‘Seçilmişlik sanrısı’ ve katalog evlilikler

Ömer Aslan / Polis Akademisi Araştırma Görevlisi
20.12.2014

Daha önce Açık Görüş için kaleme aldığımız ‘Gülen Cemaati ve Seçilmişlik Sanrısı’ başlıklı yazıda “seçilmiş topluluk” olduğuna inanan Gülen Grubu’nun, 17-25 Aralık operasyonları sonrasındaki süreçte ‘ben de hata yaptım’ demesinin mümkün olmadığını ve bu grubun o andan itibaren her yönüyle sorgulanmaya başlayacağını iddia etmiştik. Öyle de oldu; Geçen zamanda Gülen grubu hata yapmış olabileceği önermesini bile reddederken, grubun itikadındaki envai tahrifattan tutun da, benimsediği yöntemlerin ve hedeflerin yanlışlığına ve girdiği uluslar arası ilişkiler ağının çarpıklığına kadar her şey ortaya döküldü.


‘Seçilmişlik sanrısı’  ve katalog evlilikler
Beklenildiği üzere, son bir yılda ciddi kopmalar da meydana geldi. Bu ‘kurtuluşa ermiş gruptan’ ayrılanlar, grubun kimi muhiblerince başta sosyal medyaya yansıyan ‘satılmışlar’, ‘ham ruhlar’, ‘potanın dışında kalanlar’, ‘ayakları kayanlar’, ‘üstleri çizilenler’ gibi olumsuz sıfatlarla nitelenerek, kimden ne zaman alındığı bilinmeyen bir otorite ile neredeyse tekfir edildiler. Son tahlilde bu grup’helal ürün’ etiketini millet nezdinde neredeyse kaybetti. ‘Seçilmişlik’ sanrıları devam eden bir kesim ise olan bitenin hala ‘Allah ve Rasûlü’nün va’d ettiği’ (Ali Ünal, 16 Aralık, Zaman) olduğuna inanmaya devam ediyor. Ve maalesef, Albert O. Hirschman’a ait şu hikâyedeki ‘sadık inananlar’ gibi, onlar içinyapacak bir şey kalmamış gözüküyor: “Çok iyi bilinen eski bir Yahudi öyküsünde, Krakov hahamı bir gün dua sırasında bir çığlık atar ve iki yüz mil ötedeki Varşova hahamının ölümünü gördüğünü söyler. Krakov cemaati de bu habere üzülmekle birlikte hahamlarının sezgileri karşısında hayranlıklarını gizleyemezler. Birkaç gün sonra bir grup Yahudi Krakov’dan Varşova’ya gider ve eski hahamın gayet sağlıklı bir biçimde işinin başında olduğunu görünce çok şaşırırlar. Döndükleri zaman gördüklerini cemaate aktarırlar ve ardından alaylar başlar. Bir grup sadık inanan ise hahamlarını savunmaya koyulur; kimi detaylarda hata yapmış olabileceğini kabul ederek, şöyle derler: “Yine de, ne sezgi ama!” (Tutkular ve Çıkarlar, s. 117). 
 
Peki Gülen grubu bu ‘seçilmişlik sanrısını’ nasıl devam ettiriyor? Bu hususta bu grubun şimdiye kadar pek konuşulmayan ama Türkiye ve ümmet için bir o kadar da zararlı ve gayr-i İslami duran bir tutumu var ki, yer darlığı nedeniyle bazı kaba genellemelere gitmek pahasına da olsa, tarihi bir perspektif içerisinde etraflıca ele alınmayı hak ediyor. 
 
Ortadoğu’da milliyetçilik fikrinin filizlenip geliştiği süreçte, Türk ve Arap milliyetçileri, yoğun bir şekilde İslamiyet ve milliyetçiliğin birbirlerine zıt olmadığını gösterme ameliyesine giriştiler. İşin içinden çıkamayınca bunu İslam’ı millileştirerek yaptılar. Her ne kadar Bedri Gencer, “Cumhuriyet döneminde zaman zaman gündeme gelen ‘Türk İslamı’, sivil bir din anlayışını değil, Türk liderliğindeki kozmopolitan yönelişli Sünni İslam anlamına gelmektedir” (İslam’da Modernleşme, s. 790) dese de, İslam, erken Cumhuriyet döneminde hutbenin, ezanın ve cemaat namazların da camide okunan diğer duaların Türkçeleştirilmesi yoluyla seküler temel üzerine millileştirilmeye çalışıldı. 
 
