Radikalleşme ve dünyevileşme arasında Müslüman gençlik

Prof. Dr. Ahmet Yaman - Necmeddin Erbakan Ünv. İlahiyat Fak.
25.10.2014

İslâm, heveslere meşruiyet sağlayan bir araç değil, hayatın kendisine göre programlanacağı bir öğretidir. Bu din, müsamahalı, dengeli, müjdeleyici, kolaylaştırıcı ve kuşatıcı bir öze sahiptir ve tekfir/dışlama, onun en son düşüneceği husustur.


Radikalleşme ve dünyevileşme arasında Müslüman gençlik
Müslüman gençlik” denince sizin hatırınıza ne geliyor, zihninizde hangi siluet beliriyor, bilmiyorum. “Hepimiz Müslüman değil miyiz? Kaldı ki, Diyanet’in TÜİK ile birlikte yaptığı ve kısa bir süre önce kamuoyuyla paylaştığı ‘Türkiye’de Dinî Hayat Araştırması’, klişe olduğu sanılan yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye söyleminin gerçekliğini ortaya koymuşken ‘Müslüman gençlik’ nitelemesi bir ayrımcılık olmuyor mu?” itirazını yapabilirsiniz. Fakat benim bu nitelemeden kastım, sadece kültürel ve atadan-anadan tevarüs edilen bir İslâmî kimliğe sahip olan, dinin daha çok toplumsal boyutu da olan gereklerini (cuma-bayram namazları, ramazan orucu, kurban kesmek vb. gibi) yerine getiren; Kur’ân’a, göbeğinden hatta başından yukarıda tutarak saygı gösteren, mukaddesata dil uzatıldığında içten içe öfkelenen gençlik değil. Ben bu ifadeyle, İslam’ı bir dünya görüşü olarak sadece benimsemekle yetinmeyip bunu insanlığa mâletmek için çaba sarfeden; bu çabayı sokakta, akademide, siyasette ve medyada sergileyen; ‘dinî’ cemaat, tarikat, dernek, vakıf ve ekollerden beslenen gençliği kastediyorum. Acaba bu gençlik, içinde yaşadığımız kaotik ortamda nasıl bir din algısına sahip ve hangi koordinatlarda bir İslam vizyonuna gönül vermiş durumda?
Gözlemlediğim kadarıyla iki tip “Müslüman gençlik” var. Birincisi, toplumun siyaset ve ekonomiyle dönüştürüleceğine inanmış ve İslamcı kadroların bu iki alandaki başarısının ideal Müslümanlığı getireceğine şartlanmış olanlardır. Bu gruptakiler, tabiatıyla bir siyasî çalışma içindedirler, ya da bu çalışmayı yaptıklarına inandıkları kadrolara oyları ve dualarıyla destek vermektedirler. Bunlara göre, Müslümanca yaşamanın ve yatırımın önündeki engeller kaldırılır, dinî kaygıları olanlar karar alma ve uygulama mekanizmalarının başına gelir, bu kadroların uyguladığı ekonomik politikalarla ülkenin iktisadî durumu düzelir ve ortalama millî gelir artarsa, bu süreç aynı zamanda toplumsal Müslümanlaşmayı da beraberinde getirir. Bu açıdan kamudaki ve eğitimdeki başörtüsü yasağının büyük ölçüde kalkmış olması, Kur’ân-ı Kerim ve Siyer (Hz. Muhammed’in Hayatı ve Mesajı) gibi derslerin seçmeli de olsa programa dâhil edilmesi, din ve Kur’ân eğitimi veren kamu kuruluşlarının sayısının neredeyse geometrik olarak artmış olması, devletin faizsiz bankacılık sektörüne giriyor olması, Türkiye’nin İslamî finansın merkezi yapılması çalışmaları vb. gelişmeler, devrim niteliğinde gelişmelerdir ve bütün bunlar, sonuç olarak bu topraklarda İslam’ın yeniden o satvetli günlerine dönüyor olduğunun göstergeleridir. 
 
“Müslüman gençlik”in diğer grubu ise, bunların aslında bir gelişme değil bir çöküş işareti olduğunu; çünkü siyasî başarının ve iktisadî gelişmenin dünyevileşmeyi doğurduğu iddiasıyla çarenin, toplumun “yeniden” Müslüman olmasında, İslam’ın her kuralının tam ve tavizsiz uygulanmasında ve “cihad” ruhunun daima diri tutulmasında olduğunu ileri sürüyorlar. İslamcı bir geçmişe/kimliğe sahip olup siyaseten ve iktisaden belli noktalara gelmiş Müslümanların bir “dünya vatandaşı” profili çizmesi, mubah alanı olabildiğince genişletmeleri, bireyselleşip bencilleşmeleri bu ikinci grubun temel argümanıdır.
 
