Post Kemalizm ile neo Kemalizm arasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri

Hakan Çopur/Yazar
28.06.2014

Türkiye’nin bir üst lige terfi etmesi, post-Kemalist bir aşamaya ulaşması ile mümkündür. Bunun için Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhafazakâr-dindar aday üzerinden gizlenen neo-Kemalist muhayyilenin ıskalanmaması ve ‘yeni Türkiye’nin siyasal aktörlerinin devletleşmemesi elzemdir.


Post Kemalizm ile neo Kemalizm arasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri


Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kısa bir süre kala ortaya çıkan tablo; adayların kimliği, alacakları muhtemel oy oranları ve seçimden sonraki manzara kadar bu seçimin, Türkiye’nin kıyısına geldiği tarihî dönemeç açısından ne ifade ettiğini konuşmayı da zorunlu kılmaktadır. Muhalefet adayının sahip olduğu muhafazakâr kimliğin yanında “siyasi olmamasının” vurgulanması, halkın Cumhurbaşkanını doğrudan belirleyeceği ilk seçim öncesinde ideolojik bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bu bağlamda gündemin ana konusu, seçime girecek en güçlü iki adayın da muhafazakâr-dindar kimliğe sahip olmasının ne anlama geldiğidir. Cumhuriyet’in kurucu perspektifi ve yakın zamana kadar devlet aygıtının da ana ideolojik çizgisi olan Kemalizm, bu seçimde yer almayacak mıdır? Eğer hâl böyleyse bu durum, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin bir Cumhurbaşkanı adayı çıkar(a)maması anlamına mı gelmektedir? Ya da Kemalist ideoloji, seçime kılık değiştirmiş ve/veya gizlenmiş bir şekilde mi girmektedir? Tüm bu sorulara verilecek cevaplar, Türkiye’nin post Kemalist bir evreye mi yoksa neo Kemalist bir safhaya mı hareket ettiğine ilişkin aslî sorulara ışık tutacaktır.


Tarihin ideolojik kodları


Osmanlı son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yılları, Türkiye’nin yakın tarihinin ideolojik ve politik kodlarının neredeyse tamamını içinde barındırmaktadır. Değişen ve dönüşen Batı karşısında istediği sonuçları elde edemeyen Osmanlı İmparatorluğu bir ulus-devlete dönüşürken ağır bir toplumsal ve siyasal fatura ödendi. Cumhuriyet elitlerinin ve kurucuların bu faturadan çıkardıkları anlam, Misak-ı Millî sınırları içerisinde üniter, tektipçi, güvenlikçi ve kısmen otoriter bir devlet mekanizması oldu. Bu durumun o günkü koşulların kaçınılmaz neticesi olup olmadığı nereden baktığınıza göre değişebilir ve her iki görüş de saygıyla karşılanabilir. Ancak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarıyla sınırlı ideolojik bir çerçeveleme olmaktan öte devletin kurucu ve taşıyıcı ideolojik çizgisi haline gelen Kemalizm’inkendisinden olmayan tüm kimlikleri ötekileştiren tavrı, uzun yıllar boyunca muhafazakâr-dindar kimliklerin baskılanmasına ve çevreye itilmesine neden oldu. Bu ötekileştirici tavrın etkisiyle muhafazakâr-dindar kimliklere siyasal alan büyük oranda kapatıldı; bu kimlikler de ancak geçici ve/veya istisnai olarak iktidara gelebildi, ama hemen hiç muktedir olamadı. Milletin büyük çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindar kesimler, kimliklerini koruyarak kendilerini (sosyopolitik ve sosyoekonomik anlamda) merkeze taşıma vaadinde olan siyasi partilere kredi verdi. 1950’lerden beri siyasal alanda yaşanan sağ-sol, dindar-laik gerilimlerinin rengini bu noktadaki med-cezir’ler belirledi. Tek partili dönemin ardından Demokrat Parti, Özal’lı yıllar ve Refah-Yol iktidarı gibi milletin kendisini daha merkezde hissettiği dönemlerin ardından yaşanan vesayetçi müdahaleler, devlet ile millet arasındaki mesafeleri büyüttüğü gibi muhafazakâr kesimlerin kendilerini siyasal alanda gerçekleştirmelerine de set çekti. Son dönemdeki siyasal alan bölüşümünü ve milletin iktidar tercihini, bu tarihî arka planın bir yansıması olarak okumak/anlamlandırmak herhalde mümkündür.


Resmî ideoloji nereye?


1923-25 arasında zemini hazırlanan “tek parti devleti”, 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu ile gerçek anlamda vücut buldu ve 1945 yılına kadar etkili biçimde devam etti. Bu dönemde şekillenen parti örgütü-devlet aygıtı birliği, resmî ideolojik çerçevenin siyasal alanın tek belirleyicisi olmasını sağladı; yani bir valinin kendi vilayetindeki Cumhuriyet Halk Fırkası şubesinin otomatik başkanı olması gibi.


