Popüler antagonizma

Doç. Dr. Ali Balcı / Sakarya Üniversitesi / [email protected] - Doç. Dr. Tuncay Kardaş / Sakarya Üniversitesi
24.08.2013

Ergenekon etrafında yaşanan tartışmalar demokrasinin gelişimine katkıda bulunmaktan çok, mevcut çatlağı daha da derinleştiren ve sağlamlaştıran “popüler antagonizma”yı andırıyor. Tartışmanın demokrasiye hizmet edecek bir zemine çekilmesi üzerimizdeki aşırı siyasallaşmış havayı bir nebze olsun rahatlatacaktır.


Popüler antagonizma

Ergenekon süreci Türkiye tarihinde ilk kez askeri darbelerin sorgulandığı ve sorumlularının ceza aldığı bir kararla sonuçlandı. Bu yönüyle Ergenekon süreci Türkiye siyaseti için bir dönüm noktasını temsil ediyor ve sivil-asker ilişkileri temelinde bakıldığında da Türkiye demokrasisinin en önemli sorunlarından birini yani askeri vesayeti ortadan kaldırmış gözüküyor. Fakat Türkiye demokrasisi için önemli bir virajın alındığı yargılama sürecinin ardından, siyaseti daha zorlu bir başka sınav bekliyor. Bu sınav Ergenekon davalarının uzun bir süredir Türkiye siyasetini, toplumunu, medyasını, üniversitelerini ve basınını etkileyen kutuplaşmayı nasıl etkileyeceğidir. Arkalarına aldığı kitleleriyle, siyasal kurumlarıyla, tarihsel referanslarıyla, kitle iletişim araçlarıyla, ideologlarıyla ve daha birçok şeyleriyle birlikte alternatif diller geliştiren siyasal bloklar hızla birbirinden uzaklaşıyor, siyaseten atılan her adım bloklar arasındaki gerginliği yumuşatmak yerine besliyor ve gittikçe uzlaşmaz hale getiriyor.

Varoluşsal bir sürecin adı

Tekrarlamak pahasına bir kez daha belirtelim; ‘Ergenekon Terör Örgütü’ devletin gözetim ve himayesinde halka karşı işlenen suçların bir ilanı ve malum suç şebekeleriyle gecikmiş bir hesaplaşmanın adıdır. Sorumlu her vatandaşın desteklemesi gereken, devletin şeffaflaşması, demokratikleşmesi ve demokrasinin de konsolidasyonu için gerekli bir davadır. Bu durum Ergenekon davasındaki usul hatalarını, hukuk ihlallerini ve mağduriyetleri görmezden gelmemizi gerektirmez elbette. Yine davanın, güneydoğuda Kürt vatandaşlara yönelik on binlerce faili meçhulleri, Hrant Dink cinayetini, Zirve yayınevi cinayetlerini, sayısız provakasyonları ve bunları mümkün kılan ‘derin ilişkileri’ yeterince su yüzüne çıkarmadığı gerçeği de ortada. Bunlar tartışılıyor ve tartışılmalı. Ancak gözden kaçan ve yeterince tartışılmayan bir durum var: Ergenekon hukuksal ve siyasal bir hesaplaşmandan öte, toplumsal kesimlere farklı anlamlar ve yükümlülükler telkin eden varoluşsal bir sürecin adı artık.

Kutuplaştıran dilin etkisi

Ergenekon dava süreci temelde AK Parti’de temsilini bulan muhafazakâr blok ile CHP’de karşılığını bulan laik blok arasındaki gerginliğin temel referans noktasına zaten dönüşmüştü. Kemal Kılıçdaroğlu karar açıklandığında “özel yetkili mahkemelerin verdiği kararlar gayrimeşrudur” diyerek mahkemenin sonuçlanmasının bir şeyi değiştirmediğini açıkça ortaya koydu. Kılıçdaroğlu ve laik bloğu temsil gücünü elinde bulunduran diğer aktörler mahkeme kararlarının AK Parti’nin muhalefeti susturma projesinin bir sonucu olduğunu ve tam da bu nedenle kararları gayrimeşru gördüklerini açıkça dile getirdiler. Önemli ölçüde bu iki blok arasında bir kutuplaşmanın temel referansı olarak işlese de, Ergenekon davası diğer tüm siyasal blokları etkilemiş durumda. Dolayısıyla bu yazı Türkiye’de farklı blokların Ergenekon davası üzerinden nasıl birbirlerinden uzaklaştıklarını, davayı okuma biçimlerinin nasıl uzlaşmaz olduğunu ve tam da bu uzlaşmazlık üzerinden kendilerini tanımladıklarını göstermeye çalışacaktır. Daha sonra ise bugüne kadar bu şekilde devam eden bu gittikçe kutuplaştıran dilden bir çıkışın olup olmadığını tartışacaktır.

