Şiddetin pornografisi üzerine...

Sümeyye Kavuncu Yazar
14.09.2014

İnsanoğlu yüzyıllardır başkalarının acılarını dikizliyor ve fakat harekete geçmiyor. İnsanları harekete geçireceği düşünülen acı fotoğrafları 19. yüzyıldan itibaren halka öyle sık gösteriliyor ki tam tersi bir etki yaparak dehşetengiz şiddet imgelerine çok fazla maruz kalan kişiyi büyük acılara karşı hissizleştirmeye başlıyor.


Şiddetin pornografisi üzerine...

“Bir görüntüye irkilmeden bakabilmenin yatıştırıcı bir tarafı vardır. Ama irkilmenin de ayrı bir hazzı vardır.” 

Susan Sontag.

Dehşet ve tiksinti arası bir duyguyla yana çevirdiğimiz başımız ve kıstığımız gözlerimiz yavaş yavaş tekrar fotoğrafa yöneliyor. Yoğun bir merakla o bedenleri görmeyi arzuluyoruz. Ortadoğu’da katliamların hala devam ettiği bugünlerde gerek televizyon gerekse sosyal medya üzerinden her gün yaralı veya ölü insan fotoğrafları görmek gerçekte onlarla nasıl bir ilişki kurmamıza sebep oluyor? Bu, Gazzeli biri açısından incitici mi yoksa farkındalık mı sağlıyor? Fotoğrafa bakma anında ve sonrasında acı ve öfke içinde harekete geçeceğimizi düşünürken o anda gerçekte bilinçaltımızda ve insan psikolojisinin derinliklerinde neler oluyor? Yoğun siyasi gündemler içinde bu soruların üzerinde yeterince düşünülmeden iyi bir şeyler yapmak için harekete geçiliyor oysa önce bu soruların derinlemesine düşünülmesi gerek.

Fotoğrafçılık tarihinin ilk şiddet fotoğrafçısı meşhur Cumhuriyetçi Askerin Düşüşü isimli fotoğrafın sahibi Robert Capa. Bu fotoğrafın siyasi etkilerini bir yana bırakırsak, ölümün insanların başetmekte en çok zorlandıkları gerçeklerden biri olmasının bu fotoğraflara duyulan ilgiyi artırdığını söylüyor sosyal bilimciler. Roland Barthes ise Camea Lucida isimli kitabında fotoğrafın hali hazırda zaten öldürücü bir etkisi olduğundan söz ediyor. Fotoğraf çekilirken poz veren kişi nesneleşmekte, özel hayatına tamamen yabancı ortamlarda dolaşım sürecine çıkmakta ve ne olursa olsun artık kişi o anın içinde donup kalmakta... Barthes’a göre bu ölüm provasından başka bir şey değil. İnsanların fotoğraf çekme, saklama, daha eski yıllarda portresini yaptırma gibi hevesleri ölümle mücadele etme duygusu yarattığı için bugün hala bu denli yaygın bir haldedir.

Başka bir meşhur ölüm anı fotoğrafı hepimizin bir şekilde aşina olduğu Vietkonglu esirin General Loan tarafından başına dayanmış bir silahla öldürüldüğü anın çekildiği karedir. Belki de o anı, bir saniye süren ölme anını, Vietkonglu’nun gerilmiş kaslarını, ölürkenki yüz ifadesini, düşmeye başlamadan hemen önce henüz ayakta duran halini insanlık yıllardır uzun uzun seyretmiş, adeta bu resmi incelemekten kendini alamamıştır. İnsanoğlunun üstesinden gelmeyi başaramadığı ölüm gerçeği bu resimde kontrol edilebilir bir kare içinde ele geçirilmiş, zamanın içine hapsedilmiştir. Tam da bu noktada şiddet fotoğraflarının çekiciliği, insanların bu fotoğraflara gösterdiği yoğun talep daha iyi anlaşılmaktadır.  

