Türk siyasetinde tuhaflık

Doç. Dr. Yusuf Tekin / Siyaset Bilimci
16.08.2014

Neredeyse tüm siyasal varlığını Başbakan’ın şahsıyla ilişkilendirebileceğimiz kategorik bir reddiyecilik üzerine inşa eden muhalefet, anlamlı ve demokratik bir tavır geliştirmek yerine, artık mutat hale gelen bir tuhaflıkla buna mukabele ediyor. Alenen anayasanın cumhurbaşkanına tanıdığı yetkileri kullanmasının doğru olmadığı tezini savunuyor.


Türk siyasetinde tuhaflık
Kesinlikle inanıyorum, Türkiye’de bütün diğer tuhaflıklar sona ermeye başladığı gibi, bu da bitecek. Çok yakın bir zamanda, icranın başı olarak seçtiğimiz siyasetçilere karşı “hayır, sen icranın başı olarak seçilmiş olabilirsin, ama asla öyle davranamaz, öyle olamazsın” dayatmasında bulunan tuhaf ve buyurgan siyaset tarzı sona erecek. 
Evet, tahmin edilebileceği üzere, geçtiğimiz Pazar günü sonuçlanan, ancak siyasal sonuçları ve hukuki boyutları itibarıyla halen tartışılmaya devam eden cumhurbaşkanlığı seçim sürecini kastediyorum. Sayın Başbakan, adaylığını açıkladığı günden beri, seçilmesi halinde anayasal yetkilerini kullanacağını ve icranın başı olarak “icracı” bir profil sergileyeceğini söylüyor. Ancak neredeyse tüm siyasal varlığını Başbakanın şahsıyla ilişkilendirebileceğimiz kategorik bir reddiyecilik üzerine inşa eden muhalefet ise, anlamlı ve demokratik bir tavır geliştirmek yerine, artık mutat hale gelen bir tuhaflıkla buna mukabele ediyor. Alenen anayasanın cumhurbaşkanına tanıdığı yetkileri kullanmasının doğru olmadığı tezini savunuyor. 
 
Politik yönü itibarıyla bütünüyle tutarsız olan bu tartışmanın teorik yönü de kendi içinde tuhaflıklar içeriyor. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi halinde parlamenter sistemin yarı başkanlık veya başkanlık sistemine doğru evrilebileceği iddiasından hareketle 2007 referandumunda “hayır” oyu kullanan muhalefet, şimdi de anayasanın cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini sayan hükümlerinin buna müsaade etmediği iddiasını dile getiriyor. Yalnızca reddiyeciliğe dayalı bu kategorik muhalefet duygusu ise Türkiye’de muhalefet için tuhaflığın adeta olağan bir pratik haline gelmesine neden oluyor. 
 
Ancak bu tuhaflık yalnızca siyasal düzeyde değil, aynı zamanda hukuksal düzeyde de kendisini gösteriyor. Örneğin hukuk devleti ilkesi açısından baktığımızda, tam anlamıyla garabet olarak nitelendirebileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Olağan demokratik hukuk devletlerinde anayasal kurumları görev ve yetkilerini yeterince verimli kullanmadıkları için eleştirmesi gereken muhalefet partilerinin, bunun tam tersini yaptıklarına ve bu görev ve yetkileri “kullanmamaları için iktidarı uyardıklarına” şahitlik ediyoruz. Anayasanın cumhurbaşkanını abartılı yetkilerle donattığı ve bu durumun parlamenter sistemin temel mantığıyla çeliştiği, dolayısıyla da değiştirilmesi gerektiği söylendiğinde ise, “olmaz, değiştirmeyiz” diyen muhalif bir tuhaflıkla muhatap oluyoruz. Halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı “ben bu yetkileri kullanacağım” deyince de “kullandırtmam” yollu bir buyurganlığın zuhur ettiğini görüyoruz. Öyle ki, söz konusu tezleri ve önermeleri alt alta yazıp ortalama zekâ düzeyine sahip bir ilkokul çocuğuna göstersek, bu çelişki ve tuhaflıkları anında fark edecektir. 
 
Tüm bu çelişki ve tuhaflıklar bir yana, Türkiye’de yürütmenin sorumsuz kanadının görev, yetki ve sorumlulukları yazılı anayasa geleneğimizin başladığı günden beri hız kesmeden devam ediyor. İttihatçıların 1876 Kanuni Esasisine yönelik en temel eleştirileri yürütmenin sorumsuz kanadı olarak tanımlanan padişahın görev ve yetkilerine ilişkindir. Nitekim 1909 Kanuni Esasi tadillerinin ana mihenk noktası da padişahın yetkilerinin sınırlandırılması olmuştur. Akabinde de hepimizin bildiği süreç yaşanmıştır. Hükümet istikrarsızlıkları, parti kavgaları ve çöküş...
 
