İslâmiyet’in, Batı’nın rasyonel/ideal/evrensel yönetim biçimi olan demokrasisinin sosyo-politik ve ekonomik öncülleri ile bağdaşması zorunlu görülmüştür. 3 Temmuz darbesinden sonra aynı zihniyet yeniden sahne almıştır.
Mısır’da 3 Temmuz’da
yapılan askeri darbe, sadece demokrasi mefhumunu değil, demokrasi-İslâm ilişkisine dair tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Demokrasi mefhumu etrafında dönen tartışmalar, demokratik bir rejimin en önemli araçlarından biri olan seçim kurumuna yönelik olmuştur. Bu ise daha geniş bir tarihsel, sosyo-ekonomik ve siyasal bir bağlamı ihmal etme pahasına gerçekleşmiştir. Sadece, iktidarına el konulan İhvan’ın (Müslüman Kardeşler’in) siyasi ideolojisi ile bağlantılı şekilde meseleye bakış biraz daha genişlemiş; İslâmiyet’in demokrasi ile olan ilişkisi üzerinde durulmaya başlanmış, buradan hareketle de şu kadim soru tekrar tedavüle sokulmuştur: İslâm demokrasi ile bağdaşır mı?
Doğu-Müslüman toplumların modernleşme sürecine girdiğinden bu yana, bu sorunun cevabı aranmış ama “tatmin edici” bir neticeye varılamamıştır. Varılamamıştır, çünkü mesele esasında Doğu-İslâm medeniyetinin Batı ile karşılaşmasında İslâm âlemi aleyhine bir medeniyet değiştirme fenomeninin yaşanmış olmasıdır. Böyle bir değişim sürecinde İslâmiyet’e din ile siyasetin içiçe olduğundan dolayı kapsayıcı bir hayat tarzını öngören siyasi doktrin muamelesi yapılarak; İslâm ve Müslümanlar bir anlamda “irrasyonel”, böyle olduğu için de “tehlikeli” görülmüş, tâbir caizse, ıslaha zorlanmıştır. Bunun için de İslâmiyet’in, Batı’nın rasyonel/ideal/evrensel yönetim biçimi olan demokrasisinin sosyo-politik ve ekonomik öncülleri ile bağdaşması zorunlu görülmüştür. 3 Temmuz darbesinden sonra aynı zihniyet yeniden sahne almıştır.
İslâm-demokrasi ilişkisinin, esasında bir arka planı vardır ve bu da medeniyetler karşılaşması sonucunda Batı’nın Doğu’yu kendisine tâbi kılma girişimine dayanan siyasal bir gerekçeyi oluşturur. Batı, bu girişimlerde bulunurken, şüphesiz zora başvurma ve sömürgeleştirme (Mısır’da olduğu gibi) politikaları uygulamış, bu politikaların sıkıştığı veya etkin olamadığı yerlerde hedef aldığı toplumların kendi içinden bir gerekçelendirici zemin arayıp bulmuştur (meselâ Osmanlı’da olduğu gibi).
Günümüz Mısırı’nda yaşananlar, her ne kadar oryantalist zihniyet ve pratiklerin yeniden etkinlik kazanmasını sergilemişse de aslında bunun pratik düzeyde ince ayar bir Batı-Doğu çatışmasının son hali, teorik düzeyde ise politik-teolojik bir çekişmenin tezahürü olduğuna dikkat etmek gerekmektedir. Yazımızda üzerinde durulacak husus, politik-teolojik bir mesele olarak İslâm-demokrasi ilişkisinin anlamıdır. Bunu yaparken de kalkış noktamız; bir din, medeniyet ve kültür (İslâm) ile bir siyasal rejim tipi (demokrasi) gibi iki farklı entitenin mukayesesinin her şeyden önce ontolojik olamayacağı; oryantalist-epistemolojik bir maluliyetle yüklü bir içerik taşıdığı düşüncesidir. Zaten bu sebeple, medeniyetler karşılaşmasında çok ilginç bir nokta ortaya çıkmış, Doğu dıştan gelen zorlayıcı medeniyet değişimini İslâm’a dayanarak kendi içinden bir gerekçelendirme ile meşru telâkki edebilmiştir. Bunda demokrasi, bir rejim tipinden çok toplumu rasyonel olarak inşa etmenin “medeniyet sembolü” işlevi gördüğü gibi; İslâm da “din” olmanın ötesinde bir konuma yerleştirilmiştir.
