Suriye’den Ukrayna’ya Amerikan liderliği

Kadir Üstün/ Washington Araştırma Dir.
19.04.2014

Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.


Suriye’den Ukrayna’ya Amerikan liderliği

Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Ukrayna’da iç savaş ihtimalinin belirmesiyle Amerika’nın sertleşen retoriği bir müdahale olabilir mi sorularını gündeme getirdi. Amerika’nın müdahale edip etmeyeceği konusunda Suriye krizi öğretici bir değer taşıyor. Obama yönetimi aslında Suriye krizinin başından beri bölgesel çıkarlarının Suriye’ye müdahale etmesi gerektirdiği yönündeki baskılara istikrarlı bir biçimde direndi. Ukrayna krizinde Rusya’yı bedel ödetmekle tehdit edenAmerikan yönetimi, bu bedelleri büyük ölçüde ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla sınırlandırdı. Obama yönetiminin Suriye ve Ukrayna krizlerindeki askeri yöntemlerden uzak duran yaklaşımının Irak ve Afganistan savaşları sonrasında kapsamlı bir dönüşüm geçiren ulusal güvenlik anlayışının bir yansıması olarak görebiliriz. 

Obama yönetimi,11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’daki demokrasi yoksunluğundan kaynaklandığı teşhisini yapanve bölgeye işgalle de olsa özgürlük ve demokrasi getirmeye çalışan Bush yönetiminin müdahaleci ulusal güvenlik anlayışından uzaklaştı. Amerikan ulusal güvenlik anlayışının yeniden biçimlendiği bu geçiş döneminde küresel liderlik iddiasının da biçimi ve sınırları itibariyle yeniden sorguladığına şahit oluyoruz. Amerika’nın gerilediği ve liderlik iddiasından vazgeçtiği eleştirilerine karşın yönetime yakın çevreler Amerika’nın gücünün sınırlı olduğu ve her istediğini yapmaya gücünün yetmeyeceği savını ileri sürüyor. Amerika’nın kendine biçtiği küresel rolü ve bu rolü oynamak için tercih edeceği dış politika araçlarını tartışmak içinde bulunduğumuz geçiş döneminde bu süper gücün bölgesel krizler karşısında nasıl bir tavır takınacağını öngörmemize yardımcı olacaktır.

Irak sendromu

Obama yönetiminin ve ulusal güvenlik elitlerinin Irak ve Afganistan işgallerinden çıkardığı en önemli dersin Amerika’nın ‘hayati ulusal çıkarları’ tehdit edilmedikçe askeri yöntemlere başvurulmaması gerektiği olduğunu söyleyebiliriz. Irak ve Afganistan’da rejimleri alaşağı etme konusunda çok zorluk yaşamayan ama bu ülkeleri ‘yeniden inşa’ etme noktasında neredeyse aşılamaz problemlerle karşılaşan ABD, yeni bir askeri maceradan uzak duruyor. Irak ve Afganistan’da 1 trilyon doları aşkın harcama yapan ve binlerce asker kaybeden ABD yönetimi, sonu askeri müdahaleye gidecek her tür politikadan kaçınıyor. Ancak Bush döneminin müdahaleci ve nizam veren dış politika anlayışından uzaklaşan Amerikan dış politikasının tecrit politikası gibi uç bir noktaya savrulma riski olduğunu söyleyebiliriz. 

Amerika’nın gerilediği tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, küresel liderlik iddiasını devam ettiren ama bunu farklı tanımlayan bir Obama yönetimiyle karşı karşıyayız. Amerikan liderliğini gerçekleştirmek için öncelikle içerde ekonomisini düzeltmesi gerektiği ve uluslararası alanda da müttefiklerinin daha fazla ellerini taşın altına koymaları gerektiğine vurgu yapan bir anlayış bu. Bir yandan Amerikan ordusunu daha hızlı ve kıvrak hale getirerek askeri bütçesini azaltmaya çalışan yönetim, öte yandan da ülkenin dünya siyasetinde tek belirleyici konumda olması gerektiğine de pek inanmıyor. Amerika’nın geçmişteki askeri müdahalelerinden önemli bir çıkar sağlamadığını aksine milli çıkarlarına karşı tehditlerin de arttığını savunanlar çoğunlukta. Amerika’nın liderlik yapma noktasındaki bu çekingenliği, Suriye ve Ukrayna gibi bölgesel krizlerde de kendini gösteriyor. Küresel bir gücün duruma vaziyet ediyor olmayışı birçok bilinmezi ve istikrarsızlığı da beraberinde getiriyor.

Ortadoğu on yıllarca Amerika gibi bir süper gücün önce Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı dengelediği, sonrasında da tek güç olarak bölgesel dengeleri belirlediği dönemlerden geçti. Geleneksel olarak Ortadoğu’daki en önemli güç aslında bölgede toprağı olmamasına rağmen Amerika’ydı. Irak ve Afganistan işgalleri sonrasında ise Amerika bölgede artık aynı seviyede aktif olmak istemiyor. Bölgesel çıkarlarını önemsese de bu çıkarları asgari düzeyde tanımlayıp bunları elde etmek için ödemeyi göze aldığı maliyeti de düşük tutuyor. Uluslararası güvenliğin garantörü olmaktan yorulmuş bir Amerika’dan bile bahsetmek mümkün. Dolayısıyla ABD yönetimi gerek Avrupa gerek Ortadoğu’da bölgesel müttefiklerinin daha fazla yük altına girmesini talep ediyor. Suriye krizinde Türkiye’nin Ukrayna krizinde de Avrupa’nın daha fazla risk ve maliyet yüklenmesini beklemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. 