27 Mayıs’tan başlayarak

Medya ve siyaset üzerinden okunduğunda Ergenekon davası etrafındaki tartışmalar yeni Türkiye’nin kurumsal vasfının nasıl oluşması gerektiğine dair dört ana toplumsal kimlik mücadelesine işaret ediyor. Ergenekon, muhafazakârlar, Kemalist-laikler, sol-liberaller, Kürt ve Ermeni vatandaşlar için farklı anlamlar ifade ediyor. Muhafazakârlar için dava açık bir şekilde darbeci-vesayetçilere karşı ‘27 Mayıs’tan, 12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan, 27 Nisan’dan süzülüp gelen bir müdahale ruhunun’ vücut bulması demek. ‘Halk için halka rağmen’ siyaseti şekillendirmeye alışmış müesses nizama karşı ‘diklenmeden dik duran’ toplumsal iradenin bir zaferi (Zaman, 08.08.2013). Kemalist-laik çevreler içinse Ergenekon ‘adaletin katledildiği’ (Sözcü, 07.08.2013) açıkça ‘meşru olmayan’ hatta ‘hükümsüz’ bir hukuk ihlali (Sol, 07.08.2013). Sol-liberaller içinse durum biraz daha karışık. He ne kadar derin devletin çözülmesi ve demokratik hukuk devletinin gerçekleşmesi için dava hayati önemdeyse de ilkeli olmaktan çok pragmatist ve iktidarın sadece ‘kendi postlarını pekiştirmesine’ yarayan asker sorunundan sonra yerini ‘sivil-demokratikleşme sorununa’ bırakan ve ağızlarda ‘buruk bir tad ve keşkeler’ bırakan bir deneyim (T24, 07.08.2013).

Canı yanan herkes için anlamı var

Kürtler için ise dava kendilerine yıllarca hayatı zindan eden bir yapının henüz tamamlanmamış bir tasfiyesi anlamı taşıyor, JİTEM ya da diğer tabirleriyle ‘Kürt Ergenekon’una dikkat çekmeleri bu yüzden (Hürriyet, 08.08.2013). Ermeni vatandaşlar içinse bu yapının tasfiyesi hayati bir öneme sahip, zira söz konusu olan sadece bir demokrasi mücadelesi değil bilakis ‘ölüm-kalım mücadelesi’ (NTV, 07.08.2013). Fakat tam da bu noktada siyasal Kürt bloğun uzun bir süredir gözle görülür bir ikilemle karşı karşıya olduğunu unutmamak gerekiyor. Öcalan’ın Newruz konuşmasıyla başlayan Çözüm sürecine kadar AK Parti iktidarını kendi siyasal bekası için bir tehdit olarak gören Kürtler, Ergenekon sürecine “evet ama” temelinde bir yaklaşım sergilediler. AK Parti’nin iktidarını konsolide ettiği ölçüde Ergenekon’a mesafeli yaklaştılar. Dolayısıyla Ergenekon davası siyasal olarak AK Parti’nin iktidar ilişkilerindeki pozisyonunu güçlendirdiği ölçüde hızla diğer blokların mesafeli durduğu bir davaya dönüştü.

