Müslüman kim, muhafazakar kim?

Dr. ALİYE ÇINAR KÖYSÜREN Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
5.01.2013

Müslüman algıdaki varlık-bilgi ve değeri birleştiren bütünlükçü yapı inkıtaya uğramıştır. Hatta çoğu zaman eklektik veya seçmeci bir zihniyete yerleşmek suretiyle varoluş bakımından parçalanmayı zorunlu kılan bir epistemolojiye yaklaşılmıştır.


Müslüman kim, muhafazakar kim?

Müslümanların modern dünya ile karşılaşması hem birdenbire, baş döndürücü bir meydan okumaya maruz kalmayla başlamış; hem de sonuçları tahmin edilemeyecek noktalara uzanmıştır. Bu meydan okuma karşısında geçmişine son derece güvenen bir toplumsal hafıza sendeleme yaşamıştır. Özellikle de zihniyet bağlamında düşündüğümüzde, içinden çıkılamayacak bir çıkmaza mecbur kalınmıştır. Bir yandan reddettiği ancak öte yandan kabul ettiği ‘sentezci’ ve ‘faydacı’ bir kargaşaya sürüklenmiştir. Adeta toplumsal hafıza kalıcı unutturmalara doğru zorlanmıştır.

Müslümanlar özellikle de bilgi anlayışı konusunda tam bir gerilimle karşı karşıya kalmışlardır. Bu gerilim özellikle de kimlik konusunda sorunlu bir profil üretmiştir. Çünkü bir yandan uhrevi bir dünyaya doğru uzanan özlem; öte yandan da seküler bir dünyanın sınırlarıyla belirlenmişliğe mecburiyet arasında sıkışıp kalma kaçınılmaz olacaktır. Reddedilse de, yorumlanarak daha kabul edilebilir bir formata büründürülse de, çelişki hiçbir zaman tam olarak gizlenememiştir.

Müslüman ve muhafazakar algı bilginin ilahi bir kudretin zihnimize yansımasıyla oluştuğunu varsayarken, ataerkil bir zihniyeti merkeze alarak dünya görüşlerini şekillendirmek istemektedirler.  Ancak sekülerizmin egemen olduğu bir dünyada maddenin (doğanın) yine özü madde olan zihnimize yansımasıyla bilgi oluşturduğunu kabul eden bir anlatı hüküm sürmektedir. Hâkim ideoloji olarak görüldüğünde Müslümanların da bu atmosferden uzak kalması düşünülemez. Dahası birbirine taban tabana zıt iki zihniyetin arasında sıkışıp kalmak ise başlı başına bir gerilim konusudur. Dolayısıyla Müslümanlar, bilginin kaynağı konusunda ataerkil bir zihniyete yerleşirken, seküler dünyanın meydan okuyucu gücü elinde bulundurmasından dolayı otoriteryan bir zihniyete eklemlenmek mecburiyetinde kalmışlardır. Dahası bilginin nesnelliği ve öznelliği ikilemi karşısında, tercih yapamayınca,  rölativist bakışı imdat kapısı olarak görmüşlerdir. Bu ise savrulmanın bir başka resmidir. Ancak göreceliliği, kendilerinin üst bir bakışı olan ataerkillik içine yerleştirebilselerdi, zorlama değil doğal seçim yapmış olacaklardı.

Bilginin İslamileştirilmesi

Böylece zihniyetten beslenen kültür örüntüleri içinde ataerkillik, otoriterlik ve rölativist bakış açısı parça-bölük bir anlatı olarak sunulmaya mecbur kalınmıştır. Müslüman algıdaki varlık-bilgi ve değeri birleştiren bütünlükçü yapısı, bu anlatıların bütün içindeki yeri gösterilememiştir. Çünkü özgün ve bütüncül bir Müslüman zihniyeti inkıtaya uğramıştır. Hatta çoğu zaman eklektik veya seçmeci bir zihniyete yerleşmek suretiyle varoluş bakımından parçalanmayı zorunlu kılan bir epistemolojiye de yaklaşılmıştır. Bilginin İslamileştirilmesi söylemi hatırlandığında sözünü ettiğimiz uyarlamacı ve otantik olmayan zorlama bakış hemen kendini hissettirmektedir.

Bilginin İslamileştirilmesi ifadesi bile Müslümanların yaşadığı dilemi çok güzel ifade etmektedir. Çünkü hâkim zihniyetin otoriteryan yapısında üretilen bilgilere, ataerkil zihniyetin kılıfı giydirilmek suretiyle sözde bir meşruluk kazandırıldığı zannına kapılınmıştır. Asıl olan içerikse ve etkin olan da başkası değilse, yeni format sadece psikolojik bir rahatlama mekanizmasından öteye geçmeyecektir. Silip süpüren kasırgaya karşı, yalancı barınaklar çare olarak düşünülmüştür.