Bu dönemde amaç, ümmet ile millet perspektifini bir şekilde uzlaştırmak değil, dil ve tarih gibi seküler temeller üzerinde yeniden inşa edilmek istenen Türk ulusuna bir de Rousseau-vari ‘sivil din’ kazandırmaktı. 
 
1940’larda Nihal Atsız ve çevresinin milliyetçilik sahasındaki hâkimiyetinin ardından Türk milliyetçiliği 1950’lerden itibaren İslam’a rücû etti. Bir yanda İbrahim Kafesoğlu ve Muharrem Ergin gibi şahıslar ile Aydınlar Ocağı gibi bir kurum eliyle İslam’ın Türkler için önemini gören ama İslamı araçsal olarak düşünen ve dine vicdanlarda kalması şartıyla alan açan Türk-İslam Sentezcisi bir damar ortaya çıktı. Diğer yanda ise, Ahmet Er ve merhum Seyyid Ahmet Arvasi gibi fikir ve aksiyon adamlarının başını çektiği, İslam’ı, ikinci defa ama bu kez Erken Cumhuriyet dönemindeki gibi seküler temel üzerine değil, ‘Türklerin, İslam’ı diğer tüm Müslüman milletlerden daha iyi anladığı ve uyguladığı’ şeklindeki dine ilişkin iddia üzerine inşa eden çok daha güçlü ve kalıcı bir Türk-İslam Ülkücüsü damar belirdi. Ümmet davasına sıkı sıkıya bağlılık ile Türk milletinin diğer tüm Müslüman milletlerden üstünlüğü fikri arasındaki çelişkide kalmış gözüken Seyyid Ahmet Arvasi’nin, diğer veçhelerden bakıldığında, bugün pek çok İslamcıdan çok daha Müslüman olduğunu da teslim etmek şart.
 
Ümmete yabancılaşma
 
Benzer bir süreç Araplar arasında da gelişti. Reşid Rıza, ‘Türklerin Müslüman zaferlerine pek az katkı yaptıklarını, dinin Arapların ellerinde yükseldiğini ve Arapların ışığının en parlak olduğunu’ söylüyordu. Suriyeli Abdurrahman el-Kawakibi ve Iraklı Abdurrahman el-Bazzaz da bu iddiasında Reşid Rıza’ya katılırken, ilerleyen yıllarda Suriye’de Mişel Aflak ve Mısır’da Taha Hüseyin, adeta birer erken Arap-İslam Sentezcisi çıktılar. Aflak Arap kimliğinin, Hüseyin ise Mısır kimliğinin oluşumunda İslam’a mümkün olan en küçük rolü atfettiler. İslam’ın Arap milliyetçilerince millileştirilmesi öylesine trajik bir rol aldı ki, Müslümanların ‘İslam ümmeti’ anlamında kullanageldikleri ummah yani ümmet kavramı ulus anlamına gelecek şekilde’al-ummah al-arabiyya’ (Arap milleti) olarak kullanılmaya başlandı. Hatta bu uğurda “Vatan sevgisi imandandır” (Hubb al-watanmin al-iman) gibi uydurma hadisler ‘milli İslam’ların hizmeti için ortaya atıldı.
 
Bahsettiğimiz ‘seçilmiş/üstün millet’ anlayışının Türkiye’deki ve Arap dünyasındaki İslamcılara kadar da sindiğini kabul etmek gerekir. Bunu en vazıh şekilde Soğuk Savaş sonrasında başlayan, 11 Eylül sonrası küresel jeopolitik ortamda zirve yapan, kökten dinci ‘Arap İslamı’na karşı çarpıtılarak verilmiş makbul ‘Türk İslamı’ anlayışına sarılma halinde görüyoruz. Gülen grubu, Türkiye’deki cemaatler içerisinde ılımlı, hoşgörülü ve Batı ile çalışmaya açık ‘Türk İslamı’ reklamına kendisini en fazla adayan ve buradan en büyük ekmeği yiyen grup oldu. 
 
