Real-politikten moral-politiğe Türkiye’nin dış politikası ve Filistin

Dr. Şaban Kardaş
26.07.2014

Türkiye’nin moral politikası Batılı-liberal evrensel değerler üzerinden formüle edilmektedir ve Türkiye İsrail-Filistin sorununda iki devletli çözüm formülünü hayata geçirecek adil bir anlaşmaya kadar bu yaklaşımını sürdürecektir.


Real-politikten moral-politiğe Türkiye’nin dış politikası ve Filistin


Türkiye’nin İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü operasyonlara karşı tutumu siyasi tartışmaların merkezine oturdu. İsrail’in ezici asimetrik gücünü kullanarak Filistin halkını maruz bıraktığı bu insanlık dramına verdiği tepki ile Türkiye, sadece bölgede en fazla öne çıkmakla kalmadı, aynı zamanda başta ABD olmak üzere diğer uluslararası aktör ve kurumların sessizliğini eleştirerek bu tutumunu dış ilişkilerinin diğer alanlarına da taşımış oldu. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın ABD liderliğini Filistin’deki katliamlara kayıtsız kalması nedeniyle doğrudan hedef alması ve buna karşılık ABD’den verilen cevapların tonu dikkate alındığında, Türkiye’nin İsrail eleştirisinin diğer ikili ilişkilerini de etkilemesinin önü bir kez daha açılmış oldu.


Türkiye’nin Filistin meselesini dış politikasında bu derece merkezi bir yere konumlandırmasını anlamlandırabilmek için bunun dayandığı kavramsal kodlara daha yakından bakmak faydalı olacaktır. Filistin meselesinde, kısaca, Türkiye’nin doğrudan yaşamsal çıkarlarını tehdit etmeyen bir sorun olsa da, uluslararası alanda üst düzeyde savunuculuğuna soyunduğu bir örnekle karşı karşıyayız.


Ahlaki tercihler


Türkiye’nin Filistinlilerin haklarını uluslararası platformlarda dillendirmesi veya bunun ihlallerine karşı hassasiyet göstermesi, sorunu sahiplenmenin yanı sıra çok ileri düzeyde bir içselleştirmenin de bir sonucu. Bu anlamda, doğrudan ulusal çıkarlardan daha ziyade Türkiye’nin yaklaşımında değer-eksenli yapılan siyasi tercihlerin belirleyici olduğu bir moral politika arayışı öne çıkmaktadır. Türkiye güç, çıkar gibi kavramlarla bezeli ve cari siyasi koşulları dikkate alan reelpolitik bir yaklaşımdan daha ziyade hak, adalet gibi normatif öğelerle verilive olması gereken durumu dikkate alan moral politikayı dış politika söyleminin merkezine taşıdığı ölçüde de bunun doğurduğu ikilem, açmaz ve meydan okumalarla karşı kalıyor.


Bir anlamıyla, Türkiye’de siyasi yelpazenin farklı kesimlerinin Filistin meselesine dönük böylesi bir çerçeveden hareket ettiği söylenebilir. İsrail politikaları karşısında Filistinlilerin uğradığı haksızlığın teslim edildiği ve İsrail’e karşı eleştirel bir söylemin öne çıktığı dönemler geçmişte de oldu. Fakat yine de, bu moral politik tercihin Türk dış politikasında AK Parti döneminde çok daha öne çıktığı ve özellikle 2006 sonrasında evrilerek belirginleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye öncelikle, Batı ile ilişkilerinin gerilmesi riskini de göze almak suretiyle, Hamas’ın Gazze’de seçim zaferi sonrasında siyasi süreçlerden dışlanmasına karşı durmuş ve sonraki dönemde Hamas’la girdiği iletişimle ona Filistin siyasetinde ve uluslararası alanda meşruiyet tanıma ve alan açma yoluna gitmiştir. Daha sonrasında ise Dökme Kurşun Operasyonu’yla birlikte İsrail’e dönük eleştiri dozunu yükselten Türkiye, 2010 Mavi Marmara saldırısıyla birlikte doğrudan ikili bir sorun yaşama noktasına geldiği İsrail’le diplomatik ilişkilerini de sınırlandırmıştı. Öte yandan, Arap Baharı ile girilen süreçte Türkiye’nin benzeri değerler eksenli tercihleri önce Suriye’de, sonrasında da 2013 darbesine cevaben Mısır’da da yapmasıyla birlikte moral politik yaklaşımın dış politikasında daha öne çıktığı görüldü.


