‘Seküler Müslümanlık’

SELMAN BAYER/Yazar
29.09.2012

Bugün Müslüman entelektüellerin dinden sanata, edebiyattan siyasete, felsefeden ilahiyata kadar bütün kültürel meseleleri konuşmaya gösterdikleri iştah ‘seküler Müslümanlığın’ en önemli göstergelerindendir.


‘Seküler Müslümanlık’

Muhafazakârlar için son 20 yıl önemli kazanımlarla geçti. Daha çok siyasi ve ekonomik alanlarda kendini gösteren kazanımların kültür ayağı eksikti. Bu eksiklik elbette cumhuriyet dönemindeki Muhafazakârların kültür meselesini halefleri kadar dahi anlayamamış olmalarından kaynaklanıyordu. Bir zamanların fakir ama gururlu kesimleri bu görece zenginliğe fazlasıyla aşina olmuştu. El çabukluğu marifet bir kültürel ambalajla süslenerek takdim edilen bu zenginlikle yetinilmeyerek daha fazlası arzulanmaya başlandı. Fakat bu günlerde pek zikredilmeyen bir fakirliğin de farkına varılması gerekiyor. William Barrett İrrasyonel İnsan’da “Bir kimsenin tinsel fakirliği keşfetmesi aslında tin açısından olumlu bir adım sayılır” der. Bu tinsel fakirliği keşfetmek üzere kendi varlığımıza seferler düzenlememizden başka bir çare görünmüyor. Bu, elbette, bir öze dönüş çağrısı değildir. Kültürel anlamda kendini yeni yeni izhar etmeye başlayan bir kesimin kültürle, gelenekle ve dinle arasındaki ilişkiye eleştirel bir bakış çabasıdır. Bu yazının iddiası söz konusu tinsel fakirliğe dair “Seküler Müslümanlık” kavramı üzerinden bir tartışma başlatmaktır. Bu anlamda, seküler Müslümanlığı, İslam’ı, bir “din olarak din” değil de “kültür ve ideoloji olarak din” şeklinde telakki eden, onu salt bir medeniyete indirgeyen ve hakikat olması veçhiyle İslam’ın, kısmen de olsa, üstünün örtülmesine yol açan bir tavır olarak tanımlayabiliriz.

Hayat tarzı olarak İslam

Bedri Gencer, İslam’da Modernleşme adlı eserinde, 19. yüzyılda İslami değer, kurum ve pratiklerin sosyal hayattan çekilmesiyle birlikte ulema ve muhafazakâr kesimin, kaybedeceklerini anladıkları bir kültür savaşına giriştiğini söyler. Bu dönem bir hayat tarzı olarak İslam’ın tarih sahnesinden çekilmeye başladığı dönemdir. Bir medeniyet olarak savunulmaya başlayan İslam’ın kültürel içeriği ön plana çıkarılır. Fıkıh, kelam, felsefe hatta edebiyat gibi disiplinler çağa uydurulmaya çalışılarak İslam’ın terakkiye mani olmadığı anlatılmaya çalışılır. Din tedricen hayattan çekilir. İdeolojik, kültürel bir nesne olarak korunmaya çalışılır. Gencer, bu süreçte, Yeni Osmanlılar gibi aydınların bir savunma psikolojisiyle hareket ederek cephelerini bireysel alandan toplumsal alana taşımalarıyla beraber bir ihlas krizi yaşandığını söyler. Bu kriz zamanla topluma da yansımıştır. Bu süreç sonunda İslam, Gencer’in ifadesiyle, bir tür seküler parçalanma yaşar ve modern kültür savaşında boy göstermeye zorlanır. Böylece etkileri günümüze dek süren bir çöküş başlar.

İsmail Kara ilk Meclis’te “Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” ifadesinin yazılı olduğundan söz ederken, Gencer’in ifadesiyle, dinin ideolojiye dönüşme sürecine ışık tutuyordu. İslam, kalplerdeki hakikatten yakalardaki rozete dönüşmeye başladığı bir yola girmişti artık. Cumhuriyet’e kadar da epey bir yol kat edilmişti. Cumhuriyet bu krizi başlatan değil, belki, azdıran bir süreçtir. Dilek Zaptçıoğlu da “Cumhuriyet’te hızlanan ateizm değildi, kentlerde ve okuryazar kesimde zaten başlamış geleneksel dindarlığın çöküşüydü.” derken aynı kanaattedir. Eğer bir kazanç olarak değerlendirilebilirse Cumhuriyet’in politikalarının muhafazakâr kesime tek katkısı şudur: Çökmekte olan dindarlığa yüzeysel bir direniş hattı sağlamak. 

