Siyaset karşıtlığının sığınağı: Kutuplaşma

Doç. Dr. Tuncay Önder/Gazi Üniversitesi
26.07.2014


Siyaset karşıtlığının sığınağı: Kutuplaşma

13 Nisan 2014 tarihli Açık Görüş’te yayınlanan “Kutuplaşıyor muyuz?” başlıklı yazıda 30 Mart mahallî seçimleri öncesinde ve sonrasında yoğunlaşan kutuplaşma tartışmalarına yönelik olarak şu ifadeleri kullanmıştım: “Sahiden kutuplaşıyor muyuz, yoksa kutuplaşma, siyaseti ehlileştirmeye ve etkizisleştirmeye dönük bir söylem mi? Modern siyasetin kâşifi olarak kabûl edilen Machiavelli’den beri biliniyor ki toplum, uyumun değil, bölünmelerden, farklılıklardan, eşitsizliklerden kaynaklanan çatışmaların alanıdır. Farklılıklar ve eşitsizlikler, toplumun engellenemez niteliğidir. Siyaseti mümkün kılan da bu eşitsizlikler, farklılıklardır. Kalabalıklardan farklı olarak toplum, siyaseti gerektirir; siyasetin varlık zemini ise toplumsal bölünmelerdir. Siyasetin amacı, bütünüyle türdeş ve uyumlu bir topluma ulaşmak değil, toplumsal bölünmelere dayalı çatışmaları yönetmektir. Demokratik siyasetin değeri, toplumdaki kaçınılmaz çatışmaları, şiddet dışı yollarla ve esasen konuşma/müzâkere temelinde düzenleyebilmesiyle ilişkilidir. Demokratik siyaset açısından tehlikeli olan, farklılıkların varlığı, temsili ve ifadesi değildir. Tehlike, herhangi bir toplumsal aktörün kendisinden farklı olanı gayrımeşru addetmesi, varoluşuna kastetmesidir. Dolayısıyla, toplumdaki bölünme ve farklılaşmalar, başlıbaşına bir kutuplaşma göstergesi olarak ele alınamaz.”

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, kutuplaşma tartışmalarının hangi zeminde, hangi amaçla yürütüldüğünü bir kez daha gözlemleme imkânı ortaya çıktı. Kutuplaşma söylemi, “kurucu” bir siyaset geliştiremeyen Türkiye muhalefetinin, “siyaset karşıtı” bir sığınak inşa etme çabasına tekabül ediyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, kutuplaşma tezi, esas olarak, siyaseti ehlileştirmeye ve etkisizleştirmeye dönük bir arayışın neticesi ve varacağı yer, siyaset dışılığın savunusundan ibaret. CHP-MHP’nin ortak Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Türkiye’nin içine sürüklendiği tehlikeli kutuplaşmayı sona erdirecek, huzuru getirecek isim olarak lanse edilmesi boşuna değil. İhsanoğlu, siyaset dışı bir isim ve sürekli olarak “tarafsızlık” vurgusu yapıyor.

Halkoyuyla seçilecek Cumhurbaşkanını “siyaset dışı” bir zeminde tutmaya dönük nâfile gayret, muhalefetin siyasetsizliğinin bâriz bir göstergesi. Temel problem, vesayetin tasfiyesine paralel olarak genişleyen siyasî alanda, inşacı bir siyaset geliştiremeyen muhalefetin, Erdoğan karşıtlığından ibaret “devirmeci” bir siyasete saplanıp kalması, kültürel vurgusu güçlü, siyasî vurgusu zayıf bir “anti-Erdoğan”cılığı aşamamasıdır.

Muhalif siyasî-toplumsal kesimlerin 2010 referandumu sonrası geliştirdiği kutuplaşma, otoriterleşme, diktatörlük kavramlarıyla örülü dil, esasen, 90’lardaki laikliği ve cumhuriyet değerlerini öne çıkaran geleneksel ulusalcı-seküler dilin yeni bir yazılımı gibi duruyor. “Cumhuriyet’in kazanımları tehlikede!”, “Türkiye İran olacak!” sloganlarının eşlik ettiği söylem siyaseten ne kadar anlamlıysa kutuplaşma ve otoriterleşme üzerinden geliştirilmeye çalışılan söylem de o kadar anlamlı. Çünkü bu dil, yeni bir şey söylemiyor ve topluma bir gelecek umudu sunmak yerine, sadece bir tehlikeye işaret ediyor. Ne muhalefet partileri ne de Gezi olayları sonrası daha görünür hâle gelen toplumsal muhalefet, Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği Türkiye perspektifinden daha “ileri” bir şey söylüyor. Gezi’nin “devrim” tahayyülünün, Erdoğan’ı devirmenin ötesinde neredeyse hiçbir açılımının olmadığını yaşayarak gördük.