Evrensel değerler


Türkiye yaptığı moral politik tercihler neticesinde İsrail’in Filistinlilere uyguladığı aşırı şiddet ve genel anlamda işgal konusunda giderek doğru-yanlış veya haklı-haksız gibi kodlarla hareket ediyor. Bu açıdan da Türkiye’nin daha önceki dönemdeki ‘arabuluculuk’ arayışındaki politikasından uzaklaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Arabuluculuk büyük ölçüde sorunun özüne dair tavır almamayı ve tarafları arasında belli bir eşit mesafeyi korumayı gerektirirken, Türkiye bu pozisyondan uzaklaşmış, sorunun kökeninde yatan derin adaletsizliğe kalıcı bir çözüm sağlama gereğine işaret etmeyi tercih etmiştir. Bunda da, Türkiye’nin Arap-İsrail meselelerinde arabuluculuk rolü oynama potansiyelinin sıklıkla gündeme getirildiği ve uluslararası alanda da destek gördüğü dönemdeki İsrail’in yaklaşımını yakından müşahede etmesinin etkili olduğu söylenebilir.


Arabuluculuk faaliyetleri ile üretilecek çözümlerin şiddet sarmalını sona erdiremediği fakat ancak bir sonraki İsrail saldırısına kadar ötelediği, İsrail’in bu türden uluslararası faaliyetleri sadece kendi kısa-vadeli çıkarları doğrultusunda araçsallaştırdığı görüşünü benimseyen Türkiye, giderek adil bir çözümün yolunu başka enstrümanlarda aramaya başladı.


Bu noktada uluslararası platformlarda sorunu canlı tutma, İsrail’i kınama veya mümkün olduğu noktada yalnızlaştırmayı ve bu sayede adil bir çözümü tesisi hedefleyen adımları daha sıklıkla atmaya başlarken, moral politikası daha ‘zorlayıcı’ bir çizgiye evrildi. İşte bu noktada da moral politik tercihlerin reelpolitik koşullarda hayata geçirilmesinde karşılaşılan zorluklar nedeniyle Filistin’e dönük politikasının zaman zaman İsrail’le olan ilişkilerinin gerginlik kaynağı oluşturduğu ve diğer ikili ilişkilerine sıçradığı zemin de oluşmuş oldu.


Türkiye’nin İsrail’in son saldırılarıyla uluslararası aktörlerle yaşadığı tartışmayı anlayabilmek için, bu yeni zeminin yanı sıra, meselenin bir başka boyutuna bakmak faydalı olacaktır. Türkiye’nin Filistin politikası genelde dini dayanışma duyguları üzerine inşa edilmiş olsa da, moral politik tercihlerinin üzerine kurulduğu değerler setine daha yakından bakıldığında, bunun pek çok uluslararası sözleşmede karşılığını bulan evrensel normlara dayandırıldığı görülmektedir. İsrail’in işgali ve devam eden Gazze ablukasının evrensel insan hakları veya savaş hukuku konusundaki pek çok normu çiğnediği konusunda uluslararası alanda yaygın bir uzlaşı vardır. Türkiye de İsrail eleştirisini mevcut uluslararası sistemde kabul görmüş ve hatta bu uluslararası sistemin normatif dokusunu oluşturan ve bizim sıklıkla liberal-Batılı değerler olarak adlandırdığımız bu normlar üzerinden inşa ediyor.