Muhafazakârlar tezahürler

İşte bu direniş hattı evvela siyasi bir görünüm arz etmiş 50’lerden sonra kültürel bir hüviyet kazanmıştır. Bu kültürel dönüşümle de seküler Müslümanlık olarak kavramsallaştırabileceğimiz tavrın tohumları atılmaya başlanmıştır. Bu anlamda, Youssef Courbage ve Emanuel Todd’un, dünyadaki Müslüman toplulukların dönüşümünün incelendiği, Medeniyetlerin Kavuşması (A Convergence of Civilizations) adlı ortak çalışmasında İslamcılığın bir süreç olduğunu, onun da devrinin sona ereceğini ve sonraki süreçte Sekülerleşmiş bir Müslüman toplumuna geçileceği iddiası gayet yerindedir.

Burada daha bir diğer önemli husus şudur: Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle her dönem muhalif ve yenilikçi hareketlerin katalizörü olarak arzı endam eden Tasavvuf’un geri plana itilmesi, onunla birlikte yaşayabilecek kültürün de içinin boşalmasına sebep olmuştur. Bu sanıldığının aksine Cumhuriyet’ten çok önce gerçekleşen bir durumdur. Cumhuriyet dönemi Muhafazakârları ise rüştünü ispat etmeden bu otantikliğini kaybetmiş geleneğe sahip çıkmaya çalışmıştır. Lakin bu sahiplenmenin taklitten öte gitmeyen niteliksiz ürünler doğurduğu açıktır. Geleneğin kendisini müzikte, binada, sözde; hülasası toplumsal yaşamın her alanında izhar etmesi kaçınılmaz bir süreçtir. Biz bugün bu tezahürlere kültür ya da medeniyet diyoruz. Lakin geçmişte ziyadesiyle bereketli olan bu tezahürün yerini, önce kayıtsızlık, sonra bağnazlık en sonunda da kişiliksiz bir taklit dönemi almıştır. Bu biraz da modernleşmenin sebep olduğu bir illüzyondan kaynaklanır. Böylece bilgiyi, kültürü ve medeniyeti taziz ve takdis etmenin yolu açılır. Bu bize Gencer’in de ifade ettiği gibi 19. yüzyıldan kalan bir hastalıktır. Bugün, ilim, sanat, mimari, siyaset, müzik gibi disiplinlerin içerisinde eridiği kültürle aramızdaki ilişki de bu müzmin ve sâri yüceltme illetiyle maluldür. Kalplerimizin ancak kendisini anarak tatmin olacağı Allah’ı anmaktan ziyade bir felsefe problemi olarak Tanrı’yı tartışmayı ve bundan manevi hazlar devşirmeyi adet haline getirdiğimiz aşikârdır. Bu husus, Süleymaniye’yi inşa sürecinde gösterilen ihtimam ve ihlasıyla değil de, yalnızca devasa bir kültür nesnesi haliyle yüceltmemizden de anlaşılabilir. Hatta bugün en fazla üzerinde düşünmemiz gereken meselelerden biri olan ahlak dahi zihnimizin haz odalarında muayyen saatleri bekleyen bir kültürel nesne olarak telakki edilir. Bu anlamda, Barrett’ın ifadesiyle, doğru davranışı değil, doğru düşünceyi önemseyen Yunânî bir üsluba teslim olan Müslümanlar ahlakın söylem ya da zihin alanındaki nesnesiyle uğraşarak üzerlerindeki hükmün kalktığı zehabına kapılırlar.

Kendi mahvına sebep olmak

Hem Kara’nın hem de Gencer’in benzer söylemleri ışığında, seküler Müslümanlar olarak tarif edebileceğimiz bu kesimin elindeki en önemli silah, çift tarafı keskin bir kılıç olarak telakki edebileceğimiz kültürdür. Fakat bu kültürün de ne ölçüde derinlikli olduğu ortadadır. Yine de bu kesim, henüz Walter Benjamin’in ifade ettiği “kendi mahvını birinci sınıf bir estetik tecrübe olarak yaşayabilme” potansiyeline ya da Nietzschevari bir hamleyle “kendini edebi bir metne çevirme” tutkusuna sahip olamasa da, kendisini yaşadığı zamana ve mekâna yakışır bir kültür nesnesi haline getirme hevesine sahiptir. Belki aşırı yorum olarak telakki edilecek ama Mevlana’dan, Feridüddin Attar’dan, Nizamî’den, Şeyh Galip’ten ziyade Dostoyevski gibi yazarları kendimize yakın hissetmemizin sebebi, söylenilegeldiği gibi yalnızca dil devrimi değil, biraz da bu hevestir. Çünkü Dostoyevski gibi yazarlar bütün yazdıklarıyla, adeta, düşmüşlüğümüze üst düzey edebi bir meşruiyet kazandırır. Bu yalnızca Raskolnikov’u sayfalar dolusu yazıyla yüceltirken Sonya’yı hiç zikretmemizden de anlaşılabilir.