Gerçekte her iki grup da doğru bir yerden bakıyor; ama bir yere kadar ve tek bir açıdan! Bir değerin veya inancın toplumsallaşmasında siyasetin; bu siyasetin şekil ve içerik verdiği eğitimin, o değer veya inanç sahiplerinin eliyle meydana gelen ekonomik gücün elbette büyük rolü vardır. Ama siyasî ve ekonomik gücün aynı zamanda insanı ayartan ve zamanla meşruiyet çerçevesini, manevî kılıflarla kamufle edilmiş arzular istikametinde genişleten bir potansiyeli de vardır. Nedense, masanın önü ile arkası aynı değildir. Masanın arkasında oturan kişi, zamanla “durumun bizim bildiğimiz gibi olmadığını” anlar(!) ve o makamın/konumun gereğine, hikmet-i hükûmete ve piyasanın gerçeklerine çabucak uyum gösterir. Artık dinî duyarlılıklarda yıpranma zamanı da gelmiştir. 
 
Medyanın rolü
 
Mesela, yıllardır takip etmekte olduğu İslamcı- muhafazakâr bir gazetenin yayımladığı tam sayfa konvansiyonel banka reklamına eskiden olduğu gibi buğzetmez. Köşesinde, çırpınarak başörtüsünün farz olduğunu haykıran bir büyük hocanın yazısının hemen altında bir magazin güzelinin yarı çıplak fotoğraflı haberini görünce, perhiz-lahana turşusu denklemini hatırlamaz.  Aynı İslamcı-muhafazakâr gazetenin verdiği aylık kitap ekinin arka kapağında “Aldatmak” isimli romanın yine tam sayfa, üstelik kargosunun da bedava olduğu müjdesiyle reklamının yapılmasını da önemsemez. Evli bir gazeteci kadının, mesleği gereği takip ettiği bir siyasetçiyle kocasını aldatmasının, sadece bu kadar mı, onunla anal-oral bütün çeşitleriyle nasıl seks yaptığının ayrıntılarıyla anlatıldığı bu romanın nasıl olur da evine bir İslamcı gazete sayesinde girebildiğini sorgulamaz. Keza bir başka İslamcı gazetenin Pazar ekinde şapkalı iki şuh kadının yarım sayfayı bulan resimleri arasında “her dönem yeni trend ve akımlarla yenilenerek ön planda kalmayı başaranların ikonik parçaları bu sezona da damgasını vuracak” ifadesi artık alelâde gelir. İlahiyat Fakültesi kantinlerinde kızlı-erkekli grupların fıkralar anlatıp birlikte kahkaha atmalarını sosyalleşme olarak değerlendirir.
 
Diğer taraftan siyaseti ve ekonomiyi ihmal edip bütün başarıyı sadece tebliğ ve tekfir içerikli “cihad”da görmek de sorunlu bir yaklaşımdır. Gerçeklerden kopuk, en yakınlarıyla kavgalı, uzun vadeli planlamadan ve kurmay aklından yoksun, anlık öfke ve devrim patlaması olarak somutlaşan bu patolojik cihad, nedense önce Müslümanlara karşı yapılıyor. Ve nedense red ve inkârla başlıyor, ıslahla değil. Yine ne hikmetse iç arınmayı (büyük cihadı) gerçekleştirme, ilmî ve kültürel (teknolojik değil) donanıma sahip olma, bu meyanda dinî metinleri anlama ve yorumlama metodolojisini (usûl-i fıkıh) kavrama, insanı ve toplumu tanıyıp tahlil etme gibi gerçekçi süreçlere girmeye hiç azmetmeden, kadınsa uzun siyah cilbab giyip peçe takmayı; erkekse uzun sakal bırakıp yakasız gömlekle ütüsüz şalvar giymeyi Müslümanlığın ilk ve aslî adımı gibi telakki ediyorlar. Müslümanların yaşadığı tarihi, bu tarih içinde ürettikleri kültür ve medeniyeti bir çırpıda yok sayıp kendi düşünce gettolarında ürettikleri ve toplumsallığı/gerçekliği olmayan platonik bir din algısına sıkıca sarılıyorlar. Bunların bir kısmı, Müslüman burjuvazi karşıtlığından sosyalizme intisap ediyor ve radikal duruşuna mülkiyet ve servet düşmanlığını da ekliyor. Bu minvalde ideolojik beslenmesini ihmal etmeyenler “İslamî sol” kavramsallaştırması altında inciler de döktürüyor. Hal böyle olunca, güncelle medenî ölçüler içinde asla yüzleşmeye güç yetiremeyen bu radikaller için şiddet, kesin ve hızlı bir çözüm aracı oluyor.
 
