret suçu olarak tanımlanıyor ve cezalandırılıyor. Anti-Semitizm aynı anda din, ırk ve kültür ayrımcılığına girdiği için aynı şekilde yasaklanıyor ve cezalandırılıyor.
İslamofobi’nin bu ırkçılık türlerinden ne farkı var? Müslüman insanlara sırf dinlerinden, inançlarından ve kültürlerinden dolayı nefret duyulması, bu insanların aşağılanması, ayrımcılığa tabi tutulması, sözlü ve fiili şiddete maruz bırakılması, düpedüz ırkçılık ve ayrımcılıktır. Bu çerçevede yapılan her eylem, bir nefret suçudur ve insan hakkı ihlalidir. Fakat nedense ırk, renk ve kültür ırkçılığı ve anti-Semitizm konusunda gösterilen hassasiyet, iş İslam’a ve Müslümanlara saldırmaya, hakaret etmeye geldiğinde değişiyor. Modernitenin ve çağdaş medeniyetin alamet-i farikası kabul edilen çoğulculuk, İslam söz konusu olduğunda bir anda sınırlarına ulaşıyor. Her şeye ve herkese müsamaha eden ileri sanayi toplumları, Müslüman topluluklar, İslami rükünler, dini adetler, başörtüsü, namaz, cami, sünnet, vb. söz konusu olduğunda çoğulculuğu, entegrasyonu, uyum yasalarını tartışmaya başlıyor. Yaşadıkları toplumlara vatandaş olarak katkı sunan, vergi ödeyen, aile kuran insanların temel hak ve özgürlükleri hak edip etmediği konuşuluyor.

Bir ırkçılık olarak İslamofobia

Böyle bir ortamda siyaset adamlarının, dini liderlerin, kanaat önderlerinin, TV yorumcularının “İslam bir virüstür ... İslam bir şer dinidir ... Avrupa medeniyetini İslam kanserinden kurtarmalıyız ... Çağdaş Avrupa’da gerici Müslüman topluluklar istemiyoruz ... Faşist Kuran’ın yasaklanmasını istiyorum... Müslümanların ülkelerini işgal edelim, liderlerini öldürelim, hepsini zorla Hıristiyan yapalım...” demesi, adeta normal bir şey haline gelebiliyor. Yukarıdaki ifadelerin kontrolsüz ve kimliksiz sosyal medya ortamlarında değil, Ann Coulter, Geert Wilders, Michael Savage, Daniel Pipes, Franklin Graham gibi kişiler tarafından ifade edilebiliyor olması, hak, hukuk, sosyal düzen, akıl, adalet ve çoğulculuk adına anormal ve vahim bir duruma işaret etmiyor mu?
22 Haziran 2011 günü Oslo’daki hükümet binalarını bombalayan, burada 8 kişinin ölümüne neden olan, ardından Utoya adasına giderek 69 genci tek tek öldüren Anders Behring Breivik, acaba hangi ideolojiden besleniyordu? Breivik’in 1500 sayfalık “2083: Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi” adını verdiği kanlı manifesto, dayandığı zihin dünyası ve önerdiği eylem planı itibariyle Hitler’in “Kavgam”ından ne kadar farklıdır? Breivik’in manefistosunda sıraladığı argümanlar, saygın olduğu iddia edilen Batılı siyasetçiler, akademisyenler, yorumcular tarafından yıllardır açıkça ve fütursuzca ifade ediliyor. Irkçılığın bu yeni versiyonunun ölümcül bir şey olduğunu anlamak için onlarca insanın ölmesi mi gerekiyor? İslamofobi, Medeniyetler Çatışması taraftarlarının yeni antrenman alanıdır. Müslümanların kutsallarına saldırarak onları tahrik etmek, ardından verilen ölçüsüz tepkileri göstererek “ben size demiştim!” diyerek göz kırpmak, en hafif ifadesiyle ahlaksızca ve tehlikeli bir oyundur. Bu tür örgütlü faaliyetler artık münferit olaylar olarak hafife alınamazlar. Ortada küresel barış ve huzuru tehdit eden ciddi bir sorun vardır. Burada atılması gereken ilk adım, tıpkı anti-Semitizm ve diğer ırkçılık türleri gibi, İslamofobi’nin da bir nefret suçu olarak tanımlanması ve cezai müeyyidelere bağlanmasıdır. BM’nin, AB ülkelerinin, hukuk kurumlarının ve hatta Avrupalı insan hakları örgütlerinin, İslamofobi’nin bir nefret suçu olarak mülahaza edilmesi konusundaki tereddüdü ve direnci oldukça manidardır. “Nefret suçlarına karşı zaten yeteri kadar ceza ve müeyyide var” demek, ikna edici bir izah değildir. Bu yasaların dahi etkin bir şekilde işletilmediği bir siyaset-hukuk düzeninde, Müslüman toplulukların kendilerini güvende hissetmeleri mümkün değildir.

Tahriklere kapalı olmak

Burada İslam dünyasından gelen ölçüsüz tepkilere de değinmek gerekiyor. Filme tepki olarak sokaklara dökülen, Libya’daki Amerikan elçisini ve diplomatları öldüren insanlar, sadece provokasyona gelmiş olmadılar. Batıdan çok Müslüman ülkelere zarar veren yıkıcı gündemlerini küresel bir platforma taşıma imkanına kavuştular. Burada acı olan, İslam’ı ve Peygamberini savunmak adına, Müslüman aklının ve ahlakının tasvip etmediği yöntemlere başvurularak masum insanları öldürmek ve bizim emanetimiz olan insanlara saldırmaktır. Bu gruplar Müslüman izzet ve vakarını bir kenara bırakarak, onları tahrik etmeye çalışan düşmanların düzeyine inerek onlar kadar kötü ve çirkin olabileceklerini göstermiş oldular. İslam’ın izzet ve vakarını muhafaza etmeyen hiç bir tavrın Müslümanlıkta bir karşılığı yoktur. Ölümün bile güzelini isteyen bir Peygamber’in ümmeti, en ağır tahrikler karşısında bile onurunu korumayı bilmek zorundadır. Karşısındaki canavarı alt edeyim derken kendisi canavarlaşan bir kavganın, hakkaniyetle ve adaletle ilgisi kalmamıştır.
Küresel düzeyde bir din ve medeniyet çatışmasının öncü kolu haline gelen İslamofobi’ye karşı ilkeli ve kararlı bir tutum almanın zamanı artık gelmiştir. Batılı ve Müslüman liderler, devlet kurumları, sivil toplum örgütleri ve aydın ve düşünürleriyle bu tehlikeli duruşa dur demek zorundadır. Aksi halde Bağdat yakılıp yıkıldıktan sonra hepimiz birbirimizin yüzüne pişmanlık içinde bakmak zorunda kalacağız.

[email protected]