Muhafazakârlar bir siyasi kimlik olarak kendilerine fazlasıyla yoğunlaştığından beri göz kamaştıran bir karanlıkla karşı karşıya kaldık. Bedri Gencer’in isabetli yorumuyla Batı’yla karşılaştığımız ilk gün başlayan kimlik problemimize verdiğimiz cevap kültüre bakışımızı da belirleyecektir. Bu cevabın içe dönük olması gerekirken hep dışa dönük cevap verme çabamız henüz bu problemi anlamadığımız anlamına gelebilir. Barrett’ın da dediği gibi “Hakikat ancak doğru olan insanla birlikte var olmaya devam eder”. Hakikatin büyüleyici şarkısına kendisini kaptırıp sürekli aynı makamda bunu terennüm edenler, doğru olmayı önemsemediklerinde, kültürün içerisindeki şeytanî potansiyeli harekete geçirmiş olurlar. Kültürün bir kült olduğunu, aslî olandan uzaklaşarak katılaştığını ve nihayetinde aslî olanı örttüğünü söyleyen Feridun Yılmaz “Kültür küfürdür” derken tam da bu hakikati işaret eder. Bugün Müslüman entelektüellerin dinden sanata, edebiyattan siyasete, felsefeden ilahiyata kadar bütün kültürel meseleleri konuşmaya gösterdikleri iştah seküler Müslümanlığın en önemli göstergelerindedir.

Ruhtan egoya geçiş

Konuşmak aynı zamanda dile düşürmek anlamına gelir. Sabahlara kadar dinden imandan söz edip sabah namazını kılmadan yatanların fazlasıyla var olduğu bir topluluktan söz ediyoruz. Dinî pratiklerle zihniyet arasındaki bağı yok sayamayız. Bizi şekillendiren biraz da bu bağdır. Bu tip durumlar geçmişte en görkemli devirlerde de söz konusu olabilmiştir. Örneğin Müzekkin Nüfus’ta Eşrefoğlu Rumi ahlaki bir çöküş yaşandığından şikâyet eder. Kanuni Sultan Süleyman “Terk-i salat edenlerle ilgili ferman” yayınlar. Namık Kemal’in fazlasıyla içkiye düşkün olmasından babası bile şikâyet etmektedir. Halet Efendi, İngiltere’deyken gâvurun dilini öğrenmeyip sürekli Kur’an okumakta, lakin günlüklerinden anlaşıldığı kadarıyla, kadınlarla düşüp kalkmaktadır. Birbirlerine sabrı ve hayrı tavsiye eden, elinden ve dilinden emin olunan kimselerin oluşturduğu bir topluluk olmadığımız açıktır. Şu halimizle teolojiden ziyade psikanalize yakın olduğumuzu idrak etmemiz gerekir. Terry Eagleton’a göre modern çağ ruhtan egoya geçişin gerçekleştiği çağdır. Bu teolojiden psikolojiye geçiş olarak da değerlendirilebilir. Teolojiyle beraber huzurun da geçmişte kaldığını ima eden Eagleton, halefi olan psikanalizin insan hoşnutsuzluğunun bilimi olduğunu iddia eder. Modernlik, insanın üzerindeki kutsalı, onu özgür kılmak iddiasıyla kaldırıp o kutsalın ardında bıraktığı görece boşluğu insana bağışladığından beri huzursuzuz. Dilimizdeki hastalık kaşıdıkça zevk veren ama aynı ölçüde kanayıp büyüyen bir yara gibi. Konuştukça, yazdıkça, inşa ettikçe daha huzursuz oluyor ama bu huzursuzluğun artması pahasına o eylemleri gerçekleştirirken aldığımız küçük zevklere teslim oluyoruz. İşte bugünün Müslümanlarının hakikatle aralarındaki ilişki tam da, tarif etmeye çalıştığımız haliyle, kültürün baştan çıkarıcılığına mağlup olmalarından dolayı tahrif olmuştur. Bu muharref ilişkinin masum muhatabı olan “hakikat”in üzerini örten kültür de olsa, kelimenin lügati manasıyla, küfür olarak telakki edilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu haliyle hakikatin üzerini örten kültürü, bir takım dini pratikler ve muamelata dair hususlardan daha önemli olarak telakki eden herkes seküler Müslüman olarak telakki edilebilir.

[email protected]