Bütün bunlar olurken, her ne kadar sembolik düzeyde demokrasi ve İslâm monolitik (yekpâre) mahiyette resmedilmişse de pratikte reel-politik bir somutluk kazanmış, demokrasi parlâmenter türü ile İslam da bu türle bağdaştığı düşünülen (fıkhî, itikadî, vs.) unsurlarıyla ön plana çıkarılmıştır. Tarihsel verilere başvurmadan önce, bir anekdot durumu çok iyi özetleyecektir. Müteveffa Amerikalı liberalist filozof Richard Rorty’e, Humeyni döneminde İran’da yaşasaydın, ne yapardın diye sorulduğunda; “Kur’an’ın liberal ayetlerini arar bulurdum” mealinde bir cevap verdiği anlatılır. Tarihsel olarak Osmanlı’nın Batı medeniyeti ile karşılaşmasında da durum Rorty’nin yaklaşımından farklı olmamıştır. Bu yapılırken, son tahlilde, Müslümanların İslâm’a oryantalist bir gözlükle bakmaları telkin ve teşvik edilmiş, böylece Batı medeniyetinin maksimleri olan rasyonalite, ilerleme, özgürlük, vs. gibi değerlere mâni teşkil etmeyen bir İslâm resmedilmiştir.
O kadar ki, İslâm’ın bu değişime ayak uydurma zorunluluğunu bizzat formüle eden, kendilerine “İslâm modernistleri” denen Müslüman düşünürler ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler, her ne kadar, “İslâm’ın özünü koruma” duyarlılığı gösterip, bunun için de Batı’nın sadece bilim ve tekniğini almak gibi bir tutumu telkin etmişlerse de, neticede Batı’yı taklit şeklinde bir medeniyet değişimi fenomeninin önüne geçememişlerdir. Çünkü, Rortyci bir zihniyetle, medeniyet değişiminin meşrulaştırımı, İslâm’ın içinden Batı’nın empoze ettiği “bizim gibi olabilirsiniz, buna mâniniz yok” anlayışını destekleyebileceği varsayılan dinî unsurlar sayesinde sağlanmıştır.
Mesele, bu açıdan çok basitti: Batı, rasyonellik temelinde inşâ olmuş bir medeniyetti, karşılaştığı Doğu-İslâm medeniyeti de aslında aranırsa bu tür rasyonelliği reddedemeyecek ekolleri ve fikriyatı barındırmaktaydı. Daha somut olarak, Batı’nın kendisine benzetmeye giriştiği Doğu-İslâm dünyası nüfusunun 2/3’ünü Sünnî-Hanefi Müslümanlar teşkil etmekteydi; o halde, bu ana damar İslâm’ın, başta bilim, teknik olmak üzere Batıyı Batı yapan rasyonellik ile bağdaşabilecek unsurlarına yanaşmak gerekmekteydi. Nitekim, modernleşme sürecinin Doğu-İslâm toplumlarına sirayet derecesine paralel olarak, meselâ Osmanlı’da ve daha sonra Türkiye Cumhuriyetinde Sünnî-Hanefi mezhebinin Maturidilik denen itikadî kolu ön plana çıkmıştır. Maturidiliğin Osmanlı’daki resmî İslâm anlayışı tarafından karşılanışında bazı tarihçilerin tereddüdü varsa da, Rıdvan Özdinç’in ikna edici şekilde gösterdiği gibi, “Son dönem Osmanlı ulemâsı arasında hususî olarak Maturîdîliğe olumsuz bakan kimse [olmamıştır]” (Akıl İrade Hürriyet, Dergâh yay., 2013,s.107).