Politik - teolojik bir mesele demokrasi ve islam ilişkisi

Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay - Uludağ Ünv. Öğr. Üy.
3.08.2013

İslâmiyet’in, Batı’nın rasyonel/ideal/evrensel yönetim biçimi olan demokrasisinin sosyo-politik ve ekonomik öncülleri ile bağdaşması zorunlu görülmüştür. 3 Temmuz darbesinden sonra aynı zihniyet yeniden sahne almıştır.


Politik - teolojik bir mesele demokrasi ve islam ilişkisi

Mısır’da 3 Temmuz’da 

yapılan askeri darbe, sadece demokrasi mefhumunu değil, demokrasi-İslâm ilişkisine dair tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Demokrasi mefhumu etrafında dönen tartışmalar, demokratik bir rejimin en önemli araçlarından biri olan seçim kurumuna yönelik olmuştur. Bu ise daha geniş bir tarihsel, sosyo-ekonomik ve siyasal bir bağlamı ihmal etme pahasına gerçekleşmiştir. Sadece, iktidarına el konulan İhvan’ın (Müslüman Kardeşler’in) siyasi ideolojisi ile bağlantılı şekilde meseleye bakış biraz daha genişlemiş; İslâmiyet’in demokrasi ile olan ilişkisi üzerinde durulmaya başlanmış, buradan hareketle de şu kadim soru tekrar tedavüle sokulmuştur: İslâm demokrasi ile bağdaşır mı?

Doğu-Müslüman toplumların modernleşme sürecine girdiğinden bu yana, bu sorunun cevabı aranmış ama “tatmin edici” bir neticeye varılamamıştır. Varılamamıştır, çünkü mesele esasında Doğu-İslâm medeniyetinin Batı ile karşılaşmasında İslâm âlemi aleyhine bir medeniyet değiştirme fenomeninin yaşanmış olmasıdır. Böyle bir değişim sürecinde İslâmiyet’e din ile siyasetin içiçe olduğundan dolayı kapsayıcı bir hayat tarzını öngören siyasi doktrin muamelesi yapılarak; İslâm ve Müslümanlar bir anlamda “irrasyonel”, böyle olduğu için de “tehlikeli” görülmüş, tâbir caizse, ıslaha zorlanmıştır. Bunun için de İslâmiyet’in, Batı’nın rasyonel/ideal/evrensel yönetim biçimi olan demokrasisinin sosyo-politik ve ekonomik öncülleri ile bağdaşması zorunlu görülmüştür. 3 Temmuz darbesinden sonra aynı zihniyet yeniden sahne almıştır.

İslâm-demokrasi ilişkisinin, esasında bir arka planı vardır ve bu da medeniyetler karşılaşması sonucunda Batı’nın Doğu’yu kendisine tâbi kılma girişimine dayanan siyasal bir gerekçeyi oluşturur. Batı, bu girişimlerde bulunurken, şüphesiz zora başvurma ve sömürgeleştirme (Mısır’da olduğu gibi) politikaları uygulamış, bu politikaların sıkıştığı veya etkin olamadığı yerlerde hedef aldığı toplumların kendi içinden bir gerekçelendirici zemin arayıp bulmuştur (meselâ Osmanlı’da olduğu gibi).

Günümüz Mısırı’nda yaşananlar, her ne kadar oryantalist zihniyet ve pratiklerin yeniden etkinlik kazanmasını sergilemişse de aslında bunun pratik düzeyde ince ayar bir Batı-Doğu çatışmasının son hali, teorik düzeyde ise politik-teolojik bir çekişmenin tezahürü olduğuna dikkat etmek gerekmektedir. Yazımızda üzerinde durulacak husus, politik-teolojik bir mesele olarak İslâm-demokrasi ilişkisinin anlamıdır. Bunu yaparken de kalkış noktamız; bir din, medeniyet ve kültür (İslâm) ile bir siyasal rejim tipi (demokrasi) gibi iki farklı entitenin mukayesesinin her şeyden önce ontolojik olamayacağı; oryantalist-epistemolojik bir maluliyetle yüklü bir içerik taşıdığı düşüncesidir. Zaten bu sebeple, medeniyetler karşılaşmasında çok ilginç bir nokta ortaya çıkmış, Doğu dıştan gelen zorlayıcı medeniyet değişimini İslâm’a dayanarak kendi içinden bir gerekçelendirme ile meşru telâkki edebilmiştir. Bunda demokrasi, bir rejim tipinden çok toplumu rasyonel olarak inşa etmenin “medeniyet sembolü” işlevi gördüğü gibi; İslâm da  “din” olmanın ötesinde bir konuma yerleştirilmiştir.