Anayasa mı teamül mü?
 
1924 Anayasası yürürlükte olduğu sürece dönemin nevi şahsına münhasır şartları gereği cumhurbaşkanının görevleri tartışıl(a)mamıştır. Ancak duyulan rahatsızlıklar çok ciddi olsa gerek ki, 1961 Anayasası’nı yazan ekibin üzerinde en çok titrediği husus cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri olmuştur. Daha açık söylemek gerekirse, cumhurbaşkanı kendilerinden olduğu ve kendi içlerinden çıktığı sürece, bu makama atfedilen konum ve yetkileri tartışma konusu bile yapmayan siyasal elitler, demokratik seçimlerle işbaşına gelen ve çevreyi temsil eden Demokrat Parti iktidarınca seçilen cumhurbaşkanının yetkilerini tartışma konusu yapmış ve sınırlandırmayı tercih etmiştir. Buradaki yargıya kuşkuyla bakanların 1959 Kurultayını incelemeleri yerinde olacaktır. Zira 1959 Kurultayına kadar hiçbir CHP kurultayında cumhurbaşkanının görev, yetki ve sorumlulukları tartışılmamışken, söz konusu kurultayda cumhurbaşkanının sembolik yetkili, tarafsız ve partiler üstü olması gerektiği, bunun anayasada yer almasının elzem olduğu önerilmiştir. Tahmin edilebileceği üzere, “bağımsız ve tarafsız” anayasa hazırlayıcı komisyon CHP’nin bu önerilerini behemehâl anayasa hükmü haline getirmiştir. 
 
1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönem hepimizin malumudur. 1924-1960 arası dönemde hiç gündemimize gelmeyen hükümet istikrarsızlıkları bu dönemde birden karşımıza çıkmaya başlamış ve 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde hükümetlerin görev süreleri konusunda bir rekor kırılmıştır.
 
Tekrar tekrar hatırlamakta fayda var. Türk siyasal hayatında güçsüz ve zayıf padişahların ya da cumhurbaşkanlarının dönemi hep siyasal istikrarsızlıklarla anılmıştır. Örneğin tam anlamıyla parlamenter bir monarşinin hüküm sürdüğü 1908-1920 arasındaki 12 yıllık süreçte, yani 22 Temmuz 1908 tarihinde kurulan Küçük Sait Paşa hükümeti ile başlayıp TBMM hükümetinin kurulduğu döneme değin geçen sürede kurulan hükümetlerin ortalama görev süreleri 4 ay civarındadır. Güçsüz ve zayıf cumhurbaşkanı profilinin tanımlandığı 1961 Anayasası döneminde de durum aynıdır. 30 Mayıs 1960 tarihinde kurulan 24. Hükümet ile 12 Eylül 1980 darbesi ile görevden alınan Süleyman Demirel başkanlığındaki 43. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında geçen yaklaşık 20 yıllık süre içinde hükümetlerin ortalama çalışma süreleri bir yılın altındadır.
 
1924 ve 1982 Anayasası’nı yapanlar, bu realiteden hareketle yürütmenin sorumsuz kanadının, yani cumhurbaşkanlığı makamının güçlü ve yetkin olması varsayımından yola çıkmışlardır. 1924 Anayasası bunu fiili olarak gerçekleştirmiştir. 1982 Anayasası’nı yapan irade ise bu tartışmayı uzun uzadıya yapmıştır. Daha anayasa yapılmadan, hatta askeri darbe gerçekleşmeden önce istikrarsızlığın faturası anayasa ve onun tanımladığı hükümet modeline çıkarılmış, güçlü ve etkin bir yürütmenin zorunluluğu dile getirilmiştir. Örneğin Celal Bayar 1970’lerin sonunda anayasanın oluşturduğu güçsüz, tarafsız ve sorumsuz cumhurbaşkanı profilinin Türkiye’yi hangi noktalara getirdiğini şöyle dile getirir: “Bu anayasadır ki, memleketi bu hale getirmiştir. Bugünkü perişanlığımızın sebebi bu anayasadır. Otorite namına bir şey bırakmamıştır.”
 
Esasında o dönemlerde benzer eleştiriler hemen hemen CHP hariç tüm siyasi partilerce dile getirilmiştir. Nitekim bu tıkanıklığın çözümü için çok farklı çevrelerden aynı yönde önerilerin sıralandığı da bilinen bir gerçektir. Mesela AP, bu tıkanıklığı aşmak için “Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin ve devlet hayatında etkili rol alsın, bunalım dönemlerinde kendinden beklenen ‘babalık’ görevini yerine getirebilsin” önerisini dile getirmiş ve halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının önemli yetkilerle donatılmasını talep etmiştir. Gazetelerde AP’nin ağır toplarından Adnan Başer Kafaoğlu ve Coşkun Kırca tarafından koordine edildiği belirtilen taslakta, Cumhurbaşkanına meclisi feshetme de dâhil olmak üzere, çok önemli yetkilerin verildiğine dair haberler yayınlanmıştır. 
 
