Ramazan’a mukaddime: Türkiye’de dinî hayatın manzara-i umûmiyesi

Prof. Dr. Mustafa Öztürk/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak.
21.06.2014

Laik ve pozitivist değerler toplumsal ve kamusal alanda dinî değerlerin yerine ikame edilerek dinden doğan boşluğun doldurulmasına çalışılmıştır. Ne var ki Cumhuriyet’in kurucu elitine ait bu politika, tarihsel olarak çok derin damarlardan beslenen dinsel ve kültürel kodları çözüp eritmede çok başarılı olamamıştır.


Ramazan’a mukaddime: Türkiye’de dinî hayatın manzara-i umûmiyesi

Türkiye coğrafyası kadim zamanlardan beri muhtelif medeniyetlere beşik olmuş bir coğrafyada yer aldığı için dinî inanç ve yaşantı kültürü bakımından çok renklive desenli bir görünüme sahiptir. Bu yüzden Türkiye’deki dinî hayata dair yazı yazmak epey meşakkatli bir iştir. Dahası, Sünnî İslam’ın dahi çok sayıda modern yorumunun mevcut olduğu ve hemen her yorumun azımsanamayacak sayıda taraftar bulduğu bir ülkedeki dinî hayatın tüm karelerini çok kısa bir makale dâhilinde resmetmek muhaldir. Hâliyle Türkiye’deki dinî hayatı coğrafî yerleşim ve insan temelinde nesnellik oranı görece yüksek kaba tasniflerlebetimlemeye çalışmak en makul yol gibi gözükmektedir.

Türkiye’deki dinî hayat teorik düzeyde İslam ortak paydasında birleşmekle birlikte pratik açıdan çeşitlilik arz eder. Öyle ki ülke sathında dinî inanç ve pratiklere hayatın her alanını kuşatacak ölçüde bağlılık gösteren samimi-ateşli dindarların yanı sıra dinî yaşantının cemaat ve tarikat gibi müesses yapılar içinde kıvam bulduğuna inanan grupçu dindarlara, itikadi problemleri bulunmadığı halde dinî vecibeleri eda hususunda zaaf gösteren alaca dindarlara, dinî ilgisi kolektif dindarlığın yoğunlaşmasına vesile olan Ramazan ayı, bayramlar, mübarek geceler ile mevlit ve cenaze törenlerinde kayda değer artış gösteren mevsimlik dindarlara, dinî yaşantısını fiilî duruma göre düzenleyen idare-i maslahatçı dindarlara, dine karşı tamamen ilgisiz ve kayıtsız kalan insanlara, dinî yaşantıyı ilâhî davete iman ve teslimiyetle bir mukabele olmaktan çıkartıp dünyevî mübadeleye tâbi kılan gösterişçi dindarlara rastlamak mümkündür. Dinî hayatın tezahürlerini daha genel düzeyde kategorize etmek de mümkündür. Şöyle ki Türkiye’nin kırsal kesimlerindeki insanlar ile gelir ve eğitim düzeyi alt ve orta seviyedeki şehir sakinlerinin dinî hayatları, geleneksel halk dindarlığı olarak tanımlanabilir. Teolojik konulara ilgisizlik, şekilcilik, taklitçilik geleneksel halk dindarlığının mümeyyiz vasıfları arasında zikredilebilir. Folklorik kültür içinde kökleşmiş ve kalıplaşmış unsurların hâkim olduğu bu dindarlık türünde, Kur’an ve sünnetle belirlenen hususlardan ziyade İslam ulemasının ürettiği bilgiler, tasavvufî motifler ve bir kısmı halkın kadim kültürüne kadar uzanan, diğer bir kısmı da komşu kültürlerden tedarik edilen ve fakat zaman içinde dinî-İslâmî bir renge bürünen muhtelif inançların tezahürü olarak, sözgelişi, bir şişe sirkeyle Oruç Baba’yı ziyaret etmek gibi akla ziyanritüeller de önemli bir yer tutar. Bununla birlikte, geleneksel halk dindarlığı içinde Sünnî ulema tarafından hurafe ve bâtıl itikat olarak tanımlanan unsurları mümkün mertebe elekten geçirmeye çalışan bir dinî düşünce ve hayat tarzı da mevcuttur.

