Sevm, selat, hac, zekât bir de kelime-i şahadet ...

Dr. Necdet Subaşı/Sosyolog-Yazar
19.07.2014

Oruçtan miraca oradan namaza, oradan Mescid-i Aksa’ya, oradan Mekke’ye Medine’ye... Sonradan içinden çıkılması imkânsız bu labirentler ağında o zamanlar meğer ne kolay at koşturuyormuşum.


Sevm, selat, hac, zekât bir de kelime-i şahadet ...

"Sevm, selat, hac, zekât bir de kelime-i şahadet getirmek.” Bizim Şavşat’ın köylerinde İslâm’ın şartları böyle sayılırdı. “Ne zamandan beri Müslümansın?” ya da  “elestübirabbikum hitabının cevabı nedir?” gibi soruların o gün anlamasak da daha çocuklukta bizde çoktan yer tutmuş cevapları vardı. Sanki birbiri ardınca sıralanmış kalıp cümlelerdi bunlar ve biz bu soruları da en az cevapları kadar önemser, bilir bilmez sahiplenirdik.

Aile içi ziyaretlerde bu türden sorulara muhatap olmak her şeyden önce bizimle birinin ilgilendiği anlamına gelirdi ve kuşkusuz bu ilgi de çok hoşumuza giderdi. Bunları kim formüle etmiş, bu kadar güzel ve akıcı bir şekilde kim dizayn etmiş bilmiyordum ama bu sorular üzerinden bir değerlendirmeye tâbi olmak hiç de fena sayılmazdı. Zaten benim çocukluğumun dine ve imana açılan koridorlarında Kur’an’dan bir “zamme süre” okumak, “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “mühendis” ya da “kaymakam olacağım” diye cevap vermek, İslâm’ın şartlarını “harfiyyen saymak” takdir görmek için yeter de artardı bile. Hoş zaten sevimli de çocuktuk, temiz ve bakımlıydık. Yılmaz Güney’in filmlerine sokuşturulan çocuklara benzer bir halimiz yoktu. Güzel ve tatlıydık.

O günlerin Ramazanlarında dolaşırken aklıma ilk gelen bize öğretilen ve âdeta bir şiir gibi ezberleyerek tekrarladığımız İslâm’ın şartlarıydı. O duygu tonu her zaman yüksek Ahıska şivesiyle, maddeler arasında durarak, neredeyse ahenkli sayılabilecek bir hızda sabitlenerek okuduğumuz “sevm, selat, hac, zekât bir de aşk ile kelime-i şehadet getirme”yi biri bugün bana sorsa aynı hevesle saymak isterdim. Ama biliyorum her şey çok değişti. Bugün dini bütün bir ailenin çocuğuna -aynı cevapları almak üzere olmasa bile- acaba benzer soruları sorabilir miydik? Sorsak aile işkillenir, çocuk huysuzlanır mıydı? Aldığımız “aferin”lerden sonra tabiî ki şımarmak hakkımızdı. Eğer biri bize heyecana gelip bahşiş verdiyse soluğu Elyesa Amca’nın dükkânında almak, iki bisküvi arasına lokum koydurup yemek zor muydu? Tabii ki mümkündü. O dükkândan Allah’a oradan da Cennet’e gidilebilir miydi? Evet, elhâk gidilirdi. Biz defalarca gidip gelmiştik. Çocukken durduğumuz yerle gidilecek yer arasında fark yoktu: Hepsi cennetti. Ama bütün bu seyrü seferlerimizden hiç mi hiç bir kibir ya da böbürlenme asla sadır olmazdı. Gidişatımızın takdir görüp onaylanmış olmasının nihayetinde bizi babamlarla, annemlerle, yedi sülalemizle kesintisiz bir süreklilik içinde yaşatan bir iklime ortak etmekten başka bir anlamı yoktu. Ve yine tabii ki bütün bunları ancak şimdilerde anlayacaktım ve hepsi de burnumun direğini sızlatacaktı.

