Ramazan misafirdi...

Dr. Necdet Subaşı/Sosyolog-Yazar
27.07.2014

Muzip ve aylak bir dindarlıkla “artık hayırlısıyla gitse de kurtulsak” edebiyatı içinde onunla kurduğu ilişkiden yana dertli olanların o acıtıcı dili bizimkilerin kıyısına bile yanaşamazdı. Orucu hakkıyla idrak etmek, fakiri fukarayı gözetmek, her daim özen isteyen bir şekilde yaşamak, Ramazan’dan yüksünmemek, tuttuğunu başa çalmamak, oruç gibi olmak ve onun üzerinden pazarlık yapmamak... Sanırım annemin de babamın da orucu böyle emsalsiz bir şeydi.


Ramazan misafirdi...

Annem de babam da öyle anlaşılıyor ki artık bundan böyle oruçlarını tutamayacaklardı. Bir ömür her yıl kesintisiz bir süreklilikle takip ettikleri Ramazan’a bir türlü düzelemeyen sağlık sorunları nedeniyle veda edeceklerdi. Üzülüyorlar, hayıflanıyorlar, ağlaşıyorlar, çok yakınlarından birini gözlerinin önünde öylesine kaybetmiş gibi hüzünleniyorlardı. Dokunsanız da ağlıyorlardı dokunmasanız da... Oruç onların gizemli iç dünyalarında meğer her şeymiş, şimdi kendilerini parçalanmış ve buruk hissediyorlardı. Onlar için oruç hiçbir zaman “alt tarafı oruç” olmamıştı, oruç kefareti ödenip geçiştirilecek bir şey hiç mi hiç olmamıştı. Oruç ellerinden kayıp gidiyordu, uçup gidiyordu. Şimdi onları ne tutacaktı? 

Bu yıl Ramazan’da hem annem hem de babam artık oruçlarını tutabilecekleri bir takatten epeyce uzaklaşmış bir durumdaydılar ve başta doktorlar olmak üzere aile çevremizdeki hemen herkes onların oruç tutmalarının giderek dinen de sakıncalı bir hâl alabileceğini ifade etmeye başlamışlardı. Buna rağmen annem de babam da bütün bu uyarı ve tembihleri hiçe sayarak ilk gün oruçlarını tutmakta ısrarcı oldular. Sonuç tabii ki vahim oldu. O gece bütün maile sahuru hastanede hem de acilde yaptık, tabii ki iki eksik katılımla. Şimdi teslim bayrağını çekmeye zorlanan onurlu bir savaşçı duruşuyla, tuttukları tekmil oruçların hatıralarıyla öyle düşkün öyle melül melül size bakan birer çift gözle karşı karşıyaydınız.

Biliyorum sorsam annem de babam da bütün oruçlarını hatırlayabilir, hangi Ramazan’ı nerde, hangi şehirde, hangi çocuklarıyla birlikte geçirdiklerini size bir bir sayabilirlerdi. Oruçla özdeşleşen hikâyelerini zevkle, özlemle anlatır, varsa daha fazlasını da anlatabilirlerdi.

Ne babamın ne de annemin oruç üzerine geniş bir okuma listeleri olduğunu sanmıyorum. Eminim bu alanda üretilmiş retorikten de edebiyattan da habersizdiler. Dinledikleri her vaaz ya da kendilerini yakalayan her irşat programı, iç dünyalarında kıvamını bulmuş bir maneviyata dokunduğu ölçüde muteberdi. Televizyonda konuşan, bıkmadan, usanmadan konuşan, mütemadiyen konuşan ekran hocalarına kulakları kapalı değildi onların. Ama oradan alabilecekleri, oradan alıp bizimle paylaşabilecekleri hiçbir şey olmadığını görür, buna içerler, üzülürlerdi. Bütün ibadetlerinde olduğu gibi oruçlarında da yaşadıkları huzuru, sahip oldukları o muhteşem tadı dayandıracakları bir tane kitapları, atıfta bulunacakları bir tane hocaları yoktu. Oruçlarını tutar, iftarı o minvalde beklerlerdi. Başkalarının oruçla ilgili ileri geri laflarına kulak asmaz, onlar oruçla iflah olmayı, oruçla beslenmeyi ve başkalarına da oruçla huzur vermeyi umarlardı.

Tanrı misafiri

Şimdi aklıma geldi ama ifade etmekte zorluk çekebilirim. Ben tam olarak hâlâ hissedebilmiş değilim ama bizimkiler için Ramazan basbayağı bir misafirdi. Oruç bize misafirliğe gelirdi ve her şeyden önce o bir “tanrı misafiri” olarak muamele görmeyi hak ederdi. Bize düşen onu layık-ı veçhile karşılamak, güzelce ağırlamak, ona iyi davranmak, onu hoş etmek ve vakti saati gelince de adabınca uğurlamaktı.

