Rüya ile riya: Ehlisünnet “ve’l-cemaat” olmak

Mücahit Küçükyılmaz - Yazar
18.10.2014

Gülen grubunun gerçeklikle bağını koparması gibi görünen rüya, yakaza, Hızır, cin gibi kavramların yoğun kullanımı kabaca iki sonuca hizmet ediyor. İlk olarak, dağılma eğilimi gösteren kitleyi metafizik motivasyonlarla ortak amaçlar etrafında toplamak. İkincisi, bağış, abone, mevduat bazında yaşanan ticari kaybı azaltmak. Her ikisi de tam anlamıyla dünyevi iktidar alanlarını tahkim etmeye yarayan çabalardır.


Rüya ile riya:  Ehlisünnet “ve’l-cemaat” olmak
“Kim, görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa (kıyamet günü) arpa daneciğine düğüm atması teklif edilir. Kim de hoşlanmadıkları halde, bir topluluğun konuşmasını dinleme gayretine düşerse, kıyamet günü kulağına erimiş kurşun dökülür.” Hadis-i Şerif
 
17 Aralık sürecinden ve özellikle ehlisünnette ulema ile ümeranın konumuna değinen “Şeyh ile Hükümdar” yazısını kaleme aldıktan sonra, Gülen grubundan bazı tanıdıkların art arda arayıp beni rüyalarında gördüklerini söylemeleri dikkatimi çekmişti. Bu rüyalarda genellikle sıkıntılı ve başı dertte olarak görülüyordum. Hakikaten bütün ülke gibi ben de sıkıntılı idim; zira cemaatten kişilerin iftiraları, saldırıları ile başım dertteydi. Kendilerine bunu söylediğim gibi, fayda vermeyeceğini bilerek rüya ile amel edilmeyeceğine dair Peygamber (SAV) sözü ile birlikte şuna benzer hatırlatmalarda da bulundum. Rüya hakkında yalan söylemenin arpa tanesine düğüm atmak (bazı rivayetlerde iki arpa tanesini birbirine bağlamak) gibi imkânsız bir fiil ile kıyamet günü cezalandırılması, rüyanın onu gören kişinin beyanından başka kaynağının olmamasıyla ilgilidir. Zira başka herhangi bir kişi, otorite ya da kurum tarafından denetlenmesi mümkün olmayan rüyalar, öznel ve özel bilgiler olarak kalır ve onu gören şahsın namusuna emanet edilmiştir. Diğer insanların bilgi edinmesinin mümkün olmadığı bir konu hakkında, hele ki o insanların hayatına tekabül edecek tabirlerle rüyalar uydurmak bu yüzden özellikle ve kesinlikle yasaklanmıştır. Görülmüş bir rüyayı çarpıtarak anlatmak da bu cümledendir.
 
Keramet ve rüya 
 
Şia itikadında caiz görülen takiyyenin ismini tedbir yapıp Müslüman-kâfir ayırt etmeksizin her kesime bunu uygulayan bir yapıdan “rüyalarımızı istismar etmeyin” ricasında bulunmanın nahifliğinin farkındayım. Biz, “Bizi aldatan bizden değildir” derken, onlar hızla ümmetin kendileri dışındaki kesimiyle aralarına mesafe koymaya devam ettiler. Geçmişte İslam ümmeti içinde kendisinin Fırka-i Naciye (Kurtulmuş Grup) olduğunu iddia edenler çıkmıştı. Ancak bu iddia kendinden menkul olduğu için pek ciddiye alınmamış, sadece grup motivasyonunu yüksek tutmak için “büyükler”in gördüğü rüyalarla desteklenerek geleneksel iletişim kanalları vasıtasıyla içeride dolaşıma sokulmuştu. Gülen grubu da yükselme döneminde benzer yolları grup içinde yeterince kullandı. Ev, semt, bölge imamı abilerin üçüncü şahıslar hakkında gördüğü rüyalardan tutun da, Rasulullah’ın (AS) bizzat evlere teşrif ettiği, namazlara imamlık yaptığı, istişare ve himmetlere katıldığı ve talimatlar verdiği gibi iddialar rüyayı da aşan bir yarı gerçeklik biçiminde saf gönüllere aktarıldı. Sonuçta birtakım dünyevi iktidar kazanımları elde edildi. Rüya ile amel olmaz, hatırlatması yapınca, karşımıza yakaza âlemi çıkarıldı. Tabii, her şeyi kayıt altına alanlar rüyayı ve yakazayı kaydedecek teknoloji henüz icat edilmediği için, bu konuda geleneksel ravi metodunu kullanıyordu. Şunu bir türlü anlatamadık: Senin rüyan dinen seni bile bağlamaz iken, üçüncü şahıslara niye teşmil olunsun ki! Sen dahi gördüğün rüya ile amel etme mecburiyetinde değil iken, onunla beni amel etmeye niye zorluyorsun? Rüya nübüvvetten bir cüz olarak keramet içeriyor dahi olsa, rüya görenin kendi kerametini medyada dolaşıma sokması ayıp olmuyor mu? Kerametin izhar edilmesi ile ilgili ağır benzetmenin yapıldığı velî düsturu hiç mi aklınıza gelmiyor?
 