Bütün bunlar olurken, her ne kadar sembolik düzeyde demokrasi ve İslâm monolitik (yekpâre) mahiyette resmedilmişse de pratikte reel-politik bir somutluk kazanmış, demokrasi parlâmenter türü ile İslam da bu türle bağdaştığı düşünülen (fıkhî, itikadî, vs.) unsurlarıyla ön plana çıkarılmıştır. Tarihsel verilere başvurmadan önce, bir anekdot durumu çok iyi özetleyecektir. Müteveffa Amerikalı liberalist filozof Richard Rorty’e, Humeyni döneminde İran’da yaşasaydın, ne yapardın diye sorulduğunda; “Kur’an’ın liberal ayetlerini arar bulurdum” mealinde bir cevap verdiği anlatılır. Tarihsel olarak Osmanlı’nın Batı medeniyeti ile karşılaşmasında da durum Rorty’nin yaklaşımından farklı olmamıştır. Bu yapılırken, son tahlilde, Müslümanların İslâm’a oryantalist bir gözlükle bakmaları telkin ve teşvik edilmiş, böylece Batı medeniyetinin maksimleri olan rasyonalite, ilerleme, özgürlük, vs. gibi değerlere mâni teşkil etmeyen bir İslâm resmedilmiştir. 

O kadar ki, İslâm’ın bu değişime ayak uydurma zorunluluğunu bizzat formüle eden, kendilerine “İslâm modernistleri” denen Müslüman düşünürler ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler, her ne kadar, “İslâm’ın özünü koruma” duyarlılığı gösterip, bunun için de Batı’nın sadece bilim ve tekniğini almak gibi bir tutumu telkin etmişlerse de, neticede Batı’yı taklit şeklinde bir medeniyet değişimi fenomeninin önüne geçememişlerdir. Çünkü, Rortyci bir zihniyetle, medeniyet değişiminin meşrulaştırımı, İslâm’ın içinden Batı’nın empoze ettiği “bizim gibi olabilirsiniz, buna mâniniz yok” anlayışını destekleyebileceği varsayılan dinî unsurlar sayesinde sağlanmıştır. 

Mesele, bu açıdan çok basitti: Batı, rasyonellik temelinde inşâ olmuş bir medeniyetti, karşılaştığı Doğu-İslâm medeniyeti de aslında aranırsa bu tür rasyonelliği reddedemeyecek ekolleri ve fikriyatı barındırmaktaydı. Daha somut olarak, Batı’nın kendisine benzetmeye giriştiği Doğu-İslâm dünyası nüfusunun 2/3’ünü Sünnî-Hanefi Müslümanlar teşkil etmekteydi; o halde, bu ana damar İslâm’ın, başta bilim, teknik olmak üzere Batıyı Batı yapan rasyonellik ile bağdaşabilecek unsurlarına yanaşmak gerekmekteydi. Nitekim, modernleşme sürecinin Doğu-İslâm toplumlarına sirayet derecesine paralel olarak, meselâ Osmanlı’da ve daha sonra Türkiye Cumhuriyetinde Sünnî-Hanefi mezhebinin Maturidilik denen itikadî kolu ön plana çıkmıştır. Maturidiliğin Osmanlı’daki resmî İslâm anlayışı tarafından karşılanışında bazı tarihçilerin tereddüdü varsa da, Rıdvan Özdinç’in ikna edici şekilde gösterdiği gibi, “Son dönem Osmanlı ulemâsı arasında hususî olarak Maturîdîliğe olumsuz bakan kimse [olmamıştır]” (Akıl İrade Hürriyet, Dergâh yay., 2013,s.107).


urada ayrıntısına giremeden sadece şu kadarını söyleyelim ki, temelde âmel ile imânı ayrı tutan Maturîdîlik, cüz’i iradeye önem atfederek, insanın aklını kullanan bir yaratık olduğu anlayışı doğrultusunda âmelde bulunanlara sorumluluk yükleyen, dolayısıyla ferdî özgürlüğü esas alan, neticede benzer olanların çokluk statüsünü kabulen, bir anlamda “çoğulculuğu” hürriyetin ve ferdiliğin ortamı şeklinde tasavvur eden itikada dayanmaktadır. Üstelik, Hanefilik ile Eş’arilik arasında bir yerde konumlanması Maturîdîliği kendiliğinden”ılımlı” bir İslâmî anlayış yapıyordu.

 

İlginçtir, olgusal bir bilgiyi tekrarlarsak, Cumhuriyetin kurulduğunda Atatürk’ün İslâm bilgini Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’ı Kur’an’ın Türkçe meâlini hazırlamakla görevlendirdiğinde özellikle Maturîdîliği dikkate almasını istemesidir. Bununla beraber, modernleşme süreci pekiştikçe, Cumhuriyet yönetimi, toplumun pozitivistik-rasyonel inşasında, Batı’yı, münhasıran Avrupa’yı Akıl ile özdeşleştiren radikal bir zihniyete dayanmış, bunun sonucu olarak da diğer İslâmî kollara göre akla daha fazla rağbet eden Mu’tezile itikadını esas almıştır. Bu konuda Rıdvan Özdinç’in (aynı eser, s.125) Montgomery Watt’tan aktardıkları çok açıklayıcıdır: “...[B]ütün bir ondokuzuncu asır boyunca oryantalistler Mu’tezile’nin kendi liberal düşünceleriyle olan yakınlığına hatta aynîliğine istinaden kendi düşüncelerinin Mu’tezile tarafından dile getirildiğini hararetle savunarak gerekli irtibatları kurmada yardımcı hatta yönlendirici olmuşlardır.”

