Ortaöğretimde başörtüsü ve kendilik algısı

Neslihan Akbulut Arıkan Mardin Artuklu Ünv. Antropoloji Böl. Araş. Gör.
27.09.2014


Ortaöğretimde başörtüsü ve kendilik algısı

Ortaokul sıralarında bir gün öğrencilerle dolu otobüsümüz okula yaklaşırken okulumuzun önünün iki minibüs dolusu polisle çevrelendiğini gördük. Polis halkasının ardında bir de kameraman halkası vardı. Ülkedeki darbe sürecinden, bu darbenin hedefindeki kurumlardan birinin imam-hatip okulları olduğundan, başörtüsü yasaklarının her gün yeni bir kurumda hızla uygulanmaya başladığından vs haberimiz vardı elbette. Ama bu manzara şunu söylüyordu, “işte o gün geldi, yasak okulumuza ulaştı, bizi başımızı açmaya, açmazsak “ikna” etmeye, o da olmazsa okuldan atılmaya kadar gidecek bir dizi disiplin yaptırımlarına muhatap kılacaklar.” Üstelik bunu polis zoruyla yapacaklar. O otobüste o manzarayı gören her öğrenci bunu çok iyi biliyordu. Otobüste ciddi bir sessizlik olmuştu. Günlük öğrenci karmaşası, şakalaşmalar, fısıltılı gündem paylaşımları, hepsi aniden kesilmişti. Birden ortabirlerden bir arkadaşımız hıçkırarak ağlamaya başladı. Arkadaşlarının tesellisine aldırmadan çocuksu bir feryatla ağlıyor, susmuyordu. Otobüs durağa geldi, topluca indik. Kendimizi polis kordonu içinde bulduk.

Gelin yeni başörtüsü gündemini bir de bu travmalar içinden konuşalım.

Ortaöğretimde öğrenciler için uygulanan “başı açık olma” şartının kaldırılmasının ardından Türkiye’de başörtüsü ile ilgili yeniden bir tartışma başladı. Tartışmaların düştüğü en büyük yanlış yine başörtüsünü bu ülkenin “nevzuhur” bir gerçeğiymiş gibi konuşmasıdır.

Halbuki başörtüsü bu ülkede yasaklar sayesinde “kötücül” bir şekilde siyasallaştırılan ve Müslüman’ının da Müslüman olmayanının da gayet aşina olduğu dini bir gerçekliktir. Ve yine bu ülkede çok yakın tarihlerde ortaöğretimde (her ne kadar imam-hatip okulları ile kısıtlı da olsa) başını örten kız çocukları vardı. Bu anlamda da ortaöğretimde başörtüsü serbestliği yeni bir durum değildir. Sadece 28 Şubat askeri müdahalesi sonrası bazı kesimlere had bildirilmeye, geriye kalanlarımızın da toplumsal hafızası bir defa daha silinmeye çalışılmıştır, o kadar. Bugün gelinen nokta tanınan başörtüsü serbestisi gasp edilen ve olması gereken bir hakkın kişilere iade edilmesidir.

Devlete isyan mı?

Bugünkü tartışmaya getirilen pedagojik, psikolojik ve gayet çocuğun duygu durumu ile ilgili açıklamalar 28 Şubat sürecinde ortaöğretimde başı kapalı okumaya çalışan beni o günlere götürdü. Gerçekten bu ülkede çocuklar ciddi suiistimallerle karşı karşıyalar ve bunun bir kısmını 1990’ların sonlarında biz başörtülü öğrenciler devletin kolluk güçleri ve siyasi mercileri eliyle yaşadık. Yaşımız, cinsiyetimiz, aldığımız seküler eğitim gibi ortak yönlerimiz dışında yaşıtlarımızdan farklı muamele görmemizin tek nedeni başörtülü olmamızdı. Daha çocuk yaşlarda polis güçleri ile karşı karşıya bırakıldık, soruşturmalara defalarca savunmalar yazdık. Kimimiz sokaklarda polisin kaba şiddetine maruz kaldık.

Ailelerimiz “devlete isyan olmaz” diyerek pek çoğumuza başını açması için baskı yapmaya başladı, sınıf arkadaşlarımızın gözümüzün önünde babaları tarafından tokatlanıp başındaki örtü çekilerek okulun bize kapalı olan okul kapısından içeri sokulmasına şahit olduk. (Bütün bu saydıklarımın resmi belgelerde sabit olduğunu, fotoğraflandığını, kayıtlarının alındığını bilmem söylemeye gerek var mı?!) O günlerde hiçbir siyasi karar merciinden, hiçbir Milli Eğitim Bakanlığı biriminden ve dahi üniversite makamlarından yani bizim eğitimimizi dert ettiklerini söyleyen hiçbir kurum-kuruluş temsilcisinden bize yaşatılanlara bir karşı duruş göremedik. Susturulduk, yok sayıldık.