Hızır’ın twitter hesabı
 
Elbette Peygamberimize (AS) vahyin geliş araçlarından biri olarak Rüya-yı Sadıka, ümmete de nasip olabilir. Öyle ki, tasavvuf geleneğinde mürşidin halef tayinindeki kararından tutun da, müridin hangi yola/kola dâhil olacağına kadar pek çok hususta fikir vericidir. Ancak filanca gazetenin abone kampanyası başlattığı veya bir siyasetçinin sizin cemaatinize muhalefet ettiği sırada art arda patlayan rüyalar ya da sosyal medyada, en azından benim bildiğim onlarca kişiye iftira atmış bir hesabın haşa Hızır (AS) tarafından yönetildiği safsatası ve bu iddiaların cemaat içinde ikrar ile karşılanması en hafifinden patolojik bir durumu işaret eder. 1970’lerde bir iman hareketi olan, 80’lerde eğitim-kültür hareketine evrilen, 90’larda devlet içinde güç öbekleri oluşturmaya başlayan, 2000’lerde kadrolaşan ve 2010’larda meşru iktidara operasyonlar yoluyla ortak olmaya çalışan bir yapı sadece ümmet ile değil, gerçeklik ile de bağını trajik biçimde koparıyor. Bu sefer, yıldızı parlayan grubun mensuplarını motive etmek değil, dağılan yapıyı toparlamak için ezoterizmi egzoterik bir mahiyette ortalığa saçıyor. Hâlbuki bazı ariflere göre Hallac-ı Mansur, “Ene’l-Hakk” (Ben Hakkım) iddiası yüzünden değil, kendisine ait olmayan sırrı ifşa ettiği için ceza gördü. 
 
Aslında Gülen grubunun gerçeklikle bağını koparması gibi görünen rüya, yakaza, Hızır, cin gibi kavramların yoğun kullanımı kabaca iki sonuca hizmet ediyor. İlk olarak, dağılma eğilimi gösteren kitleyi metafizik motivasyonlarla ortak amaçlar etrafında toplamak. İkincisi, bağış, abone, mevduat bazında yaşanan ticari kaybı azaltmak. Her ikisi de tam anlamıyla dünyevi iktidar alanlarını tahkim etmeye yarayan çabalardır. Tabii, bu ezoterik ifşa sürecinin bir önemli sonucu, özellikle Tasavvuf geleneğine ait mahrem kavramların başta sosyal medya olmak üzere, modern mecralarda uluorta dolaştırılmasıdır. Nasıl ki, 17 Aralık’ta belirginleşen ve 90’ların başındaki “teknik nakavt” fetvasıyla gelinen kayıt-takip sürecinin sonu, Müslümanlık ile ahlak ve mahremiyet kavramlarının bir arada anılmasını zorlaştıran bir yola çıkmışsa, bize ait kavramların hoyratça içinin boşaltılması da benzer bir akıbete neden olacaktır. Tıpkı, devlete sızıp onu ele geçirmeyi meşru bir amaç olarak tanımladıktan sonra, gayrimeşru araçları kullanmaktan kaçınmama Makyavelizm’inin zihinsel kırılmalar yaşattığı gibi... Mesela, artık dindar bildiğiniz bir kişi, baştaki “dinî” sözcüğünü vurgulayarak “Dinî gruplar devletten uzak tutulmalı” tezini düşünmeden dile getirebiliyor. Neden herhangi bir grup değil de dinî gruplar? Hemen söyleyeyim; Gülen grubunun sorumsuzca istismar ettiği İslamî kavram ve tasavvurlar, bir Müslümanın bile bilinçaltına saf Kemalist-Jakoben laiklik anlayışının yerleşmesine neden olabiliyor. Oysa biz 28 Şubat döneminde Anglosakson laikliğe bile razı oluyorduk! Ya da cemaat ve tarikatları topyekûn devleti ele geçirme heveslisi tehditkâr yapılar olarak görme eğilimi bu yüzden artabiliyor.
 