Bu tek tipçi özdeşlik neredeyse “genetik” bir seçkinciliğe yol açarken devleti ve onun kurumlarını yönetme “imtiyazını” her şart ve durumda sadece belli bir kesime hasretti; Cumhuriyet’in kazanımlarının korunması görevi ise büyük ölçüde silahlı kuvvetlere, belli ölçüde de yargı erkine verildi. Unutulmasın ki bu ülkedeki 11 Cumhurbaşkanının 6’sı ordu kökenlidir ve ilk sivil Cumhurbaşkanı 27 Mayıs’ta idama mahkûm edilmiş, yaşından dolayı cezası müebbet hapse çevrilmiştir. Laiklik ve uluslaştırma perspektifiyle Cumhuriyet’i bir “devrim” olarak gören anlayış, muhafazakâr-dindar ve Kürt kimliklerini büyük resmin hep kenarınailiştirdi. Merkezle irtibatı laik bir ulus-devlet tarafından kesilen bu toplumsal kesimlerin dönemsel atakları da itinayla akamete uğratıldı. 1960, 1971 ve 1980 askerî darbeleri ile 28 Şubat postmodern darbesinin zihinsel arka planında bu “genetik” tutuculuğun olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Tüm bu müdahaleler, Türkiye’nin yavaş yavaş kökleşen demokrasi geleneğine zarar verirken ülkenin siyasal iklimini de “huzursuz demokrasilerle” boğdu.


2002 yılından beri Türkiye’de yaşanan sürecin ülkeyi post Kemalist bir evreye taşıyıp taşıyamayacağını zaman gösterecek. Ancak bugün kesin olan şey, devletin kurucu paradigmasının kendi bünyesinden bir Cumhurbaşkanı adayı çıkar(a)mamasıdır. Siyasal alandaki karşılığı belli bir oy oranına sıkışmış olan Kemalist ideolojik çerçevenin, son yıllarda yeni arayışlara girdiği herkesin malumudur. Bu arayışın gerçek bir ideolojik kopuştan ziyade siyasi bir pragmatizmin sonucu olduğu görüşüne daha yakınım. Mevcut tablodaki gibi toplumun temel siyasi tercihleri belli iken eski ideolojik çerçeve ile muhalefetin siyasi mevzi kazanmasının mümkün olmadığı son 10 yıldır açık bir şekilde görülmektedir.


Bu gerçekten hareketle son dönemde, milletin büyük bir bölümünde zihinsel tahriş yaratan Kemalist ideolojik söylemden kısmen uzak, hatta geniş muhafazakâr kesimlere göz kırpan, 80 yıl boyunca kutuplaştırıcı olmasına rağmen bugün uzlaşmacı ve uzlaştırıcı gibi görünen ve siyasalın dilini görece daha az kullanan “yeni” bir arayış var. Cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılan tercihin de bu “yeni” yaklaşıma uygun olduğu aşikârdır ve bu bakımdan aslında şaşırtıcı değildir. Ancak bu “yeni” yaklaşımın Kemalist özden bir kopuş anlamına gelmediğini, bunun yerine ideolojik çerçevesini gizlemiş siyasi bir pragmatizmin ürünü olduğunu düşünmek için birçok neden bulunmaktadır. Eğer bu “yeni” yaklaşım sahici ise ve özünde Kemalist siyasi ve toplumsal çevrelerde benimseniyorsa (ki pek öyle olduğunu zannetmiyorum) o zaman Türkiye post Kemalist bir evreye gerçekten yaklaşıyor demektir. Ancak (eğer soru hâlâ “Devleti kim yönetecek?” ise) meselenin böyle olmadığı, son dönemdeki “yeni” arayışın siyasi bir pragmatizm zorunluluğundan kaynaklandığı ve netice olarak Türkiye’deki laik seçkinci elitlerin muhafazakâr-dindar kesimlerle kavgalarının büyük oranda devam ettiği görülmektedir. Bu kavganın emarelerinin görece azalması, kavganın bittiği ve tarafların uzlaştığı anlamına gelmediği gibi daha çok Kemalist ideolojik çerçevenin siyasal alandasıkışmasıve mevcut muhafazakâr-demokrat iktidarın geniş halk desteğine sahip olması sebebiyledir.


Türkiye’nin istikameti


Büyük bir imparatorluktan ağır bedeller ödeyerek bir ulus-devlete dönüşen Türkiye’nin, o dönemin siyasal ve yönetsel zorunluluklarının gölgesinde kalarak 21. yüzyıl dünyasında kendine iyi bir yer edinmesi mümkün değildir. Devleti yönetme “imtiyazının” sadece milleteverilmesi bir lütuf olmadığı gibi resmî ideolojik çerçevenin sınırlarının aşılması da büyük bir başarı değildir. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu varoluşsal sorun, post Kemalist bir aşamaya ulaşmak ile neo Kemalist bir döneme geçiş yapmak arasındaki ince çizgide olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu çizgide ilerleyen Türkiye’de, Kemalist ideolojinin siyasal alanda artık yetersiz ve işlevsiz kaldığını ve bundan dolayı kendisine “geçici bir kimlik kartı” bulduğunu göstermesi bakımından ilginç ve önemlidir. Daha önce bu denli güçlü bir itiraf gördüğümüzden emin değilim. Yine de, bu itirafın asıl amacının Türkiye’yi neo Kemalist bir döneme geçirme hayali olduğu, 2015 genel seçimleriyle ortaya çıkabilecek çok parçalı bir siyasal alan paylaşımının Türkiye’deki denklemi laik seçkinci elitler lehine değiştirebileceği unutulmamalıdır.


Ancak önümüzde iki büyük seçim var ve milletin tercihi büyük resmi tamamlayacak, ülkenin istikametini önemli ölçüde belirleyecektir. Bir asır önceki “devleti kim yönetecek” mücadelesinin geldiği nokta, bütün soru işaretlerine ve kaygılara rağmen millet lehine ümit vericidir. Türkiye’nin bir üst lige terfi etmesi ve post Kemalist bir aşamaya ulaşması mümkündür. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhafazakâr-dindar aday üzerinden gizlenen neo Kemalist muhayyilenin ıskalanmaması ve “yeni Türkiye”nin siyasal aktörlerinin devletleşmemesi elzemdir.


[email protected]