 

Cumhuriyetle seküler bir düzen kurulmasını, tâbir caizse, epistemolojik düzeydekolaylaştıran önemli hususlardan birisi Batı ile bağdaşmada İslâm’ın kendi içinden çıkarılan bu değerler payandasıdır. Fakat, bir de tarihsel-ontolojik başka bir arka plandan da söz etmek gerekmektedir. Bunun için Kanunî Sultan Süleyman dönemine gitmek gerekir. Bu kadar geriye gidişimizin sebebi, Osmanlının en güçlü olduğu dönemde (1520-1566) Şeyhülislam Ebussuud Efendi (1545-74) tarafından politik iktidarın dinî ve seküler kaynakların sentezine dayanan bir meşruluk anlayışının tesis edilmesidir.

 

Seküler va dinsel kodlar

 

Şeriat ile seküler hukukun bir arada politik otoritenin meşruluk kaynağı olarak formüle edilmesinin, baş mimarı Ebussuud Efendi, Sultanı şeriatın sadece uygulayıcısı değil, yorumcusu olarak da konumlandırmıştır. Hanefi hukuk anlayışını politik praksise yaygınlaştıran ve hâkim kılan bu anlayıştan kalan miras, modern hukuku kendi kodları ve diliyle anlama ve uygulama anlayışının hâlâ yerleşememiş olması; bunun da politik otoritenin kaynağını, deyim yerindeyse, çatallaştırmış olmasıdır. Bununla, duruma göre seküler hukuk kodlarına, gerekiyorsa dinsel kodlara başvurmanın muteber sayılmasını kastediyorum. 

 

Yazımızın ele aldığı meselenin püf noktası da tam burada gizlidir. Şöyle ki: Batı medeniyeti ile karşılaşma, Batı’nın değişmesini istediği karşısındaki medeniyetin kendi değerleri ile bağdaşabilecek unsurları davet etmesi, aslında, değerlere atfedilen bir “kutsallık” karşılaşmasının ve hangi kutsallığın tercih edileceği çekişmesinin bir başka yüzüdür. Bu ise tam da meselenin politik-teolojik bir mesele olarak görülmesi gerektiğinin karinesidir. Çünkü, politikanın (demokrasi adı altında veya başka) günlük hayatı bir kutsal imgesi temelinde inşâaya yönelmesi politik- teolojik bir girişimden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle, politika ve din ilişkisinin olağan ile olağandışı, normal ile istisnai olan arasında salınan paydaşlığı, son tahlilde, kutsalın politik olarak yaşantılanmasıdır ve bu da politik teolojinin kalbindeki meseledir (burada Paul Kahn, Political Theology, Columbia Univ. Press, 2012, s.23’den esinleniyoruz).

 

Öte yandan, bizdeki seküler düzende olduğu gibi, yukarıda belirtildiği üzere, “seküler” olanda gizli bir “dinselliğin” varlığı; Charles Taylor’ın dikkatimize sunmasıyla (Modern Toplumsal Tahayyüller, Metis, 2006, s.186-7) modernitenin tam anlamıyla seküler sayılamayacağını göstermekte, dinî kimliğin siyasî kimliği her zaman işgal edebileceği olasılığını da hatırlatmaktadır. Bu husus da, bir başka açıdan politik-teolojik bir meseledir, çünkü din ve siyasetin ayrıldığı bir bağlam, demokrasinin tesisini aslında sakatlayan bir etkiye de sahiptir: Çoğulculuk doğrultusunda sonu gelmez bir farklılık ve her bir farklılığın ontolojik onanma beklentisi; tüm farklılıklar çıkardıktan sonra geriye kalan bir “aynı”yı ihmal eder. Bunun için, kolektif bir özne (burada halk) eşliğinde demokratik egemenliğin gerçekleşmesi, bulunabilecek böyle bir aynılığın, dolayısıyla ortak bir benliğin varlığına bağlıdır.

 

Vurgulamak gerekir ki, söz konusu “aynılık” ve “ortak benlik”  bir dinden vücut bulmadan tesis olunmuyor. Tarih bunu çok açık göstermiştir. Meselenin politik-teolojik bir mesele sayılması da zaten bu yüzdendir: Medeniyetler karşılaşmasında Batı, dünyanın geri kalanına kendi “aynı”sını ve “ortak benliği”ni kutsayarak sunmak istemekte ve neticede bunun içindeki dinselliği de dolaylı olarak empoze etmektedir. Bu durumda ise Doğu-İslâm dünyası için “senin dinin sana, benim dinim bana” demekten başka çare kalmamaktadır.