Ergenekon ile ilgili yukarıdaki farklı söylemlerin altını kazıdığımızda ortaya çıkan resim başka bir şeye de işaret ediyor: ifade edilen şey aslında siyasal-kurumsal ve hatta ideolojik pozisyonlardan öte, daha varoluşsal bir mücadele, bir kimlikler savaşı. Ergenekon üzerinden alınan her siyasal pozisyon aynı zamanda bir kimlik ikamesi/mücadelesi olarak da okunabilir. Laik-Kemalistler dindarları, dindarlar da onları kendi yaşam alanlarına ve tarzlarına birer tehdit olarak görürken, Kürtler ve Ermeniler ise Kemalist-laikleri ve (davranışlarından ötürü de) dindarları etnik kimliklerine yönelik birer tehdit olarak görebiliyor. Kimlik savaşlarında tarafsız kalması beklenen liberaller de diğerlerini ya demokrasi vizyonu güdük, ideolojisi kadük ya da devletçi tavırlarından dolayı malul kategorilere sokmadan edemiyor. Tam da bu nedenlerle Türkiye’nin Ergenekon’u hızlı bir şekilde toplumsal güvenliğin bir nesnesi olarak değil, sürmekte olan demokrasi mücadelesinin önemli safhalarından biri olarak görmesi gerekiyor.

Akademisyenler de taraf oldu

Bu bölümle siyasal bloklar ve medya ile sınırlı kalmadı. Ergenekon davasının “objektif” bir değerlendirme ile ele alınacağını varsaydığımız akademik metinler de kutuplaşmanın birer parçasına dönüştüler. Akademik metinler davayı AK Parti’nin muhalefeti susturma sürecinin bir parçası olarak sunanlar, demokrasinin olmazsa olmaz bir adımı olarak görenler ve demokrasi için önemli ama yeterli olmadığını savunanlar şekilde üç farklı düzlemde şekillendi. Dolayısıyla akademik dünyada “objektif” bir metin arayıp kutuplaşmanın dışına bu yolla çıkmak isteyenler de kendilerini yeniden siyasal kutuplaşmanın içinde bulacaklardır. Üstelik söz konusu akademik objektiflik zırhı arkasına sığındıkları için hali hazırda kutuplaşmış kanaatleri katılaştırıp sarsılmaz bir inanca dönüştürme riskini de taşımaktadırlar. Peki, bu siyasal kutuplaşmadan çıkmanın ya da en azından Ergenekon davasını bu siyasal kutuplaşmanın dışına çıkarıp Türkiye demokrasisi tartışmalarının bir parçası haline getirmenin imkânı yok mudur?

Düşman kamplardan çıkmak gerek

Bu soruya bir cevap vermek yerine bir tartışmayla bitirelim. Siyaset bilimi literatüründe belli bir sosyal alanın iki düşman kamp (antagonizma) temelinde işlediğive siyasetin zaten bu olduğu şeklinde bir tartışma hali hazırda elimizde mevcut. Fakat bu iddianın sahiplerine göre, gelişmiş kapitalist toplumlarda antagonizma noktalarının yaygınlaşması, politik alanı iki düşman kampa bölmeye hizmet etmez, aksine demokratik mücadelenin çeşitlenmesine yol açar (dolayısıyla tartışmak iyidir). Üçüncü dünya ülkelerinde ise bu antagonizmalar, belli bir merkeze, net bir şekilde tanımlanmış düşmana yönelik olarak sürdürülür ve mevcut kamplaşmayı daha da derinleştirir. Birinci durum, demokrasiye zarar vermeyen, aksine onun güçlenmesini sağlayan “demokratik antagonizma” iken; ikincisi, “aşırı dışlama” şeklinde işleyen ve bu nedenle demokrasiye zarar veren “popüler antagonizma”dır.

Bu yazının yazarların biri daha önceki bir yazısında Ergenekon etrafında yaşanan tartışmaların demokrasinin gelişimine katkıda bulunmaktan çok, mevcut çatlağı daha da derinleştiren ve sağlamlaştıran “popüler antagonizma”yı andırdığı sonucuna varmıştı. Dava sonuçlarının açıklandığı ilk günler bu tespitin geçerliliğini koruduğunu gösteriyor. Hiçbir siyasal bloktan Ergenekon davasını iktidar bloğunun kabul ettiği şekliyle kabul etmesini beklemiyoruz ama en azından demokrasiye hizmet edecek şekilde bir tartışma zeminine çekilmesi üzerimizdeki aşırı siyasallaşmış havayı bir nebze olsun rahatlatacaktır.