Aristo antik Yunan’da amfi tiyatrolarda sergilenen tragedyaların geniş kitleler tarafından neden bu kadar rağbet gördüğünü açıklamaya çalışırken katarsis kavramını icat eder. Katarsis, yani başkalarının içinde bulunduğu trajediyi seyrettikçe onun acısının içinde kaybolurken o anın her saniyesinde aslında özdeşleştiği kişinin acısının dışında konumlandığını bilerek, kendi içindeki endişe ve korkulardan arınmak. Şiddet ve savaş fotoğrafçılığı da modern dünyada katarsis etkisi uyandırmak için harika buluşlar. Tabi ki bu etkinin kaybolmaması için fotoğrafı çekilen acı içindeki bedenin mümkün olduğunca izleyiciye uzak olması gerekmektedir. Örneğin şiddet resimleriyle dolu bir galeride gezerken sergilenen fotoğraflardan birinde acıyla bağıranlardan birinin sizin oğlunuz veya babanız olduğunu düşünün. Bunu gördüğünüz an artık o sergideki fotoğraflardan hiçbiri sizin için artık bir katarsis ve arınma işlevi görmeyecektir.

Fotoğraf ve propaganda

Türkiye’nin güneydoğusunda yaşanan şiddete dair seyrimize sunulan imgelere bir bakalım. Şehit denilince ilk akla gelen, şehitlerin fotoğrafları eşliğinde Türk bayrağına sarılmış tabutlardır. Şehit bedenleri asla ceset şeklinde gösterilmezler. Hatta haberlerde ve diğer platformlarda sıkça arka plana mavi bir gökyüzü yerleştirilerek sunulurlar ki onlar zaten ölmemişlerdir! Uzakta veya düşman olarak kodlanan bedenler içinse bunun tam tersi geçerlidir. Onlar zayıftır, çabucak ezilir, parçalanır ve çirkin bir şekilde ölürler. 

Benzer şekilde ölen ve yaralanan Vietnamlıları tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serme taraftarı olan Amerikalılar, kendi içlerinden birileri acının kaynağı olduğunda bunu fotoğraflayıp sergilemek konusunda çok da hevesli davranmazlar. 11 Eylül sonrasında Dünya Ticaret Binası etrafında çekilen fotoğraflardan bakış nesnesi olarak onaylanan ve gerek sergilerde gerekse haberlerde karşımıza çıkan fotoğrafların büyük bir çoğunluğunda ölü bedenler veya kopmuş uzuvlar, acı içinde kıvranan Amerikalılar görmemiz neredeyse imkansızdır. Bunu yerine yanan bir bina ve dumanlar, koşturan kurtarma ekipleri gibi şiddet ve acının kendisine uzaktan bakan fotoğraflar piyasa dolaşıma girer. Şiddetin öznelerine dairse en fazla sevdiklerini kaybetmiş Amerikalıların yaktıkları mumlar ve oraya bıraktıkları çiçekler gözümüze ilişebilir. Oysa Hiroşima’da atom bombasıyla yaralanan bedenler ve sonraki neslin bedeninde ortaya çıkan deformasyonlar en ufak ayrıntısına kadar yakın çekimlerle verilebilir.

Savaş, propaganda ve doğal afet fotoğraflarında, fotoğrafın başarısı yaşanan olayın korkunçluğu ile doğru orantılıdır. Fotoğrafta yaşanan ne kadar korkunçsa fotoğrafik etkisi de o kadar artacağından fotoğrafçı acının boyutlarını göstermek için en dehşet verici kareyi yakalamaya çalışır ve bu resimler yardım kuruluşları, sivil toplum örgütleri tarafından en estetik biçimde afişlere dönüştürüp çarpıcı cümleler eşliğinde izleyicinin beğenisine sunulur. Böylece acı çeken insanların acısını dindirmek için diğer insanların vicdanına hitap etmek gibi etik bir yardım toplama girişiminde bulunulduğu düşünülür. Fakat estetik birer acı nesnesi olan insanları nasıl kullandığı ve araçsallaştırıldığı, “yardım ulaştırma” fikri içinde öyle erir ki bu asla tartışmaya açılmaz. Başkasının şiddetini sergileyebilmekten doğan güç ilişkileri ise her daim gündem dışıdır.

Sontag da başka bir vicdan politikası olarak değindiği savaş fotoğrafları hakkında şöyle diyor: “Bazı insanlar uzun süre, korku yeterince canlı biçimde hissettirilebilirse, çoğu insanın bir öfke barutu haline gelerek en sonunda savaşın ne kadar çılgınca bir macera olduğunu kavrayacağına inandılar.”

Acıyı dikizlemek...