Hakikati tekeline almak
 
Bunun yanı sıra Gülen grubu, kendi cemaatinin selameti için yerine göre kullandığı katalogtan evlen(dir)me uygulamalarıyla, İslami bir cemaat olarak son yüzyılın ürünü ‘ezelden ebede seçkin millet’ anlayışını aşmamıza yardım etmek yerine, bu hatayı daha da dar ölçeğe çekerek derinleştirdi. İslamiyet, Gülen grubunun elinde grup aidiyeti düzeyine indirgendi. ‘Mutlaklaştırdığı’ ve ‘hakikatin yegâne merkezi’ olarak sunmaktan hicap etmediği kendi cemaatinin kökleşmesi ve çıkarı uğruna tekfircilikte bulunmaktan, burada ana fikrimize iyi bir örnek oluşturacağını düşündüğümüz için yer vereceğimiz evlen(dir)me uygulamalarına kadar, “ulvi” amaçları uğruna önüne gelen her ne varsa araçsallaştırmaktan ve içini boşaltmaktan geri durmadı.
 
Örneğin; Gülen Grubu, muhibbi olan bayanların bu grup dışından Müslüman erkeklerle evlenmesine izin vermeyerek (stratejik amaçlı görülmediği sürece), millet seviyesinden cemaate kadar düşürdüğü ‘seçilmişliği’ ve ‘üstünlüğü’ tahkim etme ve yayma yoluna gitti. Bu şekilde kendisi dışındaki tüm Müslümanlara yönelik bir dışlayıcılığa büründü. Malum olduğu üzere kimin kimlerle evlenebileceğine dair tutumlar kimliklerin ne şekilde devam ettirilmek istendiğini gösterir ve toplulukların kimliklerine çizdikleri sınırları ortaya koyar. Hastings’in etnik milliyetçilerin evliliğe ilişkin tutumları hakkında dediği gibi, “[etnik kimlik] hudutları gözetilmeksizin yapılacak evlilikler milliyetçiliğe uymaz... farklı etnik kimliklere ait kimselerin yapacakları evlilikler bölgesel milliyetçilikleri güçlendirir, dolayısıyla etnik milliyetçiliği tehdit eder ve bu nedenle bu tür evlilikler etnik milliyetçilerin şiddetle karşı çıktıkları bir husustur. Farklı etnik kimlikler arası evlilik ile milliyetçilik uygulamada birbirlerinin zıttıdır.’’Gülen Grubu’nun evlendirme politikası da ‘seçilmişlik sanrılarını’, bu psikotik halin sorgulanmasına izin vermeden sürdürmeye matuf. Ancak evlilikler söz konusu olduğunda Gülen grubu için önemli olan kan bağının, ten renginin veya etnisitenin bulandırılmadan devam ettirilmesi değil; amaç “grubun seçilmişliğine ve kudsiyetine inanışın”, “seçilmişlik sayesinde hata yapmaktan münezzeh olma haline imanın” devam ettirilmesidir. Dolayısıyla Gülen cemaati, diğer mevzularda takındığı tavırlar gibi, stratejik çıkar gördüğünde evlilik meselesine de son derece araçsal yaklaşabilmektedir. Bireyin evlilik konusu da dâhil her durumda ve her haliyle kendini gerçekleştiremediği, varlığıyla ilahi rıza doğrultusunda kendi tercihlerini yapan bir ‘özne’ olmak yerine, bir amaç doğrultusunda güdülenmiş bir yığının içinde akıl ve iradesini rehin vermesinin ‘İslam’ ya da ‘Müslümanca tavır” ile ilişkisinin olmadığı da ayan beyan ortadadır.