Türkiye’de gözlemlenen bir diğer dindarlık türü de dinin Tanrı ile kul arasındaki manevî bir bağ olduğu iddiasından hareketle, İslâmî öğretilerin ahirete müteallik işlere hasredilip umur-u dünyaya müteallik tanzimin akıl ve bilime tevdi edilmesi gerektiği fikrini savunan laik ve/veya laikçi dindarlıktır. Konjonktürel durum uyarınca geleneksel dindarlık ile laik dindarlık arasında gidip gelen kategori isetranzisyonel dindarlık olarak tanımlanabilir. İlerlemeci görüşle birlikte işlev kazanan ve farklı toplumların kaderini birbirine bağlayan modernleşme sürecine bağlı olarak Türkiye’deki geleneksel normların büyük ölçüde değişmeye yüz tuttuğu görülmekle birlikte, dindarlığın bilhassa aile, ailevî ilişkiler ve eğitim gibi alanlarda hâlen etkili bir faktör olduğu rahatlıkla söylenebilir. Buna karşılık dindarlığın siyaset, ekonomi ve ticaret gibi alanlarda aynı ölçüde belirleyici olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Çoğunlukla müspet bir değer atfedilen zenginliğin elde edilmesinde sadece çalışmanın yeterli olmadığı, Allah’ın onu nasip etmesi gerektiği düşüncesi genel kabul görse de ekonomik ilişkilerde dindarlığın gerekli kıldığı davranış kodları etkin değildir. Bu yüzdendir ki dindar insanın ticari hayatta dindar olmayana göre daha dürüst ve güvenilir olduğu fikri günümüz toplumunda pek fazla taraftar bulmamaktadır.

Köyden kente dinî hayat

Dinin ekonomik ahlak alanında belirleyici unsur olmaktan çıkması bir yönüyle toplumda fıkıhçı ya da davranış düzeyinde takvadan ziyade fetvaya itibar edilmesini gerektiren ilmihal dindarlığının egemen olmasıyla, diğer yönüyle de Türkiye’nin modernleşme tarihinde ortaya konulan laiklik programıyla çok yakından irtibatlı bir olgudur. Zira Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinîlik ve İslâmîliğin merkezî otoritenin dışına itilmesiyle başlayan süreçte, en azından halk arasında yaşadığı şekliyle İslam’ın kamusal alandaki tezahürlerinin bertaraf edilmesi amaçlanmıştır. Dinîliğin bu alandaki görünümlerini ortadan kaldırmaya yönelik bir dizi modern yaptırım talebinin daha çok seküler bir yaşam tarzını hedeflediğinde şüphe yoktur. Bunun içindir ki, laikleşmenin dinî kurum ve kuralların toplumdaki diğer etkinlik alanlarından izole edildiği bir sosyolojik süreç biçiminde algılanmasına paralel olarak İslam’ın özellikle eğitim, ekonomi ve siyasal alandan tecrit edilmesi ve sadece bireyin vicdanıyla sınırlı bir manevî tecrübe olarak görülmesi için hayli çaba sarf edilmiştir.

Bu bağlamda laik ve pozitivist değerler toplumsal ve kamusal alanda dinî değerlerin yerine ikame edilerek dinden doğan boşluğun doldurulmasına çalışılmıştır. Ne var ki Cumhuriyet’in kurucu elitine ait bu politika, Ömer Çaha’nın ifadesiyle, tarihsel olarak çok derin damarlardan beslenen dinsel ve kültürel kodları çözüp eritmede çok başarılı olamamıştır. Aynı kurucu elit, kamusal hayattaki geleneksel değer ve sembollerin kendi doğal evrimi içinde değişmesine müsaade etmeyince, toplumsal bilinçte seküler normlara karşı bir reaksiyon oluşmuştur. Başka bir deyişle, toplum seküler normları kolayca özümseyememiş ve bu durum ahlâkî değerler noktasında toplumsal bir aşınmaya yol açmıştır.