Cemaat-Şia, aşk-nefret 
 
Bütün bu İslamî literatürün istismarı ve istiskali cemaatin şuuraltında yatan ve Fırka-i Naciye fikrini de aşan Fırka-i Mümeyyiz (Seçilmiş Fırka) veya doğrudan ifadesiyle “altın nesil” tasavvuruyla ilintilidir. Nasıl ki, cemaat takiyye-tedbir sorunsalında bir nevi zıddına inkılap ederek siyaseten en şedid düşman olarak kodladığı Şiilikten ıstılah devşirmişse, seçkin grup olma konusunda da tevazu gösteremeyip kendisinin ayrıcalıklı bir konumda bulunduğunu ihsas ettiriyor. Bu kendinden menkul “mümeyyiz” ve “mütemayiz” konum hem dünyadaki iktidar kavgasına Hızır (AS) ve uhrevileri rüya ve yakaza âleminden seferber etmeye, hem de bir bakıma din-dünya işlerini ihata ederek ulema ve ümera niteliklerinin tek elde toplanmasına imkân veriyor! Bu “tekel” durumu da ehlisünnete yabancı ama bilindiği gibi Şia düşüncesinde imamet, Ayetullah ve velayet-i fakih kavram ve kurumlarında kendini gösteriyor. Uhrevi konulara olduğu kadar dünyevi ve siyasi işlere de hükmeden lider-imam karakteri Selçuklu ve Osmanlı başta olmak üzere, önde gelen Sünni devletlerde hiçbir zaman kabul görmemiştir. “Sizden olan ulu’l-emre itaat” ayeti ehlisünnet için temel düstur olmuş, o nedenle ümeranın “bizden” olmadığı en zor zamanlarda bile devlete sızma, onu illegal yollarla ele geçirme, isyan etme yerine; sabır, tevekkül ve topluma hakikatleri anlatma yolu seçilmiştir. Mesela, başta 84 yaşındaki Erbilli Esad Efendi olmak üzere 30 kişinin idam edildiği Menemen vakası sonrası bile bu topraklardaki Nakşî ve Kadiriler, devlet ile mücadeleyi değil, toplum ile müşavereyi benimsemişlerdir. İsmail Kara’nın “Şeyh Efendi’nin Rüyası” kitabında bu yolun tercih edilmesi, yine bir rüya ile veciz biçimde anlatılır.  
 
Ancak ulemadan; devlete hücum eden Şeyh Bedreddin değil de İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin gibi veya nüfuzunu kullanıp iktidara ortak olmaya çalışan Feyzullah Efendi değil de Kanuni’nin el öptüğü Ebussuud Efendi gibi davranması beklenir. Aksi takdirde ortada bir Şiileşme temayülü var, demektir.
 
Velhasıl, cemaatin İslam tarihinde alışık olunmayan seçilmiş fırka ve ümera-ulema tekeli anlayışı her şeyden önce Sünni itikat için bir tehdittir. Rüya ile riya birbirine karıştıkça ehlisünnet ve’l-cemaat akidesinin “ve’l-cemaat” kısmı telafisi imkânsız yaralar alacak. Siz rüyaları hatırlatmaya devam ettikçe, biz de sizi, rüyalarımızdan el çekmeye ve gerçekliğe çağırmaya devam edeceğiz. Mahremiyet diye bir şey bırakmadınız, bari rüyamız riya olmasın, bizde kalsın lütfen!