Dahası ‘hayali’ bir Müslümanlık kimliği ile ‘yaşayan’ kimlik çoğu zaman birleştirilememektedir. Mesela “Müslümanların parayla imtihanı” sözü tam da bu kırılmayı işaret etmektedir. Bir kere kapitalist eğitim ve çarktan geçen Müslüman’ın, paradan azade olacağı sanılıyor. Zira İslam’ın dünya algısındaki uhrevilik vurgulanmak istenmektedir. Eğer temeli Müslüman paradigma inşa etmiş olsaydı,  bu ikilemle karşı karşıya kalmayan ve dünyayı farklı algılayan bir yapı oluşabilirdi. Daha müreffeh bir dünyanın bütün Müslüman kimlik yapılanmasına aracılık edeceği düşünülebilir ve çatışmayı azaltmak için savunma mekanizmalarına ihtiyaç duyulmazdı.

İslamcılık algısının sekülerizme bir tür reaksiyon olduğunu ve son tahlilde ideolojiye büründüğünü anımsadığımızda, onların kendi otantik dünya görüşlerinden bir paradigma geliştiremedikleri bir gerçektir. Buna karşılık Türkiye ölçeğinde geç modernleşme macerası da ideoloji olmaktan kurtulamamıştır. Her ikisi de başkalarının araçlarıyla var olmaya çalışmışlardır. Nihayetinde Batılılaşma ve çağdaşlaşma taraftarlarında da, sekülerizme eklemlenmenin bir tür kimlik vereceği düşüncesi ağır basmıştır. Böylelikle onlar, hem İslamcılıkla baş etmede hem dünyada kabul görmüş bir anlatıya yaslanma stratejisiyle bir paravana gizlenmenin geçici konforunu yaşayacaklardı.

Yaşanan tarihî, kültürel ve politik etkileşimler ve değişimlerle birlikte günümüze geldiğimizde, yine iki önemli ideoloji görünümlü panorama varlık göstermektedir. Birbirlerine karşı reaksiyoner olmayı sürdürmektedirler. İslamcılık anlatısının geçirdiği değişim ve evrimlerle bir tür muhafazakârlık söylemine dönüştüğünü ifade edebiliriz. Şimdilerde sorulan “Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” sorusu da içi boş bir tartışmayı sembolize etmektedir. Zira ataerkil zihniyete yaslandığını varsaysa da, gerçekte otoriteryan bir zihniyet üstünde varlık göstermektedir muhafazakârlık. Geleneksel kodları ürkütmeden, bilgi anlayışından varlık tasavvuruna ve kapitalizme olan yakınlığıyla, seküler dünyaya uzak olmayan bu algı, sekülerizmle geleneksel yapının melez bir kültürünü sözde oluşturmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla reddettiği paradigmanın gizli bir sözcüsüdür.

Gecikmiş modernleşme sendromu

Geç modernleşme anlatısı da bir başka uca savrularak, ideolojik görünümdeki direncini daha da artırmıştır. Elbette bunda mevcut kültürel, siyasi ve ekonomik faktörlerin etkisi vardır. Kemalizm anlatısı bir tür nostalji olma eşiğindeyken, yeniden alevlenerek bütünüyle reaksiyoner tavra bürünmesi tesadüf değildir. İdeolojik bu iki damar bugünlerde varlığını sembolik bir dil üzerinden pekiştirmeye çalışmaktadır. İkisi de otoriteryanizm ve dogmatik olma konusunda oldukça müttefik olmakla birlikte, anlatılarını reaksiyon üzerinden yükseltmektedirler. 

Son zamanlarda bir yandan arabaların arkasında Atatürk imzalarının arttığını gözlemlerken; öte yandan camilerin sayısında da çoğalma olduğu gözden kaçmamaktadır. Hatta camilerin estetik zevkten yoksunluğu bir yana, yüksek tepelerde salınacak olanlar da sanki görümlük izlenimi vermekle birlikte, TOKİ inşaatlarından kalan ucube ve basık yerlerde, binalardan daha zayıf, daha küçük ve daha basit yapılmış ibadethanelerin ne kadar işlevsel olacağı ise bir başka konudur. Esasında bu inşaatları yapanların zihinse haritaları anlatmaya çalıştığımız konuyu çok iyi özetlemektedir. Seküler dünyanın bireyleri, ecdadı yâd etme görevini de ihmal etmemektedirler. Pekâlâ muhafazakârlığın karikatürize olmuş resmi olarak da okumak mümkün bu panoramaları.

Türkiye muhafazakârlaşmasının biçimsel ve isimsel olması bir yana; iki uçta savrulmanın gereksiz bir direnç olduğu belki fark ediliyor içten içe. Ancak bunu itiraf etmekten korkan bilinçler, son bir kez daha kendi yuvalarını sıkıca sağlamlaştırma paniğine kapıldılar. Diyebiliriz ki gereksiz bir kavganın iki cephedeki neferleri akıl tutulmasını itiraf edemeseler de, en azından etmeleri gerektiğinin gizliden gizliye farkındalar.

[email protected]