Aynı şekilde anayasa çalışması yapan birçok sivil toplum örgütü ve üniversite de yürütmenin ve bilhassa cumhurbaşkanlığı makamının güçlendirilmesi yönünde öneriler sıralamışlardır. Bu önerilerde yasa teklifi sunabilmekten, bakanlar kuruluna başkanlık etmeye ve hükümet krizlerini önleyecek mekanizmaları hayata geçirmeye değin birçok hükme yer verilmiştir.
 
Hükümet sistemi tercihi
 
1982 Anayasası’nı hazırlayan Danışma Meclisi tutanaklarından da benzer tartışma ve öneriler izlenebilir. Tutanakların yürütme ile ilgili kısmı incelendiğinde, başta Süleyman Sırrı Kırcalı, Ertuğrul Zekai Ökte ve Beşir Hamitoğulları olmak üzere, birçok üyenin 12 Eylül öncesinde yaşanan sıkıntıların tekrar etmemesi için “güçlü bir cumhurbaşkanı” önerisini dile getirdikleri görülecektir. 
 
Bugün gelinen noktada, halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanına yönelik olarak yürütülen yetki kullanımı tartışmasının hem hükümet sistemi pratiği açısından hem de siyasal ve hukuki bakımdan yersiz/temelsiz olduğu söylenebilir. 
 
Hükümet sistemi pratiği açısından doğru değildir, çünkü dünyada hiçbir ülkenin anayasasında hükümet sisteminin adına yer verilmez. Yürütmenin oluşumu ve parlamento ile ilişkileri tanımlanır, bu tanımlar bize hükümet sistemi hakkında yorum yapma imkanı verir. Dolayısıyla hükümet sistemi tercihi bir adayın “seçildiğimde anayasal yetkilerimi kullanacağım” demesiyle değişmez, alt üst olmaz. 
 
Siyasal açıdan doğru değildir, çünkü cumhurbaşkanının konumu 2007 öncesi ve sonrasına kıyasla oldukça farklılaşmıştır. Karşımızda hukuki sorumluluğu olmayan, ama beş yılda bir halkın karşısına çıkan ve dolayısıyla halka hesap verdiği için artık siyaseten sorumlu olan bir cumhurbaşkanı var. Seçim meydanlarında taahhütlerde bulunan ve yeniden seçilebilme şansı olan bir cumhurbaşkanı. Dolayısıyla eleştiriler yerinde değildir. Bu eleştiriler hukuki açıdan da çok doğru değildir. Çünkü olağan bir hukuk devletinde bir siyasetçi, anayasa ile tanımlanan görevlerini yaptığı için değil, hukuka uygun olmayan tasarruflarından ötürü eleştirilir/eleştirilmelidir. Nitekim sayın Başbakan da bu yetkilerini anayasal sınırlar içinde kullanacağını defaatle dile getirmiştir ve başka türlü davranması da zaten söz konusu bile değildir.  
 
Anayasa pratiği açıdan sorunlu bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz tezi ise bihakkın doğrudur. Ancak muhalefet partilerinin asıl sorgulaması gereken husus, bu sorunlu pratik ve bunun nedenleri olmalıdır. Çünkü bu sorunlu pratiğin ana nedeni, olağan bir biçimde cumhurbaşkanı seçebilme erdemliliğini göstermek yerine, Kemal Sunal filmlerini aratmayan bir mantıkla icat edilen 367 krizidir. Ve bu krizin müsebbibi de maalesef dönemin parlamentosunda yer alan muhalefet milletvekilleridir. Bu sorunlu pratiği üreten muhalefetin müşteki olmak bir yana, salt mahcup bir edayla ve sessizce kenarda oturması gereken bir durum ile karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek gerekir. Muhalefet bugün, 2007 yılı Nisan ayında vesayetçi güçlerle ittifak ederek kurduğu antidemokratik oyunun sonuçları ile karşı karşıyadır. O gün toplantı yeter sayısı üzerinden rejim tartışmasına dönüştürülen seçim, bugün muhalefetin alenen ayağına dolanmıştır. Mevcut anayasa hükümlerinin cumhurbaşkanının görevlerini düzenleyen maddelerinde hiçbir değişiklik olmamıştır. İlave olarak cumhurbaşkanına daha güçlü bir meşruiyet kazandıran bir halk desteği söz konusudur. Dolayısıyla parlamentonun seçtiği cumhurbaşkanından farklı olarak siyasal sorumluluğu olan bir cumhurbaşkanı profili karşımızdadır. Ve bu profilin “icracı” bir görev tanımı yapması da doğaldır.