Suriye’nin öğrettikleri

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi karşısında ABD ve Avrupa ekonomik yaptırımlar dışında etkili bir strateji oluşturamadılar. ABD, NATO üyesi ülkelerin Ukrayna’da yaşanan istikrarsızlık ve iç savaş tehlikesi karşısında oluşan kaygılarının giderilmesine odaklanırken bir yandan da Rusya’ya karşı retoriğini sertleştirdi. NATO’ya üye ülkelerdeki askeri hareketlilik Ukrayna krizine müdahaleden ziyade krizin kuşatılması ve bölgesel etkisinin azaltılması bağlamında değerlendirilmeli. ABD’nin Rusya’yla askeri bir çatışmaya gidecek bir yola girmekten kaçınacağı aşikar. Amerika’nın Suriye politikasının seyrine bakacak olursak benzer bir Ukrayna politikası güdeceğini söyleyebiliriz.   

Ukrayna krizi Putin’in Rusya’nın eski imparatorluk hayallerinden vazgeçmediği ve yeni bir soğuk savaşa doğru gidilebileceği tartışmalarını başlattı. Avrupa’nın Ukrayna’da yeterince dikkatli bir politika izlemeyerek Rusya’nın ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyebiliriz. Rusya’nın da Batı’ya rest çekerek 2008’de Gürcistan krizinde yarattığı fiili durumun bir benzerini Kırım’ı ilhak ederek tekrarladığını görüyoruz. Batı Kırım’ın gidişini kabullenip Rusya’nın Doğu Ukrayna’ya ilerlemesini engellemek istiyor ancak bunun için Putin’in metotlarına karşılık verebilecek askeri tedbirler almaktan da kaçınıyor. Bu bağlamda Rusya’nın daha da cesaretlenmemesi için ciddi bir sebep görünmüyor. Ukrayna ordusunun Rusya ordusu karşısında hiçbir varlık gösteremeyeceği kesin ve muhtemel bir çatışmada Batı’nın NATO üyesi olmayan Ukrayna’yı savunmasını beklemek saflık olacaktır.

NATO’nun Rusya’ya karşı agresif bir tavır takınması durumunda Türkiye’yle Batı arasında görüş ayrılıkları çıkabilir ancak şu aşamada Batı’nın da Rusya’yla bir çatışmadan kaçınacağını öngörmek zor değil. Rusya’nın ABD’nin Suriye politikasından cesaret alarak Ukrayna’da daha agresif adımlar attığını söylemek mümkün. Obama yönetimi hem Ortadoğu’da hem dünyanın diğer bölgelerinde Amerika’ya ağır maliyet ödetecek maceralardan kaçınma konusunda kararlı. Putin’in de bunu çok iyi gördüğünü ve bir fırsata dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.

ABD’nin gücünün sınırı

Başkan Obama, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması sonrasında Esad rejimini cezalandırmak için Kongre’den onay almaya yönelmişti. Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Bu tavrın diğer bölgesel meselelerde de izini sürmek mümkün. Örneğin bir yandan İsrail-Filistin görüşmelerinin çökmesini istemeyen Amerika’nın bir yandan da bu görüşmelerin başarıya ulaşması için büyük siyasi riskler almaktan kaçındığını söyleyebiliriz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz. 

Amerika’nın kendi gücünün sınırlarının farkında olmaya çalışması ve buna uygun politikalar belirlemek istemesi anlaşılabilir. Ancak Amerika’nın birçok ciddi dış politika meselesinde kapsamlı ve sonuç almaya dönük bir politika geliştirmekten giderek uzaklaştığını görüyoruz. Mesela Suriye politikasının ülkenin kimyasal silahlardan arındırılması,  el-Kaide’yle mücadele ve çatışmanın bölgeye sıçramasının önlenmesinden ibaret olduğunu söylemek mümkün. Suriye krizinin sona erdirilmesi noktasında dört başı mamur bir Amerikan politikası görünmüyor. Obama yönetiminin Rusya’ya sert uyarılar yapmasına rağmen, Putin Ukrayna’nın doğusuna yönelik askeri bir operasyon yaparsa Amerika’nın cevabının askeri olmayacağı neredeyse kesin. Benzer şekilde, İsrail’in uzlaşmaz tavrı devam ederken barış görüşmeleri tamamen çökerse Amerikan yönetiminin ne yapacağı belli değil. 

Ortadoğu ve Avrupa jeopolitiğinde Amerika’nın kendi liderliğini sorgulayan bir dönemden geçiyor olması bölgesel kriz anlarında ciddi boşluklar yaratıyor. Türkiye, Suriye konusunda müttefiki Amerika’yla kapsamlı bir politika geliştiremezken Avrupa Ukrayna konusunda Amerika’nın NATO öncülüğünde liderlik yapmasını bekliyor. Bir yandan Suudi Arabistan ana güvenlik garantörü ABD’nin İran’la anlaşması ihtimali karşısında endişeliyken, Mısır’daki darbe yönetimi Amerika’nın oldukça yumuşak telkinlerine aldırmaz bir görüntü veriyor. Amerika’nın tek süper güç olarak dünya liderliği fırsatını Irak işgaliyle heba etmiş olması, kısa ve orta vadede görece kararsız ve çekingen politikalar izlemesine yol açacak görünüyor. Amerika kendigücünün sınırlarını sorgulayıp müdahaleci bir tavırdan uzaklaşırken, dış politikada durumu kurtaran ama kapsamlı politikalar üretemeyen kararsız bir güç haline gelme riskini taşıyor.  

[email protected]