Argüman yine laiklik

O günlerde nasıl bir ruhsal yıkım yaşamış olabileceğimizi, nasıl bir travma geçirdiğimizi bugünkü tartışmalar sayesinde ortaya dökülen pedagojik açıklamalardan tespit etmeye çalışıyorum. O günlerde o ortaokul sıralarında buluşan başörtülü kızlar, yani bizler şimdi çocuklarını yetiştirmeye çalışan genç anneler ya da anne adaylarıyız. Çocuğunun kendi yaşadığı sıkıntıları yaşamasını istemeyen her anne-baba gibi bizler de kanunen tanınan bu serbestlik sonrası çocuklarımız adına seviniyoruz. Fakat gündem yine başörtüsü olunca üniversitelerde, devlet dairelerinde, milletin meclisinde başörtüsü kullanımına serbestlik gelirken ortaya konan yasakçı argümanlar çocukluk söylemi üzerinden kurulan yenileriyle çeşitlendirilerek yine toplumun önüne konuyor. Yasak ve darbe sürecini birinci elden yaşayan bir tanık olmanın yanında akademik aidiyetini de sosyoloji, siyaset bilimi ve antropoloji formasyonu ile pekiştiren biri olarak bu argümanlara değinmek istiyorum.

Tartışmalarda öncelikli argüman olarak yine eğitimde laiklik gündeme getiriliyor. Türkiye’de laikliğin başına açılmış en büyük bela yasakçılar tarafından otoriter devletçi her türlü uygulamanın kılıfı olarak kullanılmış olmasıdır. Baştan yazalım, laik bir devlet düzeninde kişiler laik olmaz kurumlar laik olur, vatandaşlara laiklik ilkesi uyarınca muamele eder. Yoksa elbette her kişinin (ateist ya da agnostik kişiler de dahil) dini bir görüşü, inancı vardır. Sorun bu aidiyetlerin karar mercileri tarafından eşitlik ilkesi hilafına kullanılmasından doğar. Buradan bakınca öğrencileri için başı açık olma şartı bir kesimin değer yargılarını yok saydığı, başı açıklığı başı kapalılığın üstünde tutup makbul gösterdiği için eşitlik ve dahi laiklik ilkesine aykırıdır.

Tercih çocuğundur

Çocukların özgür iradesi meselesine gelince, ülkemizde benim de bu konuda ciddi endişelerim var. Mesela ailelerin daha ilkokul sıralarında çocuklarının oyun, eğlence hakkını ellerinden alıp özel derslere koşturmak suretiyle onları çocukluklarını katledercesine adeta bir yarış atı gibi sınavlara hazırlamasının ciddi bir pedagojik hata, bir kıyım ve bazı vakalarda ciddi bir şiddete dönüştüğünü düşünüyorum. Çocukların ebeveyn dayatmacılığına maruz kalması konusunun sadece başörtüsü kullanımı noktasında mevzu bahis edilmesini ise yasakçı zihniyetin bir tezahürü olarak görüyorum. Bizler 12-15 yaşlarında okul sıralarında başörtülü okuyan öğrencilerdik. Çoğumuz başörtülü olmayı bir değer sayıyorduk. Bunu ya ailelerimizden öğrene gelmiştik ya da ciddi okuyup araştırıp benimseyip bir inanç meselesi olarak görüp örtünmeye başlamıştık. (Bugün iki yaşındaki oğlum şort giyip giyinmeyeceğine havanın sıcaklığından bağımsız olarak kendi karar vermek isterken 10’lu yaşlardaki bir ergen için “o ne bilir ki dini gerekleri” vs yorumları yapılmasını okuyucunun insafına bırakıyorum artık.) Şimdi bakıyorum da o tarihlerde örf-anane gereği ya da öyle düşündüğü için örtünen bizlerden bazıları o günkü düşüncelerini değiştirmiş. Kimisi ülkedeki yasakla mücadele etmekten sıkılıp açmış başını, kimisi gerçekten artık baş örtmenin gerekliliğine inanmıyor. Biz hala imam-hatip arkadaşlarıyız. Bu saydığımın tam tersi olan yani üniversite sıraları da dahil başı açık okumuş pek çok kadın da bugün başını örtmüş, hayatına böyle devam ediyor. Eğer bir çocuk ergenlik döneminde aile etkisiyle örtünecek olsa bile, bu durumu ileride aşıp kendi yoluna gidebiliyor. Ama eğer bir çocuk örtünmek istediği halde sürekli engellenmişse, hatta bu engellenme devlet eliyle polisiye yöntemler kullanarak yapılmışsa o çocuğun hayat algısı, kendilik algısı, bireyselleşmesi ciddi yaralar alıyor. Ortaöğretim seviyesinde başını örttüğü için çocuğuna şiddet uygulayacak bir aile gerçekliği varsa salt çocuğun şiddet görmesini önlemek için kurulmuş kurumlar da var bu ülkede. Bu kurumları işlevsel kılmak dışında neyden endişe ediyorsunuz ki? Ha tabi başörtüsünü bir tercih, bir değer, bir inanç meselesi olarak görmeyip, sadece ve sadece bir baskı, şiddet ve bastırılması gereken bir korku unsuru olarak görüyorsanız ve toplumu bundan kurtarmayı ilke edinmişseniz bu da sizin muzdarip olduğunuz tektipçi, otoriter zihniyetinizin bir tezahürüdür. Bu durumda başörtüsü ile değil, bu zihniyetin uygulamaları ile mücadele etmek gerekir.