Türkiye’nin kırsal kesimlerimdeki dinî hayat, kentlerle mukayese edildiğinde geleneksel formuyla hâlen oldukça canlı ve güçlüdür. Diğer bir deyişle, kırsal kesimlerde dinin gelenekçi ve muhafazakâr yönünü temsil eden halk dindarlığı hâkimdir. Dindarlığın bu biçiminde tasavvuf ve tarikat etkilerinin yanısıra çeşitli hurafeler, folklorik inançlar, ziyaret ve adak ritüelleri çok önemli bir yer tutmaktadır. Diğer yandan, köy toplumlarının dinî yaşayışlarında cemaat yapısı ağır basmakta ve bu küçük dünya içinde birey, birçok toplumsal tutum ve davranışında olduğu gibi, dinî yaşayışında da cemaatin etki alanının dışına çıkamamaktadır. Bununla birlikte, şehirleşmenin bir sonucu olarak, toplumun dinî yaşayış üzerindeki denetim gücünün azalması ve yaşamın giderek bireyselleşmesi açık köy toplumlarında da belli ölçüde görülmektedir.

Şehirlere gelince, bilindiği gibi modern şehir hayatı, başta dünyevileşme olmak üzere ilişkilerin kurumsallaşması, akrabalık ve komşuluk bağlarının alabildiğine zayıflaması, toplumsal çatışmaların artması ve kitle iletişim araçlarının gitgide daha fazla önem kazanması gibi olguları ihtiva eder. Yine bu hayata özgü rasyonel planlama ve örgütlenme, toplumsal ilişkilerin bürokratik kurumlar üzerinden yürütülmesi, yaygın eğitim ve öğretim faaliyetleri ile kitle iletişim araçlarının kültürel yapıyı yönlendirmesi gibi faktörler, kişilerin bilinç ve algı kalıplarında değişime yol açar. Buna bağlı olarak geleneksel dinî değer ve kavramlar rasyonelleşme, çözülme ve hatta erime yönünde değişime uğrar. Nitekim dinî yaşayıştaki yoğunluk, toplumsal yapının üst tabakasında görece düşük olup orta ve aşağı tabakalar ile bilhassa şehir hayatıyla henüz tam olarak bütünleşememiş gecekondu muhitlerine doğru gidildikçe artış gösterir. Gecekondu, Şerif Mardin’e göre karton yerleşimler değil, geldikleri yerin fakirliğiyle mukayese edildiğinde, bir tür “yukarı hareketlilik” olarak tanımlanabilecek toplulukların yerleşimidir. Kırsaldan büyük şehirlerin kenar semtlerine göç edenler, dinin merkezî bir yer işgal ettiği özgün yerleşimlerini yeniden oluşturdular. Günlük yaşamdaki İslâmî ritmin şehir merkezlerindekinden daha canlı olduğu bu bölgelerdeki dinî yaşantıyı, Anadolu’daki geleneksel ve mutedil İslam’ın şehre başarılı bir transferi olarak görmek mümkündür. Bu noktada, gecekondu semtlerinde yaşayan insanların şehirde kalış süresine bağlı olarak yaşadıkları göreli yoksunluk duyguları ile siyasi yöneliş ve tutumları arasında kurulan ilişkilerin din-siyaset ekseninde manidar karşılıklarından da söz edilebilir.

Cemaat ve tarikatlar

Şehirlerdeki dinî hayat kapsamında cemaat ve tarikat dindarlığından da söz etmek gerekir. Kuşkusuz din, bireysel olduğu kadar bireyi aşan cemaat ya da grup teşkil edici bir özelliğe de sahiptir. Sekülerizasyon sürecinde dinî inanç ve pratiğin büyük ölçüde kaybolacağı ve/veya bireyselleşeceği yönündeki modernist öngörüye rağmen toplumun şehirleşme ve modernleşme pratiğinde müesses dinî yapılar ve grupların hâlen çok etkili olduğu kuşkusuzdur. Dinî gruplar, cemaatler ve tarikatlar hitap ettikleri toplumsal tabakalara göre birbirlerinden farklılaşır. Sözgelimi Nakşibendilik alt gelir gruplarını harekete geçirici yeni örgütlenme modelleri geliştirmek suretiyle güç ve yaygınlık kazanmıştır. Nakşiliğin yaygınlaşmasında toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal faaliyetlere yönelme eğilimi önemli bir rol oynamıştır. Bunun yanında, modern hayatın yeni değer ve dinamikleri karşısında klasik üslup ve tarzını bir kenara bırakıp toplumsal boyutta eğitimden ekonomiye kadar yeni işlevler üstlenen Nakşî cemaatlerin, şehirleşme sürecinde geleneksel bağların çözülmesine ve bireyselliğin yaygınlaşmasına yol açan değişim ortamında, yalnızlık ve yabancılık hisseden bireylerin iç huzuru, umut, güven ve dayanışma taleplerine cevap verme kabiliyetiyle de yaygınlık kazandığı söylenebilir.