Evet, insan yüzyıllardır başkalarının acılarını dikizledi fakat harekete geçmedi. İnsanları harekete geçireceği düşünülen acı fotoğrafları 19. yüzyıldan itibaren halka öyle sık gösteriliyor ki tam tersi bir etki yaparak dehşetengiz şiddet imgelerine çok fazla maruz kalan kişiyi büyük acılara karşı hissizleştirmeye başlıyor. “Öyle ki, artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükunet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır.” der Sontag. Savaş haberleri ve diğer imgeler insanların zihinlerini ve bakış açılarını ele geçirmek istedikleri ölçüde insanları savaş ve diğer acılara karşı duyarsızlaştırma işlevi görmüştür. “Başka yerlerde yaşanan ve haber olarak dikkatle seçilen, savaşlarda biriken acıların farkında olmak, bu anlamıyla kurgusal bir farkındalıktır. Acı görüntüleri öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılır, çok sayıda insan tarafından izlenir ve hiç de uzun olmayan bir zaman dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilir.” (Sontag, Başkasının Acısına Bakmak, 2004)

Bugün de şiddet fotoğrafçılığı açısından şu üç şey aynı anda yaşanmaktadır: Kamuoyunun bakışına sunulan şiddet fotoğraflarını gözardı etmenin imkansızlığı, bu fotoğrafların tekrar tekrar kullanılarak savaş karşıtları tarafından adeta coşkuyla karşılanması ve fotoğrafları çeken fotoğrafçının mesleki kariyerinin sanat camiası içinde tebrik edilerek ödüllendirilmesi.

Tabi ki tüm bunlar yaşanır ve acı çeken insanların fotoğrafları dolaşıma sokulup, felaketin politika ve sanat camiasında yansımaları bambaşka boyutlara ulaşırken yakınlarını kaybetmiş aileler bu fotoğraflarda acı halinde donup kalmaktadır.

Aslında modern zamanlarda normal bir bireyin şiddetle ilişkisi hep biraz çetrefilli olmuştur. Operasyonları yüksek tepelere çıkıp çay içerek izleyen sonra da patlayan bombaları arkasına alıp ‘selfie’ çeken bir İsrail vatandaşı ilk bakışta bize çok tuhaf geliyor. Halbuki çok benzer bir şekilde aksiyon filmlerinde havaya uçan arabalar, yıkılan binalar, patlayan sokaklar, bulgur taneleri gibi istemsizce denize dökülen düşman insan bedenleri güç ve zafer duyguları içinde hepimizin yıllardır zevkle izleyebildiği sahneler. Aslında bu şiddet estetiği denilen şeyin en açıkça ve en vurdumduymaz şekilde dışa vurumu. O kadar vurdumduymaz ki sürekli öldürmek ve yıkmakla meşgul erkek karakterleri filmlerin baş karakteri ve hayran olunası süper kahramanlar olarak göstermekten hiç çekinmiyor. Bu izleyiciye hiç de tuhaf gelmiyor üstelik. Bu öyle bir sunuluyor ki, izleyici de öldürmenin estetiğine kapılmış bir şekilde izlerken onar onar ölen ve parçalanan “düşman” bedenler için en ufak bir üzüntü duyma gereği hissetmiyor. Popüler sinema ve erkeklik üzerine çalışan dünyaca ünlü düşünür Yvonne Tasker, sadece üzüntü duymamanın da ötesinde bu tip filmlerin en iyi bilinenlerinden Rambo filmlerinin şişirilmiş kahramanı Stallone Amerikan müdahaleci politikalarının kültürel ayağını oluşturan bir metafordan çok daha fazlasıydı” diyor, “Başkan tarafından da onaylanmış bir Rambo nesli türemekteydi.”

Dehşetin fotoğraf sanatıyla ilişkisine daha yakından baktığımızda şiddetin diğer estetik öğelerden çok da farklı bir işlevi olmadığı göze çarpıyor. “Görüntülerin insanı yerinden hoplatıcı, gürültü çıkarıcı ve göz açıcı olmasını istemek, iyi bir iş anlaşması yapmak kadar temel bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Hem zaten böylesi koşullarda herhangi birinin ürünü ya da sanatı başka nasıl dikkatleri üstüne toplayacaktır ki?” Fotoğrafın işlevi açısından toplama kamplarının boşaltıldığı, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombasının atıldığı 1945 yılı da fotoğraf tarihi için en verimli yıllardan biri olmuştu. Tüm bunlara bakıldığında bugünün dünyasında şiddet fotoğraflarının sanatçı ve gazetecilerin olmazsa olmazları olduğu, bu işin büyük bir alıcı ve üretici kitlesi olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekmektedir.

[email protected]