Bizi heyecanlandıran şey

Ramazan kendimi bildim bileli bir bakım, onarım ve restorasyon ayıydı. Bahar temizliğinde eve barka bakılır, ortalık havalandırılırdı. Fark ederdim ki her yıl kapımızı çalan oruçta da insan kendini temize çıkarmak istiyordu. Kendini gözden geçiriyor, kendini yuğup sarmalıyordu. Bizimkiler için Ramazan bir vesileydi. Kendileri için, çocukları için bir fırsattı. Hava o kadar çekiciydi ki, akşama kadar dayanılması güç bir oruca katılma isteğiyle akşamdan annemlere tembih üstüne tembih yağdırırdım. “Oğlunuz olmam bak!”tan bilmem hangi çocuksu numaralara kadar çeşitlenen bir şantaj planlaması içinde sahura kaldırılmayı beklerdim. Annemin merhameti babamın cehennem korkusunu bastıramazdı. Ben oruç tutsam ne olacaktı sahiden ama belli ki ben oruç tutsam bir şeyler olacaktı. Yıllar sonra Ebuzer’in, Elif’in, Esra ve Ali’nin zaman içinde değişebilen ilgilerini takip ettiğimde aslında orucun ne güzel bir kimlik repertuarı olduğunu pekâlâ anlayacaktım. Oruçtan miraca oradan namaza, oradan Mescid-i Aksa’ya, oradan Mekke’ye Medine’ye... Sonradan içinden çıkılması imkânsız bu labirentler ağında o zamanlar meğer ne kolay at koşturuyormuşum. Burak’la gök kapılarını az mı tıklamıştım, Sevr’de süt getiren teyzeyi ben de onlarla birlikte az mı beklemiştim? Mağaranın ağzını kapatan örümceğin ağına nasıl da takılmıştım? Kim unuturdu o gizli müfredatı?

Hiç unutmam, zihnime kazınmıştı, unutmam asla mümkün değildi. O gün elime tutuşturulan kitabın kapak resmi bile aklımda bütün evsafıyla duruyor. Yeşil üzerinde çekingen ve titrek bir şekilde Kur’an’dan bir hattın yer aldığı bir kitapçıktı bana verilen. İçinde deminki sorular ve amme cüzünden süreler vardı. Küçük surelerdi çoğu, namazlarda okunurdu. Garip bir şeydi şimdi olsa pekâlâ yadırgardım ama ayetlerin tamamı Latin alfabesiyle yazılmıştı. Bir hocanın dizinin dibine oturmaksızın ezberinizi bu kitaptan yapacak olursanız eğer, okuduğunuz Kur’an’ın lafızları bayağı tuhaf olacaktı. Kendi fonetiğindeki söyleyişi kaybedecek, orijinalindeki birkaç sesi tek bir harfe indirgeyerek Kur’an okumuş olacaktınız. Demek ki bu tercih dönemseldi ve o dönemin şartları içinde bunu kimsenin yadırgamaya ne hakkı vardı ne de mecali. Hatta pek çok yerde buna bile şükür (!) dedirtecek şeyler vardı, duyardım.

Neyse ki cami hocaları Kur’an’ı bizim gibi okuyor değillerdi. Sonradan büyüdükçe defaatle duyacağım gibi onlar Kur’an’ı oldukça zor şartlarda, biraz korku biraz tedirginlik içinde öğrenmişlerdi. Babam yaptığı ezberleri bizim köyün imamı Danyal Hoca’ya tekrarladığında o hep gurur duyar, ufak tefek müdahalelerle babamın şevkini kırmayan bir üslupla yol gösterirdi. Yıllar sonra aynı heves ve iştiyakla babam ezberlerini Konya’da Kapı Camii imamı Abdülbaki Hoca’ya arz ettiğinde işinin ne kadar zor olduğunu kolayca anlardık. Konya’ya gelene kadar tecvit yoktu hayatımızda. Yanık sesle kalbe dokunan bir sesti Kur’an’dan anladığımız. Oysa şimdi bu şehirde Kur’an da en az bu şehir kadar girift ve teknik bir metne dönüşmeye başlamıştı. Köyde aramızda hiçbir mesafe yokken şehirde aramıza ciddi bir mesafe girmeye başlamıştı. Tadın yerini formasyon almaya başlamıştı.

Oysa bir de onu anlamak vardı. Teravih sonrasında zaman zaman bizim evde çaya kalan mahalle eşrafı çoğunlukla dinden imandan bahseden sohbetlerle sahura kadar otururlardı. Anlardım ki babam her şeye sıfırdan başlamalıydı. Bir yaz Kur’an kursunda ilk kez bir mahalle mescidinde imamın önünde diz kırmaya zorlandığımda, bildiğimiz “sübhaneke”yi bir haftada geçememiştim. “Sübhanekeallahümme”den “sübhanekallahümme”ye geçmek için şimdi hatırlamak bile istemediğim bir sürü çatık kaşla tanışmak zorunda kalacaktım. Hepsi pedagojiydi. Köyde insani sıcaklık besleyiciydi, şehirde bu sıcaklık yakıcı olmaya başlamıştı.