Bu topluma kör sağır

Televizyondaki tartışmalarda ülkede belki de eğitim alanında en iyi örgütlenmiş sendikalardan birinin temsilcisi olan zatın ortaya koyduğu bir yanlış tespit de ayrıca dikkatimi çekti. Bu kişiye göre Türkiye’de ortaöğretimde başörtüsü talebi yokken böyle bir düzenleme yapılmıştı. Kendi toplumuna kör ve sağır olmak böyle bir şey olsa gerek; ben ve benim gibiler değişmesini talep etmiyor diye toplumda var olan bir kısıtlamayı doğal varsaymak. Çocuğunu kendi değerlerine uygun yetiştirmek isteyen her ebeveyn kendi değerlerinin sistem tarafından dışlanmasına tepki gösterir elbette. Ve bu ülkede çocuklarını İslami değerlere göre yetiştirmeye çalışan aileler varken, bunların çoğunluğu başörtüsünü İslam’ın bir gereği görürken yukarıdaki iddiada resmi bir talep yokluğundan söz ediliyorsa hemen belirtelim, o da var. Sakarya’da bir grup insan şehrin tam ortasında 425. haftasına ulaşmış, yıllardır süren bir eylem içindeler. Öncelikli talepleri başörtüsüne ortaöğretim de dahil her alanda özgürlük. Bu grup sayesinde şahsen haberdar olduğum ortaöğretimde başörtüsü giydiği için türlü sürgün ve disiplin cezalarına uğramış küçücük kız öğrenciler de var. Birkaçının uğradığı muameleler sonucu nasıl da örselendiğine bizzat şahitlik ettim. Demek ki neymiş, bakarsan talebi de muhatabı da görürmüşsün.

Bir hakkı savunmak

Yukarıda bahsi geçen aynı STK temsilcisini başörtüsü konusunda tartışırken karşısındaki muhatabını zorunlu din dersi hakkındaki özgürlükçü fikirleri ile sıkıştırmaya çalıştığına daha bir hayretle şahit oldum. Evet, ülkemizde uygulanan zorunlu din dersi de ailenin çocuğunu kendi meşrebine göre yetiştirmesinin önünde bir engelken, başörtüsü serbestisi ile ilgili atılan olumlu bir adımı zorunlu din dersi argümanları ile bertaraf etmeye çalışmak toplumun bu kesimdeki talebini araçsallaştırmaktan başka bir şey değildir. Eğer gerçekten bir dinin zorunlu öğretilmesi konusunda sıkıntısı olan varsa başörtüsü serbestisine sahip çıkmalıdır. Çünkü ancak bu sayede imam-hatip okulunda eğitim almak istemeyen, seküler eğitim kurumlarında yetişmek isteyen ama başörtüsü de takmak isteyen kız öğrenciler tek bir okula mecbur olmamış olurlar. Zorunlu din dersi konusundaki eleştiri ve zorunluluğun kaldırılması talepleri araçsallaştırılarak yazık edilemeyecek kadar önemli taleplerdir. Bunu da ayrıca konuşmak gerekir.

Son olarak bazı kaos yanlısı manşetleri ve yine bu amaçlı “Türkiye İran olacak”vari korku senaryolarını burada tartışmayı bile değerli bulmuyorum. Onlar kendi tektipçi, dayatmacı, yasakçı zihniyetlerini, topluma ayar verme dürtülerini tatmin etme adına toplumun bir kesimini galeyana getirecek korku senaryolarını yaymayı kendilerine görev edinmiş kesimlerdir. Bir arada nasıl daha iyi yaşanabilir sorusunu soramayanlardır. Onları kendi art niyetleriyle baş başa bırakıyorum.

[email protected]