Liberal değerlere yabancılaşma


Türkiye’nin dış politikasında Filistin meselesinden hareketle sertleşen bir tonu benimsemesinin asıl kökeninin de burada yattığını söylemek mümkündür. Türkiye’nin moral politikasını dayandırdığı liberal değerler sistemini kuran ve bunun uygulanmasında birincil derecede yetki ve sorumluluk sahibi olması gereken kurumların işlevlerini yerine getiremediği gerçeği ile karşı karşıyayız. Bir yandan insan haklarını dış politikalarında bir gündem maddesi yapan Batılı devletler, öte yandan başta Birleşmiş Milletler mekanizmaları olmak üzere diğer insan hakları konusundaki yapılanmalar bu liberal değerlerin temel taşıyıcısı ve enstrümanı oldular ve bu hala teorik düzeyde kabul gören bir argüman. Uzun yıllar, insan hakları savunuculuğu uluslararası düzeyde Batılı devletlerle özdeşleştirilen bir olgu olduğunu hatırlamak yeterlidir. Yine de, pek çok durumda bu türden moral politik tercihlerin reelpolitik hesaplara kurban edildiği ve bu evrensel değerler setinin modern uluslararası sistemde yeknesak uygulanmadığı da bir vakıa. Uluslararası alanda gerek ABD’den bulduğu destek gerekse de diğer bölgesel ve uluslararası ayrışmaları değerlendirerek kendisine açtığı alan sayesinde İsrail’in elde ettiği ‘İsrail istisnailiği’, yani evrensel değerleri cezalandırılmadan hiçe sayabilme lüksü, bu uluslararası normatif düzenin içinde barındırdığı açmazların ve çifte standardın en bariz örneği olarak karşımızda duruyor.


Türkiye, sadece Filistin meselesinde değil aynı zamanda Suriye ve Mısır örneklerinde de ahlaki olarak doğru olduğunu düşündüğü tercihlerini bu örneklerde dış politikasının temel belirleyicisi konumuna yükseltti. Bunun neticesinde son yıllarda benimsediği moral politik yaklaşımda reelpolitik gerçekliğe teslim olmama iradesini daha sıklıkla sergiliyor. Gerek söz konusu politikalarının giderek eleştiri konusu olması gerekse de bunlardan kaynaklı ABD ve diğer uluslararası aktörlerle yaşadığı gerilimin arkasında da bu tavrın olduğunu söylemek mümkündür. Türk liderlerinin söylemleri yakından incelendiğinde genel kabul görmüş evrensel değerlerin çiğnendiği bu örneklerde evrensel değerlerin taşıyıcısı olduğunu iddia eden aktör ve kurumların göreve çağrıldığını görüyoruz. Son yıllarda Türkiye’nin eleştirilerinin giderek BM sisteminin yetersizliği ve liberal-Batılı uluslararası düzenin lideri konumundaki ABD’nin sessizliğine yöneltmesi manidardır.


Türkiye özcü mü?


Bu açıdan bakıldığında aslında Türkiye’nin eleştirisinin, bazı çevrelerce oluşturulmaya çalışılan havanın aksine, özcü bir tavırdan kaynaklanmadığı görülmektedir. Gerek İsrail’e karşı geliştirilen eleştiri gerekse de İsrail’e verdikleri destek veya sessizlikleri nedeniyle ABD ve diğer ülkelere gösterilen tepki, özcü bir Batı veya İsrail karşıtlığının sonucu değildir. Burada muhatapların ‘kim olduğu’ndan daha ziyade ‘ne yaptığı’ asıl belirleyici etkendir. Yahudi örgütlerinin verdiği ödül alınırken, İsrail’in politikalarının eleştirilmesi bu nüansı yansıtması açısından önemlidir. Yine, Batı’dan ziyade, liberal değerlerin bu derece ayaklar altına alındığı bir ortamda buna karşı etkin bir çözüm üretemeyen Batılı hükümetler ve kurumlar Türkiye’nin eleştirisinin asıl hedefindedir. Ortak aidiyet -dindaşlık- temelinden Filistin halkının desteklenmesi Türkiye’nin politikasının dayandığı evrensel temelleri göz ardı etmemizi gerektirmemektedir.


Türkiye’nin moral politikası Batılı-liberal evrensel değerler üzerinden formüle edilmektedir ve Türkiye Filistin sorununa iki devletli çözüm formülünü hayata geçirecek adil bir anlaşmaya kadar bu yaklaşımını muhtemelen sürdürecektir. Bu anlamda, önümüzdeki dönemde bu moral politika ile reelpolitik gerçeklik arasındaki fark giderek daha fazla öne çıkacaktır. Bunu azaltacak faktörlerin başında uluslararası toplumun da evrensel değerlere yeniden odaklanıp İsrail’in yaptıklarını bu çerçeveden değerlendirmesi gelmektedir. Bunun bilincinde olan Türkiye bir yandan İsrail’in politikalarını kınarken öte yandan Batılı aktörleri ve uluslararası kurumları da evrensel değerlere sadık kalmaya çağırmaya, bunu yapmadıklarında onları da kınamaya devam edecektir.


[email protected]