Görün ya da görmeyin, Türkiye’de mezkûr kodlara sahip iki farklı “Müslüman gençlik” var ve her ikisi de ilk yardıma muhtaç durumdalar. İyi de, bu ilk yardımı kim yapacak ve nasıl yapacak? Bunu cevaplamak, derdi teşhis kadar kolay değil elbette. Ama yine de çözüm(ler) üzerinde kafa patlatmak gerek. Konu “Müslüman gençlik” olunca ve sorunun merkezinde din algısı veya bu algının zamanla değişime uğraması bulununca çözümün ilk adımının, söz konusu algıyı önce oluşturmak sonra da yönetmek olacağı açıktır. Bu bağlamda, İslam’ın ana kaynaklarına bağlı ve tarih boyunca büyük çoğunluk tarafından benimsenmiş yorumunun esas alınacağı bir din öğretimi modelinin etkinleştirilmesi üzerinde durulmalıdır. Bunun tamamlayıcı unsuru ise yapılan öğretimin somutlaşacağı din eğitimi alanıdır. 
 
Çözüm önerimizin bu ilk adımı, zorunlu olarak bizi, din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi eksenindeki güncel tartışmalara bağlıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği “Mahkememiz, Türk eğitim sisteminin, din eğitimi konusunda, ailelerin inançlarına saygı gösterecek uygun metotları halen yürürlüğe koymadığını tespit etmiştir.” kararı, önerimizi anlamsız kılacak bir içeriğe sahip değildir. Zira mezkûr kararın ana gerekçesini oluşturan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Protokol’ünün 2. Maddesi “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir” diyerek din kültürü dersinin, ders programında yer alabileceğini kabul etmekte fakat içeriğinin ve şeklinin belirlenmesinde ana- babaya yetki tanımaktadır. Dolayısıyla kararı, bazılarını yaptığı gibi “Din dersi için AİHM freni” diye okumak, kararı anlamamak, açıkçası manipüle etmek olacaktır. Kaldı ki, Mahkeme söz konusu kararında, Türkiye’nin Avrupa’dakine benzer bir sisteme geçmesi gerektiği uyarısında da bulunmuştur. Anaokulundan liselere kadar hatta bazılarında üniversite de dâhil, pratik eğitimiyle beraber din öğretiminin Avrupa’da bizzat kiliseler tarafından genellikle de mabetlerde yapıldığını; birçok Avrupa ülkesinde anaokullarının çoğunluğunun kiliseler bünyesinde olduğunu hesaba kattığımızda, Mahkemenin “Avrupa’ya benzeme” tavsiyesini ülkemizde acaba nasıl uygulayacağız? Tabiatıyla bu konu, bahs-i diğer. 
 
Gençlere ilk yardım!
 
Asıl sorunumuza yani farklı kodlara sahip Müslüman gençliğe ilk yardım sadedindeki çözüm önerilerimize dönecek olursak, ikinci adımda bu gençlerin müntesibi oldukları siyasî ya da dinî oluşumların yöneticisi konumunda olan “büyükler”e büyük iş düştüğünü, müsaadenizle dile getireceğim. Bu “büyükler”, üye/mürid sayısını artırma odaklı nicel büyüme kaygısından ziyade, müntesiplerini aynı zamanda sağlam itikat, düzenli ibadet ve övgüye lâyık bir ahlâk sarmalında hayat boyu eğitimle kazanılacak nitel olgunlaşma kaygısını merkeze almalıdırlar. Gençlere gelince, fazla bir şey yapmalarına gerek yok; sadece şöyle bir durup örnek zamanların yani Hz. Muhammed ve onu takip eden iki neslin sergilediği İslâm anlayışı ve duruşuyla kendilerini muhasebe etsinler. O zaman görecekler ki, İslâm, heveslere meşruiyet sağlayan bir araç değil, hayatın kendisine göre programlanacağı bir öğretidir. Ve yine göreceklerdir ki, bu din müsamahalı, dengeli, müjdeleyici, kolaylaştırıcı ve kuşatıcı bir öze sahiptir ve tekfir/dışlama, onun en son düşüneceği husustur.