Geçen yıl Samsun’daki evimizin balkonundan denize doğru seyre dalmış, babamla muhabbet ederken, annem de yanı başımızda bize kulak kesilmişken -ki sanırım o esnada o tadına doyum olmaz sarmalarını sarıyordu- biraz onları anlamak biraz da onları deşmek için “bu sene de Ramazan bitti. İşte gidiyor...” diye bir söz açmış, lafı onlara vermiştim. Demez olaydım. Bu ânı görmek gerekir. Hem annem hem babam, eski zamanlarda onur ve itibar sahibi ailelerin misafirlerini yolcu ettikten sonra yaptıkları gibi, başladılar bu Ramazan’ın nasıl da gaflette geçtiğini anlatmaya. Resmen kendi ev sahipliği rollerini yargılıyorlar, Allah’ın birer rahmet ve mağfiret fırsatı olarak gönderdiğine inandıkları hediyeye hakkını veremediklerinden yakınıp duruyorlardı. Ben onları dinleyince kendi halimle yüzleşmekten kaçınmış, “beni hiçbir yer kabul etmez bu gidişle” diye, içimde zapt edilmesi güç bir hız içinde sanki o sırttan bu sırta savrulan ot balyaları gibi yuvarlanmaya başlamıştım.

Babam ağladı mı annem de zaten sırada beklerdi sanki ona katılmak için. Benim gibi kalbi kaskatı birinin bile bu ağır havaya uymak durumunda kalması, aslında mevcut durumu anlatmaya yeter de artardı sanırım. Misafirlerini ihya edemediklerinden yakınıyorlar, ruz-i mahşerde-hesap gününde nasıl hesap vereceklerini soruyorlar, içinden çıkamayacakları bir sorgudan yana yakınıp duruyorlardı. Onlar için bu günler Allah’a daha da yakın olma ayıydı. Kur’an’la yeterince temas kurabilselerdi... Geceleri yan gelip yatmasalardı, onları ihya edebilseydiler... Ağızlarında malayani şeylere yer açmasalardı... Onlara kalsa bu imtihanı çoktan kaybetmişlerdi. Olur mu? Bence kaybettikleri hiçbir şey yoktu. Sonunda onlar bu defterleri açtıkları her seferinde, ben kendimi içine kapatacağım ve bir daha kendisinden haber alınamayacak bir yer arıyordum. Onlar titrek ve ağlamaklı sesleriyle hesap gününün telaşını hatırlatırken dertleri, sevgili bildikleri, güvenilir buldukları birine gerekli özeni gösterememiş olmaktan duydukları telafisi imkânsız kusurlarıydı. Doğrusu bin pişman olmuştum ben bu defteri açtığıma.

Muzip ve aylak dindarlık

Ramazan bugün de bir misafir miydi? Muzip ve aylak dindarlığımız içinde “artık hayırlısıyla gitse de kurtulsak” edebiyatı içinde onunla kurduğu ilişkiden yana dertli olanların o acıtıcı dili bizimkilerin kıyısına bile yanaşamazdı. Orucu hakkıyla idrak etmek, fakiri fukarayı gözetmek, her daim özen isteyen bir şekilde yaşamak, Ramazan’dan yüksünmemek, tuttuğunu başa çalmamak, oruç gibi olmak ve onun üzerinden pazarlık yapmamak... Sanırım annemin de babamın da orucu böyle emsalsiz bir şeydi.

Balkonda Karadeniz’in dalgalarına dövdürdüğü sahillerine bakarken “bir daha Ramazanları görecek miyiz?” sorusu bu hayattan çekilip gitmekten kaynaklanan bir korkudan çok, daha başında mübarek ve sevimli olarak ilan edilen bir iklime tekrar kavuşup kavuşamayacaklarına dair muğlâk bir beklentiden kaynaklanıyordu.

Oruç gerçekten de bir insan gibi, saygı değer bir “Tanrı misafiri” gibi gelirdi. Onu karşılamada hepimiz hazır olurduk. Uzaklardan gelmiş ve bizde nasıl bir sürece tabi olacağını kestiremeyen biri gibi geldiğinde bizimkiler aile efradını bir kenara çeker, uyarırlardı. “Yüzünüzü asla ekşitmeyin” derlerdi, “onları rahatsız edecek imalardan kesinlikle sakının” derlerdi “yüksek sesle konuşup onları huzursuz etmeyin” derlerdi. “Onlar misafirdirler ve çok alıngan olurlar” derlerdi. Biz işte böyle bir ortamda, orucu da tatlı bir amca gibi, tap tatlı bir teyze gibi, bize emanet edilmiş sevimli bir bebek gibi karşılardık. Kendimizi değil onu düşünürdük. Misafirler eli boş gelmezdi, Ramazan da eli dolu gelirdi. Giderken neyi var neyi yok, bize bırakır öyle veda ederdi. Biz bu hediyeleri paylaşırdık, şimdi anlatamam biz bunlarla bütün bir yıl idare eder, yeni bir Ramazan’ı iple çekerdik. Ramazan bize iyi gelirdi.

Bize yol mu göründü?

Onlara artık oruç tutmalarının dinen de ilmen de gerekmediğini ifade ettiğimde duyduğum mezarıma kar yağsa unutmayacağım şu sözler babama aitti. “Ne yani?” demişti. “Oğlum! Bize şimdi yol mu göründü diyorsun?” “Sahi eğer oruç tutamayacaksak ne diye yaşayacaktık?” Bu duygu kendisi için mazeret üstüne mazeret üreten, azimet yerine o ruhsat senin bu ruhsat benim dolanan pazarlıklı dindarların asla bilmeyeceği bir şeydi.

Şimdi oruca güya veda etmiş ebeveynimin bana hâlâ oruç tutuyormuş gibi görünen yüzlerine bakıyor bu sırrı anlamaya çalışıyorum.

[email protected]