Bir tür hayat tarzı ideolojisinin ötesine geçemeyen Erdoğan karşıtlığının, çok şikâyet edilen kutuplaşmayı beslemekten başka bir işlevi yok. Çünkü bu kültürel-politik duruş, kendi gelecek ümidini Erdoğan’ın şahsında somutlaştıran geniş “muhafazakâr” kitleyi her geçen gün daha fazla politikleştirmek dışında bir işe yaramıyor. Geniş toplum kesimleri için Erdoğan karşıtlığı, kendi geleceğine yönelik bir saldırıyı ima ediyor. Erdoğan karşıtı muhalefetin asıl yanılgısı, Erdoğan’ın arkasındaki toplumsal desteği, “kör” bir dindarlığa, eğitimsizliğe, cehalete bağlaması; dolayısıyla bu desteği moral olarak değersizleştirmeye yönelmesi. “Demokrasi sandıktan ibaret değildir” söyleminin arkasında yatan da esas olarak bu değersizleştirme çabası.

Yeni siyasî sosyoloji

Türkiye’de 2007 seçimlerinden sonra belirginleşen ve yapısallaşan bir siyasî sosyoloji var. Bu sosyolojiyi okumadan Erdoğan’dan kurtulmayı tek siyasî hedef haline getirenler, 2007 seçimlerinden beri hep aynı akıbeti yaşadılar. Erdoğan’ın siyasî meziyetleri bir yana, onu siyaseten taşıyan ve başarılı kılan ana faktörün mezkûr sosyolojiyle kurduğu karşılıklı ilişki olduğunu göremediler. Erdoğan, Türkiye’nin yeni siyasî sosyolojisini hem şekillendiren hem de bu sosyolojinin siyasî taleplerini, gelecek beklentilerini siyasete taşıma kapasitesine sahip bir siyasî aktör. Türkiye’nin seküler kentli orta sınıflarının Kürt sorununun barışçı-siyasî çözümüne ilişkin şüpheci ve katı tavrı ortadayken, Erdoğan’ın geniş muhafazakâr kitleyi Kürt barışına iknâ etmesi bile, bu karşılıklı ilişkiyi anlamamız için tek başına yeterlidir.

Bir ân için Türkiye muhalefetinin kutuplaşma iddiasını geçerli kâbul edelim. Kutuplaşmanın bütün vebâlini Tayyip Erdoğan’a yükleyebilir miyiz? Siyasî pozisyonunu “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” parantezine sıkıştıranların kutuplaştırıcı etkisini de kaydetmek gerekmez mi? 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşananlara, 2008’de AK Parti’ye açılan kapatma dâvâsına kurumsal siyasetin verdiği desteğin, her seçimden sonra AK Parti’nin aldığı reyleri makarnayla, kömürle, eğitimsizlikle açıklamanın, “bu ülkede Cumhurbaşkanı olamayacak bir kişi varsa o da Erdoğan’dır” demenin de bu kutuplaşmayı vareden ve daha yukarıya taşıyan bir etkisi olsa gerektir.  

Şu soruya cevap vermeden yapılacak değerlendirmelerin “analiz” niteliği taşıması mümkün değil: Türkiye’de Erdoğan’ın dışında ve ötesinde siyaseten bize kim, ne söylüyor? Kürt meselesinden azınlıkların yaşadığı problemlere, ekonomik refahtan kamu hizmetlerine, yeni anayasadan dış politikaya kadar, hangi aktör başı sonu belli bir programla toplumu iknâ edebilecek bir siyasî dil geliştirebiliyor? Hangi aktör, Erdoğan’ın “ilerisinde” bir “iyi toplum” projesiyle karşımıza çıkıyor?

Tabiî ki, AK Parti’nin ve Erdoğan’ın yapmadıklarının, yapamadıklarının uzun bir listesi çıkarılabilir. Kimse Türkiye’nin güllük gülistanlık olduğu iddiasında değil. Ama Türkiye’de bazı yapısal demokratik problemler varsa bu, AK Parti iktidarında yaşanan “muhafazakâr” değişimin sonucu olarak ele alınamaz. Bu sorun, İhsanoğlu’nun şahsında tecessüm eden “eski rejim”i tahkim  arzusuyla da giderilemez; zira, problemlerin büyük bir kısmı, bizatihi eski rejimin zihniyet dünyasının aşılamamasından kaynaklanıyor.  Esas olan, hangi meselenin çözülüp çözülemediği değil, meselelerimizin çözümünün nerede görüldüğü. Siyasetin, meselelerimizin çözümünün zemini olarak korunup korunamayacağı. Siyaseti imkânsızlaştıran, toplumsal olanı dışlayan eski rejimin parametreleriyle Türkiye’nin artık yol alamayacağını bile bile, siyaset dışılığın bir siyasetmiş gibi sunulmaya devam edilip edilmeyeceği.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri, siyaset dışılık ve tarafsızlık arayışlarının nasıl ironik neticelere yol açabileceğini görmemiz bakımından ayrı bir kıymet taşıyor. Türkiye’nin sağ ve sol Kemalist aktörlerinin “muhafazakâr” kimliğiyle temayüz etmiş, geçmişte fazlaca Ortadoğu’yla ve Arap dünyasıyla hemhâl olmuş bir adayda birleşmesi, başlı başına bir tuhaflık gibi görünüyor. Erdoğan karşıtlığı nelere kadir diye düşünmeden edemiyor insan.

[email protected]