Sosyolojik analizlere göre şehir hayatında aile ve diğer küçük gruplar arasındaki samimi ve sıcak bağların kopmaya yüz tutması, gündelik hayatın çok hızlı ve dakik bir şekilde akıp gitmesi, insanın birçok menfaat birliği karşısında bocalaması gibi faktörlerin ürettiği yalnızlık ve bireycilik gibi tecrübeler, insanları ister istemez bir cemaate aidiyet duygusunu tatmine yönlendirmiştir. C. Çelik’in tespitiyle muhtelif dinî cemaatler, modernleşme süreçlerinin başarısızlığı ve bazı alanlarda da aşırılığı nedeniyle sistem dışı kalanların yönelim ve gereksinimlerini karşılayan cazip adresler hâline gelmiştir. Bu çerçevede tarikatlar, müntesiplerinin sosyo-kültürel kimlikleriyle bütünleşme potansiyeli içeren mistik kültürel kodları sayesinde değişime ve yabancı kültür değerlerine karşı direnç üretebilmektedir. Dolayısıyla şehir vasatında tarikat veya cemaate intisap etmek bir bakıma kimliği onarma ve koruma ihtiyacını karşılama mesabesindedir.

Cemaatler ve tarikatlar temelde oligarşik bir yapıya sahip olmakla birlikte, dinî inanç ve pratikler açısından bazı ton farklılıkları içerir. Mesela, kimi tarikat-cemaat çevrelerinde kusursuz bir dogmatik dindarlık hâkimdir. Gündelik hayatın manevî surlarla çevrilmiş bir getto içinde devam ettiği bu çevrelerde hemen her mesele doğru-yanlış, sevap-günah ya da caiz-gayri caiz biçiminde zıt kutuplu olarak izah edilir. Buna karşılık bazı cemaatler modernleşme, sosyalleşme ve eğitim düzeyindeki gelişme gibi faktörlere bağlı olarak muhafazakâr bir çizgiyi temsil eder. Muhafazakâr dindarlıkta gelişim ve değişime teorik planda karşı olunmamakla birlikte, “yeni”ye karşı her zaman mesafeli durulur ve bilhassa geleneksel bidat anlayışından ötürü dinî alanda yeni fikirlere ciddi rezerv konulur.

Bu mesele bir yana, hâl-i hazırdaki Türk/Türkiye muhafazakârlığı, maddi ve modern reflekslerle donamış şimdi üzerinde hâkimiyet sürebilme isteği şeklinde kendini ifade etmektedir. Muhafazakârlar Kemalizm ve resmi ideoloji karşısında tepkilerini ortaya koyarlarken kendi kapalı dünyalarını, tek yanlılıklarını hakkıyla sorgulayabildiklerini söylemek de pek mümkün değildir. Kısa yoldan bütün günahlar Türk modernleşmesinin sakat ve çarpık gelişimine yüklenmiştir. Türk muhafazakârları artık mağdur ve muhalif kimliklerinden sıyrılıp modern dünyanın bilindik sıradan tepkilerini verir hale gelmiştir. Temelde tasavvufî damarlardan beslenmesine karşın pratikte tarikatlardan farklı bir örgütlenme, disiplin ve eğitim modeli sunan ve bilhassa kendilerini Türk-İslam sentezinin devlet severliğinde ifade etmeye çalışan bazı cemaatleri dinî muhafazakârlık kapsamında değerlendirmek mümkündür. Üyeleri arasında güçlü bağlar kurmak üzere öğrenci evleri ve yurtları gibi sivil yaşama alanları oluşturan bu cemaatler özellikle devlet bünyesindeki müesseseleri kullanarak kendilerine yeni kamusal alanlar açmaya çalışmakta ve fakat kimi zaman da, 17 Aralık tecrübesinde görüldüğü üzere, bilindik cemaat kalıplarının dışına çıkarak devlete tasallut etme düzeyinde arsızlaşmaktadır. 

[email protected]