Babamın kitapları...

Babam gün boyu Latin alfabesi üzerinden öğrenip ezberlediği ayetleri hocaya okur, onun da telaffuzunu düzelteceğim diye anası ağlardı. Babam inatla ezberlerdi, hiç unutmam sırtında “Maarif Kütüphanesi” yazan Türkçe bir Kur’an-ı Kerim’i vardı evimizde. Aslında babam orijinalinden okumayı öğrenememiş, ama onu bir şekilde ezberlemeyi dert edinmişti. Yıllar sonra kişisel okumalarım içinde bu yaşanmışlıklardaki tezatları gördüğümde kime ne diyeceğimi de bilmek istememiştim.

Küçük yeşil kaplı bir kitabı babam elime tutuşturmuş ve benden Ramazan boyunca burada yazan bilgileri öğrenmemi istemişti. Ben de bunu seve seve yapmıştım. Eğer babamın hayatındaki neş’eden haberdar olmasaydım onun hikâyesine asla dâhil olmazdım. Ama onu da annemi de türlü gaileler içinde habire mutlu eden bir şey vardı ve ben bu iksirin hangi diyalektle okunursa okunsun hayatımıza sirayet eden o Kitap’la ilgisi olduğunu ne yalan söyleyeyim çok erken kavramıştım.

“Sevm, selat, hac, zekât” diye ezberleyip durmuştum. Köyün sırtına çıkar, üzerine bir çorap naylonu geçirilmiş kendi el yazımla sıraladığım metinleri okur okur dururdum. Bana katılan yoktu, benimle aynı macerada yer almak isteyen yoktu ama bildiklerimi arkadaşlarımla paylaştığımda onlarında aynı şeyleri en az benim kadar bildiklerini görür, şaşkına dönerdim.

Evin içinde dolaşan bu bilginin şimdi ya da ileride neye yarayacağına dair hiçbir işaret yoktu. Bildiğim tek şey bunları bilmenin beni farklı kıldığıydı. “Millet nedir?”, “nation” nerden bilecektim. Yaş daha on ikiye bile varmamış Hz. İbrahim’in milletinden olduğumu öğrenmiştim. “Ümmet nedir?”, “Kitap nedir?”, “Davut’a inen Zebur mudur İncil midir?” bir bir öğreniyordum. Daha “hayır nedir?”, “şer nedir?” bilmeden bunların da Allah’tan olduğunu öğrenmiştim. Hayatın akışına dair her ne varsa hepsinde temel bir yol gösterici olarak o “ezelden” öğrendiğim malumatın gizli bir yol gösterici olarak berhayat olduğunu şimdi ancak daha iyi kavrayabiliyordum.

Bir kültürün içine doğmak oruçla ayan beyan bellolurdu. Ailenizden belki dinin diğer rükünlerine itibar etmeyenler olabilirdi ama oruç herkesin evinde canlı, capcanlıydı. O kadar kuşatıcıydı ki biz oruç tutmamak diye bir şeyi olsa olsa muhal bilirdik.

Şimdiki halde bu dediklerimin kıymeti harbiyesinin kalmadığını düşünenler tabii ki olabilirdi. Ama mesela şimdi olduğu gibi sahurda pencereden dışarı baktığımızda “kimin ışığı yanmıyor?” sorusunun tek bir gerekçesi vardı. Kesin onlar sahuru kaçırmış olabilirlerdi, bir yol gidip uyandırmak bize düşerdi. Biz uyanamadığımızda da teklifsiz onlar bizi kaldırırlardı. Bunda şüphe yoktu. Ben Rehberi Hürriyet Sokağı’nda otururken annemin telkiniyle bir sürü apartmanın ziline basardım, hatta onun hoşuna gidiyor diye karşımızda oturan komşulardan hangilerinin ışığının yanmadığını da bir bir sayardım. Bu benim onları gidip uyandırma görevini severek yapacağım anlamına gelirdi. Evlerde patır patır yanan ışıkları gördükçe içimde dehşet bir mutluluk yaşadığımı unutur muydum? Şimdi kapımızın dibindeki daireye bile “sahuru kaçırdınız” diye zile basabilmek için 41 Yasin okumanız ve ne olur ne olmaz epeyce düşünmeniz gerekir.

Yaş ilerleyip eski yaşanmışlıklar Ramazan bereketiyle önünüze serildiğinde bütün bu yaşananların hiç de hikâye olmadığını bugün kime nasıl anlatabilirdiniz?

[email protected]